.
Doktor beni kesti.
İçimden 7 trakeostomi kanülü, 1 solunum cihazı, 1 tekerlekli sandalye, işe yaramış kalp masajları, işe yaramamış ameliyatlar, bir parça beyin, 1 baba, 1 kardeş ve birkaç kullanılmamış intihar girişimi çıkardı. Kendimi hafiflemiş hissediyordum. Yer çekimi kanununa inanmamak için haklı gerekçelerim vardı zira yer beni o derece çekmiyordu artık. Doktor bu rahatlamanın geçici olduğunu, anestezinin etkisi geçince işlerin tekrar sarpa saracağını söyledi. Haklıydı. Çünkü tam 1 yıldır hergün aynı şey oluyordu. Yıl dönmüştü ancak onun dışındaki hiçbir şey dönmemişti. Zamanın yatay değil dikey bir eksende hareket ettiğini ispatlayabilir, teorinin amına koyabilirdim. Neyse ki halim yoktu.
Rahmetli Hipokrat, her derdin devasını bulup da söylememeye yemin eden orospu çocuğunun tekiydi nazarımda. Yüzlerce yıldır bütün doktorlara da aynı yemini ettiriyordu. Bunu keşfettiğim günden sonra tababet benim için bitmişti artık.
Doktor; maneviyatımda bir takım eksiklikler olduğu için taşların yerine oturmadığına, belki uzun bir seyahatin bana iyi geleceğine, hem o ara gerçeği de bulabileceğime dair bir şeyler söyledi.
"Ben gerçeği bulmaya değil unutmaya çalışıyorum" dedim.
Umutsuz yüz ifadesini çantasına itinayla yerleştirdikten sonra odadan çıktı. Neştersiz kestiği yerlerime kendi ellerimle overlok çekip radyoyu açtım. İçinde "uyan" kelimesi geçen bir ağıt bütün odayı kapladı.
"Mevsimlerden yazdı ve tercüme-i halime ne söylesem azdı."
.
24 Ağustos 2009 Pazartesi
15 Ağustos 2009 Cumartesi
Bana kaderimin bir oyunu mu bu?
.
Uzun zamandır uzun yol yapmamıştı. Kış boyu "nerde kaldı lan bu, başına bi şey gelmiş olmasın" diye endişeyle beklediği gül gibi yaz günlerini, aile evinde, balkondan kirpilerin çiftleşmesini izleyerek, her seferinde "bırakıcam bu namussuzu" diye diye sigara içerek ve götü başı göz alabildiğine yayarak geçiriyordu. Aslında bu ayar iyiydi. Ama bir arkadaşı kendisini arayıp da "yoldayım, geliyorum, gidiyoruz" dediğinde itiraz etmedi. Zira "veni-vidi-vici"nin yandan yemişi kıvamındaki telekomünikasyon harikası bu tek yönlü konuşma, artık hareket vaktinin geldiğinin habercisiydi.
Kahramanımız, sırt çantasına tatil için gerekli olabilecek eşyalardan eser miktarda tıkıştırıp beklemeye başladı. Bu arada yazar da hiç fena değildi yalnız. "Sırt çantası" diyerek kahramanımızı satır arasından bohemin önde gideni yapmıştı. Ama mevzunun bu kısmını uzatmasa iyi olurdu. Nihayetinde yola çıkma aşamasının bir atraksiyonu yoktu. Mühim olan yoldu.
Diye düşünmüş olsak da yolda da pek bir şey olmadı aslında. Arabayı Bolu'da bir kuaföre çekip arkadaşının ağda yaptırmasını beklemesi ve beklerken hasbelkader açtığı bagajda Şanzelize'ye hazırlıkmış gibicesine yerleştirilmiş koca valizi görmesi kahramanımız için bir travma niteliği taşıyordu zaten. Yazar bunlardan hiç bahsetmese daha iyi olurdu. Bunun dışında, atıştırmak için ıvır zıvır bir şeyler almak üzere girdikleri bir dükkanın ilk müşterileri olmaları hasebiyle 41 pare top atışıyla karşılanmaları ve yerel gazete için boy boy fotoğraf çektirmek zorunda kalmaları, ayrıca dükkanın bereket mevlidine katılmalarının icap etmesi ve ellerine tutuşturulan türlü çeşit açılış kurabiyesiyle beraber şenliklerle uğurlanmaları da atlatılabilecek gibi durmuyordu. Öyle ki, yol boyu olayın saçmalığı yüzünden konuşamadılar ve bütün bu olanları unutmaya çalıştılar.
Kahramanımız, kulağı buradan göstermek varken teee şuradan göstermenin manasızlığı üzerine düşünürken Ankara'ya varmışlardı bile. Rahmetli Pisagor, Hipotenüsü es geçerek İstanbul'dan kalkıp Antalya'ya gitmek için seçilen bu güzergahı görse göz yaşları içerisinde kalırdı. O değil de bu insanlar ne zaman Afyon'a varacaklardı? Vejetaryenler rahman ve rahim olan Afyon sucuğu gerçeğini nasıl inkar edebiliyorlardı? Bunların hepsi merak edilen konulardı ve muhtemelen bu yazı içerisinde cevap bulamayacaklardı.
