3 Ekim 2015 Cumartesi

Bekleme Salonu

Herkes için herhangi bir sabaha karşı... Tüm gece onu zapt etmeye çalışmaktan yorgun düşmüşüm. O da yorgun artık. Birkaç saat önce çamaşır makinesiyle kavga edip onu defterden sildi. Yeni kankası sehpa. O sehpayla dertleşirken ben kesici, delici, yakıcı ne varsa ortadan kaldırdım. İnsan kendini öldürmekte kararlı olunca her şey öldürücü olabiliyormuş, onu anladım. Kanepeye yatırıyorum. Durmadan akan sümüklerini siliyorum. Saçlarımın, diyor, her telinin ayrı ayrı ağrıdığını hissediyorum. Saçlarıma gidiyor ellerim, sanki her teli ayrı ayrı ağarıyor. Türk filmlerindeki, saçları bir gecede beyazlayan kadınlar geliyor aklıma. Ama hiçbir şeyi uzun uzadıya düşünecek durumda değilim. Kendim için üzülmeye zamanım yok.

Yüzünün rengini ancak kör bir ressam tarif edebilir. O rengi daha fazla görmemek için kör kalmayı dileyecekken, kör kaldığı için saçlarımın her telini ayrı ayrı ağrıtan biri geliyor aklıma. Vazgeçiyorum. Falsosuz gören gözlerimle, ne halim varsa görmeye devam ediyorum.

Ölüm, diyor, bu kadar mı güzel gelir bir insana… Bana sormuyor. Kime sorduğunu bilmiyor. Zaten bir cevap da istemiyor. Öyle boşluğa bakıyor sadece. Ayın çekim gücüyle yerin çekim gücünün eşit olduğu bir yer vardır ya, orada sanki. Biraz daha uzaklaşırsa sonsuza dek kaybolacak gibi. Onu asılı kaldığı yerden bu tarafa doğru çekmek istiyorum. Ellerim kocaman olsun, tek hamlede tutup alayım, gitmesin istiyorum. Ama sabaha çıkacağını ispat etmek için bile en az iki şahit gerek. Kendimi ikiye bölüyorum.

Dışarıdan saksağan sesleri geldiğini söylüyor. Dışarıdan saksağan sesleri gelmiyor. Onun kulaklarını ödünç alıp dinlemeye başlıyorum.

Küçükken kar yağdığında kuş yakalardık birlikte. Mavi bir leğeni, ip bağlı küçük bir sopayla aralık tutmayı sağlayıp, leğenin altına ekmek parçaları koyardık. İpin ucu evimize çıkardı. Evimiz sobanın üstünde kuruyan çamaşır kokardı. Pencereye tüner, kuş beklerdik. Kuş gelince ipi çekerdik. Sopa düşer, leğen kapanırdı. Kuşa bir şey olmazdı. Koşa koşa gider kuşu bana getirirdi. Avuçlarım kupkuş olurdu. Biz o anda kardeş olurduk...

Keşke, diyor, saksağan olsaydım... İçimden kuşlar dökülüyor...

O mavi leğeni bulsam... Kar yağsa... Bak desem bak, Allah melekleri rendeliyor! Hadi kuş tutalım...

....

Terliyor, bütün bedeni kasılıyor. Üstündekileri çıkarıyorum. Kolları, bacakları, kasıkları... İnsan vücudunda uç uca eklendiğinde yüz bin kilometreye yakın damar olduğunu hatırlıyorum. Morarmış iğne deliklerine bakarak kendi içinde kaç kilometre yolculuk yaptığını anlamaya çalışıyorum. Sebeplerini anlamaya çalışıyorum. Anlıyorum. Anlayınca affediyorum. Noktaları birleştirdiğimde "ukde" yazıyor çünkü... O ukdeyi biliyorum. Bildiğimin yanına bir tane daha "düğüm"lüyorum.

Sabah oluyor. Ne yaşanırsa yaşansın yine de sabah oluyor ya, buna her zaman hayret ediyorum. Arabaya bindirip önceden randevu aldığım bir bağımlılık tedavi merkezine götürüyorum. Karşı koyacak durumda değil. 

Muayene ediyorlar, daha iyi hissetmesi için bir iğne vuruyorlar, yatış evraklarını hazırlarken bizi bir bekleme salonuna alıyorlar. Hayatım bekleme salonlarında geçiyor. Şayet bir gün uzaylılar gelip bana “Dünya nasıl bir yer” diye sorarlarsa onlara buranın bir bekleme salonu olduğunu söyleyeceğim. Neyi beklediğini bile bilmediğin kocaman bir bekleme salonu.

Nerdeyiz şimdi, diyor başka bir dünyadanmış gibi gelen sesiyle. Dönülmez akşamın ufkundayız, diyorum. Gülümsüyor. Bu, prensipte anlaştığımızın fotoğrafı.  Azrailden bonservisini almayı becerebilirsek halledeceğiz. Saçlarını öpüyorum. Kokusunu içime çeke çeke öpüyorum. Bir yerlerde iki kardeşin uçsuz bucaksız bir arazide uçurtma uçurduklarını hayal ediyorum. Hasta bakıcılar hadi deyip iki koluna giriyorlar.

Koridorda götürülüşünü izliyorum. Kafam, devrilmiş bir seyyar satıcı arabası gibi. Ortalığa dökülüp saçılıyorum. Derhal toplamak, kimse görmeden tamamlanmak istiyorum ama bir parçamı kucağıma almaya çalışırken bir diğerini mutlaka düşürüyorum. Bir türlü tam olarak bir araya gelemiyorum.

Odasına girmeden önce endişeli gözlerle son kez dönüp bakıyor bana. Kucağımda düşmesinler diye sıkı sıkı tuttuğum iç organlarımla, koridorun diğer ucuna doğru son gücümle “Korkma” diye bağırıyorum, “daha motorları maviliklere süreceğiz.”

Söylediğim şeye inanmasını istiyorum.

Söylediğim şeye inanmak istiyorum.

Not: Bu yazı KAFA dergisinin Ağustos 2015 sayısında yayımlanmıştır.
.

Hiç yorum yok: