25 Aralık 2012 Salı

Kapı

.
Bir kapıdan çıktım. Kapının dışında birkaç basamak merdiven, devamında da bir asansör vardı. Bindim ve üç kat indim. Dışarı çıktığımda bastığım sokağı yürüye yürüye bitirdim. Buraya kadar iyiydim.

Köşeyi döndükten sonra hemen önümde dizlerimin arkasını görmeye başladım. Önce idrak edemeyip öyle devam ettim fakat bacaklarım göz göre göre önümde yürüyorlardı. Lan noluyor deyip arkama baktım. Götüm arkamdaydı. Yani bildiğiniz gibi değil, epey bir arkamda. Derken gövdem belimden kopup sağıma doğru kaydı. Hiç olmazsa kafam olması gereken yerde derken o da hooop sola. Bir sokağın ortasında dört köşeye dağıldım. İçimden diyemeyeceğim, çünkü artık neremden geldiğine emin olamadığım bir ses yürümeye devam etmem gerektiğini söylüyordu. Ancak bedenimin bütün parçalarını bir araya getirip onlardan anlamlı bir iş yapmalarını beklemek o an için mümkün görünmüyordu. Aklıma, yani bu yazdıklarımdan sonra bir aklım olduğuna hala inanıyorsanız, köpek bakıcıları geldi. Hani sabahları birtakım evlerden birtakım köpekleri alıp çişe mişe götüren tipler. Bazı sabahlar işe giderken durur onları izlerdim. Her biri başka bir yöne gitmek isteyen o köpekleri bir arada tutup götürmek istediği yere götürebilen o adamları çok takdir ettim. Basit görünüyor ama esasen epey zor bir iş, yaşayarak öğrendim.

Götümü bir kaldırımın üzerine oturtup diğer organlarımın yanıma geleceği anı bekledim. Beklerken düşündüm elbette, çünkü insanın beklerken yapabileceği daha iyi bir işi yoktur. Çünkü siz gelin beklemenin ne demek olduğunu  bir de benden dinleyin, ama şimdi değil. Şimdi sizlere kapılardan bahsedeceğim.

Kapılardan girmek zor çıkmak kolaydır. Saçmalamayın, böyle şeyler söylemeyeceğim.

Bir gün bir kapının içinde, bir adamın başında bekliyordum. Adam hiç kımıldamıyordu çünkü teknik olarak kımıldaması mümkün değildi. Hiç kımıldamayan birinin yanında beklemek de kolay görünür ancak değil, belki bunu da bir gün tafsilatıyla anlatırım ancak tekrar ediyorum, konumuz beklemek değil.

Hiç kımıldamayan adam birden kusmaya başladı. Dediğim kusmak, kusmak diye bildiğiniz şey değil. Ağzından, burnundan, karnındaki hortumdan, boğazına nefes alması için açılmış olan kanaldan, her yerinden kusuyordu. Gözlerinden de kustuğunu sanabileceğiniz kadar çok kusuyordu. İçi patlamış gibiydi ve mevcut tüm deliklerinden kendini dışarı atmaya çalışıyordu. Ben ne yapacağımı bilmiyordum. Sadece avuçlarımı açtım ve ağlaya zırlaya onun kustuklarını yakalamaya çalıştım. Avuçlarım dolunca da kendimi o kapıdan dışarı atıp doktoru çağırdım. Tam bu kısımda, gören gözler için bir can havli var.

Doktor geldi. Yardımcılarıyla beraber, kendini içinden dışarı atmaya çalışan adamı çeşitli acil müdahale yöntemleriyle yerine tıktı.

Çarşafları değiştirdim. Adamın her yerini ıslak pamuklarla sildim, kağıt havlularla kuruladım, pudraladım, öptüm kokladım. Sonra başucuna oturup ellerini tuttum ve biraz da öyle ağladım. O kımıldayamıyordu, biliyorsunuz. Kımıldayabilse kendisi akıl ederdi, yerine akıl ettim. Gözümün yaşını onun elleriyle sildim. Böylece biraz sakinleştim.

Kafamı kaldırdığımda en son doktora koşarken kullandığım o kapıda ellerimin kusmuktan izleriyle karşılaştım. O izleri hiç unutmadım.

Sizlere kapılarla ilgili başka şeylerden bahsedecektim ama şimdi tüm bunları siktiredin. Ben bir kapıdan çıktım. Nasılsa bir gün sayarım diye hiç saymadığım birkaç basamak merdiven ve akabinde bir asansörle üç kat aşağı indim. Dışarı çıktığımda bastığım sokağı yürüye yürüye bitirdim. Köşeyi dönüp hemen önümde dizlerimin arkasını gördüğüm andan beri de organlarımın kontrolünü kaybetmiş vaziyetteyim. Belki istifa edip köpek bakıcısı olurum. Bu kadar.
.