Zorlu bir yolculuk sonunda Antalya'ya varıldı ve bahsi geçen tatil yapıldı. Yazarımız tembelin teki olmasa o kısımları da anlatırdı muhakkak. Ama bence onun aklında başka bir şey vardı ve esas meseleye bir an önce gelebilmek için yanıp tutuşmaktaydı. Heves ediyordu işte garibim, n'apsındı.
Kahramanımız ve hendese öğrenmemekte ısrar eden arkadaşı dönüşte tekrar Ankara'ya uğradı. Bu arada yazarın, geometriye hendese diyerek artistlik yaptığı da dikkatli okurun gözünden kaçmadı. Neyse işte bunlar Ankara'da birkaç saat vakit geçirmeye karar verdi. Ne de olsa ikisinin de öğrencilik yılları burada geçmişti. Kişisel hatıralarının peşlerinden gitmek üzere bir süreliğine ayrıldılar. Kahramanımız, bu kısıtlı zamandaki tek tercih hakkını, yıllarının geçtiği Olgunlar Sokak'tan yana kullandı. Niyeti oralarda bir miktar nostalji yapmaktı. Ama nerdee... Gül gibi sokağın amına komuşlardı. Bunu görünce çok üzüldü desek olmaz, hüzünlendi desek kimse inanmaz... Elbette ki sinirlendi kahramanımız. Çünkü kendisi gerçekten çok asabi bir insandı. Kitapçı tezgahlarının arasında söylene söylene dolaşırken tanıdık bir ses duydu. O da nesiydi? Yoksa bu, kadim dostu Ali miydi lan? Vay anasınıydı. Demek hala buralardaydı. Hemen tükkanın önüne birer tabure atıp muhabbete koyuldular. Kendisi de zamanında bu tezgahta az kitap satmamıştı. Bayaa bi konuştular işte. Eski günleri yad ettiler. Çeşitli ipnelikler yaptılar. Çaydı oraletti derken gitme vakti geldi. Giderken günün hatırası olsun diye çok kıral arkadaşı Ali ona bir kitap hediye etti. Ah canım benimdi.
Kahramanımız neşe içerisinde yol arkadaşıyla yeniden buluştu. Artık dönmek zamanıydı. Yaklaşık 400 km süren bu son ve zorlu etapta, arkadaşının bütün ısrarlarına rağmen arabayı kullanmayıp pencereden dışarı ayaklarını uzatarak hediye kitabını okudu. Çok hayvan bir insandı bu kahramanımız. Hanfendilikten zerre nasibini almamıştı.
Eve yaklaştıklarında artık kitabın sonuna gelmişti ama o da nesiydi? Kitabın en arka sayfasında oynanmış ama yatırılmamış bir Sayısal Loto kuponu vardı. Kitabın kahramanımızdan önceki sahibi kimbilir ne umutlarla doldurmuştu o kutucukları? Acaba hayaller el değiştirebilir miydi? Kader, trikotaj işinde kendini aşmak üzere miydi? Aşılan bunca yol ve çekilen onca eziyet sırf bu kupona ulaşabilmek için miydi? Yoksa olasılığın muhteşemliği yüzünden 5 dakkada mis gibi tatili harcayan yazar kolpacının teki miydi?
Aklında bir takım yırtma planlarıyla nihayet aile evine, kutsal topraklara varmış gibi büyük bir sevinçle varan kahramanımız, aynı hafta o sayısal kuponunu yatırmayı da kafasına koymuştu. Şeytanın bacağını, feleğin çarkını ve daha nice belirtili isim tamlamasını kırmak üzere olduğunu düşünüyordu. Fakat gel gör ki bu kahramanımızın bi sikime sürülecek aklı yoktu ve kuponu yatırmayı unuttu.
Bunu farkettiği saatlerde, sayısal topları, dolambaçlı yollardan geçip Ziraat Bankası memuresi kılıklı bir TRT sunucusunun avuçlarına düşüyor olmalıydı. Hay sıçayımdı. Fırsat kırk yılda bir ayağına kadar gelmişti ama o bunu da kullanmayı becerememişti işte. Oysa ilerde toruna torbaya anlatacak ne güzel bir hikayesi olacaktı. Kazanan numaralara bakmaya götü yemiyordu. Beti benzi attı. Ama kaçınılmaz son geldi ve satırı çaldı cellat...
Gözleri Milli Piyango'nun resmi web sitesine kilitlenmiş bir biçimde baktı bir süre boş boş. Bir süre de elindeki kupona baktı. Durumu idrak etmesi biraz zaman aldı.
Saçmalama lan sayın okur. Elbette ki büyük ikramiye kahramanımızın elindeki kupona çıkmadı.
Ama alternatif bir son istiyorsan şöyle diyebilirim; yazar ve kahramanımız aynı insandı.
Bitti
.
Uzun zamandır uzun yol yapmamıştı. Kış boyu "nerde kaldı lan bu, başına bi şey gelmiş olmasın" diye endişeyle beklediği gül gibi yaz günlerini, aile evinde, balkondan kirpilerin çiftleşmesini izleyerek, her seferinde "bırakıcam bu namussuzu" diye diye sigara içerek ve götü başı göz alabildiğine yayarak geçiriyordu. Aslında bu ayar iyiydi. Ama bir arkadaşı kendisini arayıp da "yoldayım, geliyorum, gidiyoruz" dediğinde itiraz etmedi. Zira "veni-vidi-vici"nin yandan yemişi kıvamındaki telekomünikasyon harikası bu tek yönlü konuşma, artık hareket vaktinin geldiğinin habercisiydi.
Kahramanımız, sırt çantasına tatil için gerekli olabilecek eşyalardan eser miktarda tıkıştırıp beklemeye başladı. Bu arada yazar da hiç fena değildi yalnız. "Sırt çantası" diyerek kahramanımızı satır arasından bohemin önde gideni yapmıştı. Ama mevzunun bu kısmını uzatmasa iyi olurdu. Nihayetinde yola çıkma aşamasının bir atraksiyonu yoktu. Mühim olan yoldu.
Diye düşünmüş olsak da yolda da pek bir şey olmadı aslında. Arabayı Bolu'da bir kuaföre çekip arkadaşının ağda yaptırmasını beklemesi ve beklerken hasbelkader açtığı bagajda Şanzelize'ye hazırlıkmış gibicesine yerleştirilmiş koca valizi görmesi kahramanımız için bir travma niteliği taşıyordu zaten. Yazar bunlardan hiç bahsetmese daha iyi olurdu. Bunun dışında, atıştırmak için ıvır zıvır bir şeyler almak üzere girdikleri bir dükkanın ilk müşterileri olmaları hasebiyle 41 pare top atışıyla karşılanmaları ve yerel gazete için boy boy fotoğraf çektirmek zorunda kalmaları, ayrıca dükkanın bereket mevlidine katılmalarının icap etmesi ve ellerine tutuşturulan türlü çeşit açılış kurabiyesiyle beraber şenliklerle uğurlanmaları da atlatılabilecek gibi durmuyordu. Öyle ki, yol boyu olayın saçmalığı yüzünden konuşamadılar ve bütün bu olanları unutmaya çalıştılar.
Kahramanımız, kulağı buradan göstermek varken teee şuradan göstermenin manasızlığı üzerine düşünürken Ankara'ya varmışlardı bile. Rahmetli Pisagor, Hipotenüsü es geçerek İstanbul'dan kalkıp Antalya'ya gitmek için seçilen bu güzergahı görse göz yaşları içerisinde kalırdı. O değil de bu insanlar ne zaman Afyon'a varacaklardı? Vejetaryenler rahman ve rahim olan Afyon sucuğu gerçeğini nasıl inkar edebiliyorlardı? Bunların hepsi merak edilen konulardı ve muhtemelen bu yazı içerisinde cevap bulamayacaklardı.
Zorlu bir yolculuk sonunda Antalya'ya varıldı ve bahsi geçen tatil yapıldı. Yazarımız tembelin teki olmasa o kısımları da anlatırdı muhakkak. Ama bence onun aklında başka bir şey vardı ve esas meseleye bir an önce gelebilmek için yanıp tutuşmaktaydı. Heves ediyordu işte garibim, n'apsındı.
Kahramanımız ve hendese öğrenmemekte ısrar eden arkadaşı dönüşte tekrar Ankara'ya uğradı. Bu arada yazarın, geometriye hendese diyerek artistlik yaptığı da dikkatli okurun gözünden kaçmadı. Neyse işte bunlar Ankara'da birkaç saat vakit geçirmeye karar verdi. Ne de olsa ikisinin de öğrencilik yılları burada geçmişti. Kişisel hatıralarının peşlerinden gitmek üzere bir süreliğine ayrıldılar. Kahramanımız, bu kısıtlı zamandaki tek tercih hakkını, yıllarının geçtiği Olgunlar Sokak'tan yana kullandı. Niyeti oralarda bir miktar nostalji yapmaktı. Ama nerdee... Gül gibi sokağın amına komuşlardı. Bunu görünce çok üzüldü desek olmaz, hüzünlendi desek kimse inanmaz... Elbette ki sinirlendi kahramanımız. Çünkü kendisi gerçekten çok asabi bir insandı. Kitapçı tezgahlarının arasında söylene söylene dolaşırken tanıdık bir ses duydu. O da nesiydi? Yoksa bu, kadim dostu Ali miydi lan? Vay anasınıydı. Demek hala buralardaydı. Hemen tükkanın önüne birer tabure atıp muhabbete koyuldular. Kendisi de zamanında bu tezgahta az kitap satmamıştı. Bayaa bi konuştular işte. Eski günleri yad ettiler. Çeşitli ipnelikler yaptılar. Çaydı oraletti derken gitme vakti geldi. Giderken günün hatırası olsun diye çok kıral arkadaşı Ali ona bir kitap hediye etti. Ah canım benimdi.
Kahramanımız neşe içerisinde yol arkadaşıyla yeniden buluştu. Artık dönmek zamanıydı. Yaklaşık 400 km süren bu son ve zorlu etapta, arkadaşının bütün ısrarlarına rağmen arabayı kullanmayıp pencereden dışarı ayaklarını uzatarak hediye kitabını okudu. Çok hayvan bir insandı bu kahramanımız. Hanfendilikten zerre nasibini almamıştı.