11 Aralık 2012 Salı

Lavukluğun lüzumu yok

.
Merhaba sevgili okurlarım, hep ben anlatıyorum biraz da siz anlatın rica ederim. Ama sonra çünkü şu an kafam hiç ses kaldırmıyor.

Kafam demişken, kafamı sikiyim çok afedersiniz. Bence kafa çıkarılıp takılabilen bir şey olmalıydı. Lazım olmadığında, taşıyamadığımızda ya da ne bileyim yatarken filan böyle çıkarıp ayakkabılığın üstüne filan koyabilmeliydik. Çok güzel olmaz mıydı? Olurdu ama olmamış. Çok güzel olabilecekken olmamış ne çok şey var. Madem böyle değil, akıl sağlığını korumanın bi yolunu bulmak lazım. Modern zamanlar bu işleri kolaylaştırıyor. “Dünyadaki en önemli şey sizsiniz” diyor, “Kendinizi sevin” diyor, “Hiçbir şeyin sizi üzmesine izin vermeyin” diyor. Pırıl pırıl, rengarenk haplar koyuyor önüne. Seç birini ve gülümse diyor. O kadar konuşuyorlar, hep ben mi çekicem lan bu hayatın ızdırabını dedim çaktım andidebrezani. Madem kafamı yerinden çıkaramıyorum, o halde küçük sevimli kapsüllerin içine koyar ve uzaya fırlatırım. Olur mu? Nah olur.

Öyle olmaz dostlarım. Öyle olmaz da bi şekilde oluyor ya her seferinde, ben asıl ona şaşırıyorum. N’olursa olsun ölmüyorsun. Ben mesela şimdiye kadar hiç ölmedim, inanılır gibi değil. Bu ara böyle kötüyüm mötüyüm diye dolanıyorum ama yine ölmeyeceğimi biliyorum mesela. Ağlarken filan aklıma geliyor bu, bi gülmek alıyor. Kendime karşı inandırıcılığımı kaybettim resmen. Kalbim sıkışıyor gibi oluyor mesela, içimden biri “Hadi ordan” diyor. O biri bakmasa çok güzel ölücem aslında ama insan biri bakarken ölemiyor bile lan. Hele o biri kendiyse. Düşünsene, çıkıyorsun köprüye mesela, kahrolmuşsun filan, atlamaya karar veriyorsun, sonra içindeki diyor ki “N’abıyon lan sen” diyor, “Ne bu şekil şekil hareketler” diyor. “Abi dayanamıyorum artık” filan diyorsun, yani ben öyle diyorum çünkü benim içimdeki bir abi, sizinkini bilemem, her neyse işte, abi diyor ki “Lavukluğun lüzumu yok, kalk git iki bira iç” diyor. Kulağını çekiyor adeta, paşa paşa gidiyorsun. Aman ne bileyim.

Eskiden “Edebiyat olmasa boku yemiştim.” diyordum, artık “Edebiyata rağmen boku yedim.” diyorum. Çünkü çok da lü lü anasını satiyim. Dünya turuna gidicem ben. Ya da şarkıcı filan olucam. O da olmadı orospu olurum. Henüz insanlığa ne tür bir kötülük yapacağıma karar vermedim. Bir ara veririm. Başımın çaresine de bakarım, onca yıllık başım sonuçta, bunu herkes bilir. Herkes bilir ve bu yüzden ağzıma sıçmakta hiçbir beis görmezler. Sonlara doğru eziklenmeyeydim eyiydi sdgsfdfdf. Ama böyle.

Bitmeden; edebiyata laf ediyorum ama yine de onsuz olmuyor. Ol sebep şuraya Barış Bıçakçı'nın Veciz Sözler'inden birini eklemeden gitmeyeyim:

"Bir öğleden sonra sahilde oturmuş kitap okurken koşarak önümden geçtiğini gördüm, biraz ileride durup geri döndü ve 'Biliyor musun,' dedi nefes nefese, 'Emre'nin ayağına deniz kestanesi battı!' 'Öyle mi!' dedim, onun hoşuna gideceğini düşündüğüm şaşkın bir yüz ifadesi takınarak, 'Peki şimdi nerde?' 'Ayağında!' diye bağırdı çın çın, sonra da yine koşarak uzaklaştı. Ah, öznelerin farklılığı öldürecek beni. O zaman çok güldürmüştü ama şimdi öldürecek. Herkesin cümlesi aynı bile olsa öznesi farklı. Ve gramer hiçbir işe yaramıyor. Demek istediğim, özne hiçbir zaman ben olamadım. Özne hep bir deniz kestanesiydi."

Gördüğünüz gibi vaziyetler biraz patlak. Beni ararsanız ebemin tenasül uzvunda olacağım.
Öpüyorum mıncırıklarınızı. Si yu.
.