Eve yaklaştıklarında artık kitabın sonuna gelmişti ama o da nesiydi? Kitabın en arka sayfasında oynanmış ama yatırılmamış bir Sayısal Loto kuponu vardı. Kitabın kahramanımızdan önceki sahibi kimbilir ne umutlarla doldurmuştu o kutucukları? Acaba hayaller el değiştirebilir miydi? Kader, trikotaj işinde kendini aşmak üzere miydi? Aşılan bunca yol ve çekilen onca eziyet sırf bu kupona ulaşabilmek için miydi? Yoksa olasılığın muhteşemliği yüzünden 5 dakkada mis gibi tatili harcayan yazar kolpacının teki miydi?
Aklında bir takım yırtma planlarıyla nihayet aile evine, kutsal topraklara varmış gibi büyük bir sevinçle varan kahramanımız, aynı hafta o sayısal kuponunu yatırmayı da kafasına koymuştu. Şeytanın bacağını, feleğin çarkını ve daha nice belirtili isim tamlamasını kırmak üzere olduğunu düşünüyordu. Fakat gel gör ki bu kahramanımızın bi sikime sürülecek aklı yoktu ve kuponu yatırmayı unuttu.
Bunu farkettiği saatlerde, sayısal topları, dolambaçlı yollardan geçip Ziraat Bankası memuresi kılıklı bir TRT sunucusunun avuçlarına düşüyor olmalıydı. Hay sıçayımdı. Fırsat kırk yılda bir ayağına kadar gelmişti ama o bunu da kullanmayı becerememişti işte. Oysa ilerde toruna torbaya anlatacak ne güzel bir hikayesi olacaktı. Kazanan numaralara bakmaya götü yemiyordu. Beti benzi attı. Ama kaçınılmaz son geldi ve satırı çaldı cellat...
Gözleri Milli Piyango'nun resmi web sitesine kilitlenmiş bir biçimde baktı bir süre boş boş. Bir süre de elindeki kupona baktı. Durumu idrak etmesi biraz zaman aldı.
Saçmalama lan sayın okur. Elbette ki büyük ikramiye kahramanımızın elindeki kupona çıkmadı.
Ama alternatif bir son istiyorsan şöyle diyebilirim; yazar ve kahramanımız aynı insandı.
Bitti
.
11 Ağustos 2009 Salı
Böyleyken böyle
.
Komik şeyler yapasım var. İçim karikatürlerle dolu. Daha önce niye yazıyormuşum bilmiyorum. Bundan sonra yazacak mıyım bilmiyorum. Çünkü her şey resimmiş bende. Aslında bunu hatırlıyor olmalıydım. İlkokula başladığımda,babama söylenen gerekçeyle anlatacak olursam, okumayı ve yazmayı bildiğim ve sair şeylere de çok hızlı hakim olduğum için öğretmen en arka sıraya oturtup resim defterimi açıyor ve elime boyalar tutuşturuyordu. Sıkıldığımı anımsıyorum. Okul çok saçma ve gereksiz bir yerdi gözümde. Ki hala öyledir. Ama işte o gün bugündür de okullarla olan münasebetim bitmiyor ne yazık ki. İnsanoğlu olmak istemeyeceği yerde olmaya mahkum bir mahluk sanırım. Ya da normalde maraz arayacak kadar izansız. Oysa sana dayatılan normalin yerini değiştirdiğinde her şey bambaşka oluyor. Bu bilgiyi ömür boyu cebinde taşısan hiç sıkıntı kalmayacak aslında. Ama olmuyor işte. Geçmeyen bir memnuniyetsizliğe dönüyor her şey. Bunun ne kadar şımarıkça bir davranış olduğunuysa eşşeği kaybedince anlıyorsun. O zaman da tezeği avuçnan yemiş oluyorsun zaten. Misal şimdi geçen yıl tam da bugüne dönsem oohoooo, dünya on numara gezegen olur nazarımda. Ama geçen yıl tam da bugün bunu söylemek aklıma bile gelmezdi. Ya neyse yazı samanyolu tv'deki ibret hikayelerine dönmeden tornistan yapalım.
Ne diyordum işte resim. Resim yapmayı çok seviyordum. Evin en çıkma odasının duvarına sulu boyalarla nebçim güzel resimler yapmıştım. Annem kızacak diye korka korka böyle. Annem gördüğünün ertesi günü elinde küçük bir kağıtla geldi. Yeteneğimi ondan almadığımın isbatı niteliğindeki değişik bir eskiz tekniğiyle, masa üstünde bir vazo ve sözlü ifadesinden anladığım kadarıyla rengarenk çiçekler çizmiş. Meğer uslanmaz bir natürmort düşkünüymüş kadın. Odanın tüm duvarlarını nebatatla doldurmak zorunda kalmıştım.
Sonra işte lisede verdiler bana gazı. Dahisin sen. Sayısal zekan çok kuvvetli. Resim de güzel bi şey ama onu hobi olarak da yapabilirsin filan.. Para konusu da açıldı tabi. E asiyiz ya sözde, "reşit olunca evden ayrılıcam kendi evimi tutucam para lazım olucak olum" diye kendimi de telkin ederek kişisel tarihimin tozlu yaprakları arasına gömdüm mis gibi kabiliyeti. Kabiliyetliydim tabi lan ne sandınız! Ama işte okuldu deneylerdi devrelerdi levyelerdi filan derken... Levyeler derken şey işte solcuydum ben böyle illegal hikayeler yani. Dövüşlü mövüşlü. Yok lan abarttım. Kız bi insanım sonuçta, şiddete karşı X kromozomu şeklinde bir kalkanım var nerdeyse her hemcinsim gibi. Oradaki "nerdeyse" nitelemesindeki göndermeyi gördün di mi sevgili okur. Yazı arasında adam örgütleyecek kıvamdayım lan şu anda kafam çok acayip. Tamam bokunu çıkarmayayım dur. Ben tabi resim yapmayı bıraktım. Çok siyasiyim artizler bildiğiniz gibi değil. Akşamları da rock barlar tabi. O zamanlar özentiliğimi sikecek ölçüde gelişmemiş kafa, kendimi bi bok sanıyorum yani. Sonra heykeltraş bi sevgilim oldu uzun yıllar. Onunla birlikte resim yapıyorduk bazen salak salak. Aklına birbirimize bakıp nü resimler yaptığımız gelen okurlar var ya, hah işte onlar insan değil. Ben şimdi tek tek isim vererek kendilerini burada teşhir etmek istemiyorum. Ama hepinizin IP'si kayıtlı olum. Ona göre yani. Bu arada heykeltraş sevgilime de buradan selamlar gönderiyorum. Canım benim ahuahau. Sikeyim.
Girişi gelişmeyi kazasız belasız atlatabildiysek sadede geliyorum. Geçenlerde şeyi farkettim. Kafamın içinde bütün kavramların tarif edemeyeceğim resimleri var. Şemalamışım onları böyle. Şematik dönemi geçememişim yani. Bi de dahi diye dravdan gazlamışlar beni. Olmadığım gerçeğiyle yüzleşeli çok oldu tabi orda sıkıntı yok da bu resim işi enteresan iş. Kafamın içindekileri boyalara dökebilirsem...
Bazen öyle ben'im, öyle ben'im ki, bütün dünyayı avuçlarımda ufalayabilirim sanki.
Neyse birazdan geçer..
Öpüyorum nöronlarınızı. Canlarım.
Lağğn?
.
Komik şeyler yapasım var. İçim karikatürlerle dolu. Daha önce niye yazıyormuşum bilmiyorum. Bundan sonra yazacak mıyım bilmiyorum. Çünkü her şey resimmiş bende. Aslında bunu hatırlıyor olmalıydım. İlkokula başladığımda,babama söylenen gerekçeyle anlatacak olursam, okumayı ve yazmayı bildiğim ve sair şeylere de çok hızlı hakim olduğum için öğretmen en arka sıraya oturtup resim defterimi açıyor ve elime boyalar tutuşturuyordu. Sıkıldığımı anımsıyorum. Okul çok saçma ve gereksiz bir yerdi gözümde. Ki hala öyledir. Ama işte o gün bugündür de okullarla olan münasebetim bitmiyor ne yazık ki. İnsanoğlu olmak istemeyeceği yerde olmaya mahkum bir mahluk sanırım. Ya da normalde maraz arayacak kadar izansız. Oysa sana dayatılan normalin yerini değiştirdiğinde her şey bambaşka oluyor. Bu bilgiyi ömür boyu cebinde taşısan hiç sıkıntı kalmayacak aslında. Ama olmuyor işte. Geçmeyen bir memnuniyetsizliğe dönüyor her şey. Bunun ne kadar şımarıkça bir davranış olduğunuysa eşşeği kaybedince anlıyorsun. O zaman da tezeği avuçnan yemiş oluyorsun zaten. Misal şimdi geçen yıl tam da bugüne dönsem oohoooo, dünya on numara gezegen olur nazarımda. Ama geçen yıl tam da bugün bunu söylemek aklıma bile gelmezdi. Ya neyse yazı samanyolu tv'deki ibret hikayelerine dönmeden tornistan yapalım.
Ne diyordum işte resim. Resim yapmayı çok seviyordum. Evin en çıkma odasının duvarına sulu boyalarla nebçim güzel resimler yapmıştım. Annem kızacak diye korka korka böyle. Annem gördüğünün ertesi günü elinde küçük bir kağıtla geldi. Yeteneğimi ondan almadığımın isbatı niteliğindeki değişik bir eskiz tekniğiyle, masa üstünde bir vazo ve sözlü ifadesinden anladığım kadarıyla rengarenk çiçekler çizmiş. Meğer uslanmaz bir natürmort düşkünüymüş kadın. Odanın tüm duvarlarını nebatatla doldurmak zorunda kalmıştım.
Bu da İstanbul'daki ilk evimin duvarına çizdiğim organizma
Girişi gelişmeyi kazasız belasız atlatabildiysek sadede geliyorum. Geçenlerde şeyi farkettim. Kafamın içinde bütün kavramların tarif edemeyeceğim resimleri var. Şemalamışım onları böyle. Şematik dönemi geçememişim yani. Bi de dahi diye dravdan gazlamışlar beni. Olmadığım gerçeğiyle yüzleşeli çok oldu tabi orda sıkıntı yok da bu resim işi enteresan iş. Kafamın içindekileri boyalara dökebilirsem...
Bazen öyle ben'im, öyle ben'im ki, bütün dünyayı avuçlarımda ufalayabilirim sanki.
Neyse birazdan geçer..
Öpüyorum nöronlarınızı. Canlarım.
Lağğn?
.
6 Ağustos 2009 Perşembe
Koma'dan bildiriyorum!
.
Yani diyorum ki ne acayip dünya bu.. Bundan önce bir şey söyledim mi? Hatırlamıyorum. Başımı çok kötü çarptım, kask kırıldı. Kask benim başımda değildi. Kimin başındaydı? Tam çıkaramıyorum. Peki bu hikayenin en başı nasıldı?
Birkaç kaza ve ölüm vardı. Oğlu evet oğlu, 3 buçuk yaşındaydı. Eşi 24... Çok küçüktüler, çok hızlıydı o araba onlara çarparken evet. 10 yıl önceydi. İkisi birlikteydi. Günlerden Perşembeydi. Eylüldü..
Ne diyordum, çok kötü çarptım başımı. Motorun içine binlerce beygir girmişti ve sakinleşmiyorlardı bir türlü. At olsa böyle yapmaz, beygir işte, laftan anlamadı. Durmadı bir türlü ah durmadı! Motoru ben kullanmıyordum. Kim kullanıyordu? Çıkaramıyorum şimdi. Bi de işin içinden çıkamadığımız zamanlar vardı, nasıldı?
Birkaç kaza ve ölüm vardı. Babası evet, gözünün önünde, günden güne... Beynini yedi tümör, alıp götürene kadar da doymadı. Çok güzel gülerdi, çok güzel bakardı. Biraz daha öyle gülse, biraz daha öyle baksa iyiydi ya, olmadı tabii, olamadı. 6 yıl önceydi. Günlerden Pazartesiydi. 9'du Eylül, 10 olmadı.
Başımı diyorum, çok kötü çarptım. Nefes alamadım bi süre. Şimdi alabiliyor muyum? Emin değilim. Sanırım bir takım cihazlar bağladılar yaşayabilmem için. Cihazları bana bağlamadılar. Kime bağladılar? Tam kestiremiyorum şimdi. Kesmek istediğim zamanlar olmuştu. Bileklerimi ve dileklerimi... Nasıldı?
Çokça kaza ve ölüm vardı evet. Çok fazlaydı. Üşüşüyor hepsi kafama ama anlayamıyorum, ayıklayamıyorum şimdi bir türlü.
Dedim ya...
Başımı..
Çok kötü..
Abimin, aklımın almadığı o kazayı yapışından kısa bir süre sonra, yoğun bakım günlerinde yazmıştım bu yazıyı. Muazzam bir anlayamamak hali. Nasıl olur? Sinan abinin kazasını kaç kere konuşmuştuk. "Gözü kapalı dönerdi o pisti" diyerek şaşkınlığını atamıyordu abim. Sinan Sofuoğlu fren kaçırmak gibi hayati bir hata yapmıştı. Bu hatayı yapacak türden bir yarışçı değildi o. Abim de değildi. Şampiyondu. Hem de pistlerdeki en fazla beygirli kategorinin, 1000 cc A klasmanının şampiyonuydu. Aynı hata. Aynı şigan. İsminde bile meymenet olmayan kara şigan. Düştü abim.. O gün bugündür de kalkmadı... "Fren kaçırmak" üzerine düşünmek için çok zamanım oldu yani.
Koma'nın ne demek olduğunu anlamak için zihnime attırmadığım takla kalmadı. Hiçbir müsekkinin ulaştıramayacağı nokta. Sonu görmek. Gitmekle kalmak arasında bir tercih hakkı tanınmış, "bu sonsuzlukta istediğin kadar kalabilirsin, sıkıldığında da gitmek ya da kalmak senin bileceğin iş" denmiş gibi. Yani bir tarafıyla Allah'ın kıyağı. Başıma gelse hiç üzülmeyeceğim, ama abimin başına geldiği için son derece üzgün olduğum bir hadise.
347 gündür o gülüşü tekrar görebilmek için gelmiş geçmiş tüm ilahlara dua ettim ben. Bazen hazinemdeki son kelimeye kadar unutmuşum gibi hissettim. Konuşamadım. Anlatamadım. En çok anlayamadım. Anlayamadıkça isyan ettim. Hedef kestiremedim. Her şeye sitem ettim. Herkese küfrettim. Ağladım. Ağlayamadım. Ağlamamam gerekti. Ağlamak istemedim. Ağlamakla dindiremedim. Tövbe ettim. İnkar ettim. Kabul ettim. Israr ettim. Olmadı. Oldur dedim. Oldurmadı. Nefret ettim...
Bu gece ilk kez güldü abim.. Tam olması gereken zamanda, kısacık bir anda güldü.. Bildiğim her şey üzerine yemin ederim ki güldü.. O gülüşü gördüm ben. İnsan çok sevinince n'apıyormuş unutmuşum. Sokağa çıkıp şuursuzca koştum biraz. Kahkahalarla ağlamak şeklindeki klişe tamlamanın ne anlama geldiğini gördüm. Her geçen gün daha da uzaklaşan bir kıyıya yanaşmak gibi.. Artık yaklaşmak gibi.. Olmaz denilen şey olacakmış gibi.. Hiçbir dilde karşılığı olmayan, söylemesi çok güzel bir kelime gibi... Yani kralı gelse anlatamaz bir acaib-ül vakıa.
Şindi ne yalan söyleyeyim Allah var ben Allah'a pek inanmam.
Ama bu gece ilk defa defa sabah ezanı kulağıma hoş geldi...
İçimde en ufak bir istihza olmadığını bilen , diyorum ki;
-Ulan kerata, yine gönlümü aldın.
Teşekkür ederim.
Amin.
.
Yani diyorum ki ne acayip dünya bu.. Bundan önce bir şey söyledim mi? Hatırlamıyorum. Başımı çok kötü çarptım, kask kırıldı. Kask benim başımda değildi. Kimin başındaydı? Tam çıkaramıyorum. Peki bu hikayenin en başı nasıldı?
Birkaç kaza ve ölüm vardı. Oğlu evet oğlu, 3 buçuk yaşındaydı. Eşi 24... Çok küçüktüler, çok hızlıydı o araba onlara çarparken evet. 10 yıl önceydi. İkisi birlikteydi. Günlerden Perşembeydi. Eylüldü..
Ne diyordum, çok kötü çarptım başımı. Motorun içine binlerce beygir girmişti ve sakinleşmiyorlardı bir türlü. At olsa böyle yapmaz, beygir işte, laftan anlamadı. Durmadı bir türlü ah durmadı! Motoru ben kullanmıyordum. Kim kullanıyordu? Çıkaramıyorum şimdi. Bi de işin içinden çıkamadığımız zamanlar vardı, nasıldı?
Birkaç kaza ve ölüm vardı. Babası evet, gözünün önünde, günden güne... Beynini yedi tümör, alıp götürene kadar da doymadı. Çok güzel gülerdi, çok güzel bakardı. Biraz daha öyle gülse, biraz daha öyle baksa iyiydi ya, olmadı tabii, olamadı. 6 yıl önceydi. Günlerden Pazartesiydi. 9'du Eylül, 10 olmadı.
Başımı diyorum, çok kötü çarptım. Nefes alamadım bi süre. Şimdi alabiliyor muyum? Emin değilim. Sanırım bir takım cihazlar bağladılar yaşayabilmem için. Cihazları bana bağlamadılar. Kime bağladılar? Tam kestiremiyorum şimdi. Kesmek istediğim zamanlar olmuştu. Bileklerimi ve dileklerimi... Nasıldı?
Çokça kaza ve ölüm vardı evet. Çok fazlaydı. Üşüşüyor hepsi kafama ama anlayamıyorum, ayıklayamıyorum şimdi bir türlü.
Dedim ya...
Başımı..
Çok kötü..
Abimin, aklımın almadığı o kazayı yapışından kısa bir süre sonra, yoğun bakım günlerinde yazmıştım bu yazıyı. Muazzam bir anlayamamak hali. Nasıl olur? Sinan abinin kazasını kaç kere konuşmuştuk. "Gözü kapalı dönerdi o pisti" diyerek şaşkınlığını atamıyordu abim. Sinan Sofuoğlu fren kaçırmak gibi hayati bir hata yapmıştı. Bu hatayı yapacak türden bir yarışçı değildi o. Abim de değildi. Şampiyondu. Hem de pistlerdeki en fazla beygirli kategorinin, 1000 cc A klasmanının şampiyonuydu. Aynı hata. Aynı şigan. İsminde bile meymenet olmayan kara şigan. Düştü abim.. O gün bugündür de kalkmadı... "Fren kaçırmak" üzerine düşünmek için çok zamanım oldu yani.
Koma'nın ne demek olduğunu anlamak için zihnime attırmadığım takla kalmadı. Hiçbir müsekkinin ulaştıramayacağı nokta. Sonu görmek. Gitmekle kalmak arasında bir tercih hakkı tanınmış, "bu sonsuzlukta istediğin kadar kalabilirsin, sıkıldığında da gitmek ya da kalmak senin bileceğin iş" denmiş gibi. Yani bir tarafıyla Allah'ın kıyağı. Başıma gelse hiç üzülmeyeceğim, ama abimin başına geldiği için son derece üzgün olduğum bir hadise.
347 gündür o gülüşü tekrar görebilmek için gelmiş geçmiş tüm ilahlara dua ettim ben. Bazen hazinemdeki son kelimeye kadar unutmuşum gibi hissettim. Konuşamadım. Anlatamadım. En çok anlayamadım. Anlayamadıkça isyan ettim. Hedef kestiremedim. Her şeye sitem ettim. Herkese küfrettim. Ağladım. Ağlayamadım. Ağlamamam gerekti. Ağlamak istemedim. Ağlamakla dindiremedim. Tövbe ettim. İnkar ettim. Kabul ettim. Israr ettim. Olmadı. Oldur dedim. Oldurmadı. Nefret ettim...
Bu gece ilk kez güldü abim.. Tam olması gereken zamanda, kısacık bir anda güldü.. Bildiğim her şey üzerine yemin ederim ki güldü.. O gülüşü gördüm ben. İnsan çok sevinince n'apıyormuş unutmuşum. Sokağa çıkıp şuursuzca koştum biraz. Kahkahalarla ağlamak şeklindeki klişe tamlamanın ne anlama geldiğini gördüm. Her geçen gün daha da uzaklaşan bir kıyıya yanaşmak gibi.. Artık yaklaşmak gibi.. Olmaz denilen şey olacakmış gibi.. Hiçbir dilde karşılığı olmayan, söylemesi çok güzel bir kelime gibi... Yani kralı gelse anlatamaz bir acaib-ül vakıa.
Şindi ne yalan söyleyeyim Allah var ben Allah'a pek inanmam.
Ama bu gece ilk defa defa sabah ezanı kulağıma hoş geldi...
İçimde en ufak bir istihza olmadığını bilen , diyorum ki;
-Ulan kerata, yine gönlümü aldın.
Teşekkür ederim.
Amin.
.
5 Ağustos 2009 Çarşamba
Söylesem tesiri yok sussam gönül razı değil...
.
Tamam, bi daha yapmayacaktım. Kararlıydım. Tüm tedbirleri almıştım. Haplarımı hiç aksatmamıştım. Aklıma spiral bile taktırmıştım. Ben beceremiyorum deyip benim hayatımı yaşama işini ebeme bırakmıştım hatta. Ancak hâlihazırda kendisi sikilmiş bulunmaktadır ve bu satırlar onun anısına saygı mahiyetinde kaleme alınmıştır. Yaşlı kadının hâlini bi gör Allahım.
Biliyorum yapmamalıydım. Elime geçen tüm parayı son kuruşuna kadar keyfim için harcamalıydım. Hem zaten saçlarım da kırmızıydı. Onları almamalıydım. Taşınırken zorluk çıkaracaklarını düşünmeliydim. Kırmızı saçlarımın altında taşımaya çalışırken bile böylesine zorlanmamdan çıkarmalıydım bunu. Çıkaramadım. Ama yine de keşke hayat kitapta durduğu gibi dursaydı be Allahım?
Sobasız odalarda ders çalışırken ellerim üşüyordu lan benim! Bence siz atıyorsunuz. Böyle demiştim. Hocaya söylemiştim. Saçlarım kırmızıydı. Bir sürü osuruktan cümle kurduktan sonra anlattıkları hakkındaki fikrimi sormuştu. Yalan mı söyleseydim! Öyle dedim işte.“Bence siz atıyorsunuz.” Dersten attı beni. Atıyor yani. Haksız çıkmadım. Haklı ve kırmızı saçlıydım. Okulu uzattım. Oysa sobasız odalarda ders çalışırken ellerim üşüyordu lan benim! Neymiş? Bu da böyle bir dersmiş. Hoca kılığında gönderdiğin elçin çok güzel anlattı da benim temelim zayıf, anlayamadım. Ama bi güzellik yapıp şu ömrü dışardan bitirme gibi bir hak tanırsan, muvaffak olacağıma dair sonsuz inancım samimiyetle sürmektedir, lütfen bu da bir dilekçe olarak kayıtlara geçsin Allahım.
Ben aklımı, başarılı bir operasyonla tam 99 yerinden kestim inanmak için. Ama steril olamadığım için beklenmeyen bir etki görüldü Allahım. Görüldü yani. Herkes gördü. Gördü de görmezden geldi. Ulan oraya ne zaman gitmiştiniz? Görmez illerinde sazım çalınmadı Allahım. Geldikleri gibi gittiler. Başvuracak doktor bulamadım. Yapılan klinik testleri atlatamadım. Prospektüsten bi bok anlamadım. Her dikişten enfeksiyon kaptım. Zaten saçlarım da kırmızıydı. Ama yine de ellerimi açmadım mı? Kurbanlık bir öküz gibi devrilmedim mi? Tamı tamına 99 isimle. İğne ve çuvaldız diye bir şey yok mu? 99 kere diyorum. Kabalaşmak istemem ama herkese cemâlini gösterdin de, bize hep mi celâl Allahım.
Başım ağrıyor şimdi misal. Misal değil ağrıyor. Bunu söylemeye hakkım yok mu? Ha yok yani öyle mi? “Bu da bir şey mi” öyle mi? Değil tabi lan! Lan derken seni kastetmedim Allahım. Niye değil onu sormak istedim. Bu bir şey olsaydı. Başka bir şey olmasaydı örneğin. Olamaz mıydı? Ol deyince olmuyor muydu bu işler? Olma demek de bir ihtimal nihayetinde. Kapı gibi bilimsel kanıtlarımla geldim Allahım, boş değilim. Saçlarım kırmızı ve boş değilim. İçimde atlar var. “Başım ağrıyor ulan benim!” diyen atlar var. “Duydunuz mu orospu çocukları, size söylüyorum, başım ağrıyor lan benim!” diyecek kadar ileri giden atlar bile var. Var bunlar, boş değilim. Ama N.A.L.’lıyorum onları. Çünkü bi tatsızlık çıksın istemiyorum. Çünkü adını mıh gibi aklımda tutuyorum. Çünkü eşyanın kanunundan termodinamiğin 2. yasasına ve dahi tüm kutsal kitaplara ve mülkün temeli niteliğindeki yazılmış ve yazılacak olan tüm anayasalara kadar her türlü kuraldan haberim var. Var yani, boş değilim. Beni, o atları kullanmak zorunda bırakma Allahım.
Bi de bahsettiğin kader hususuna hâlâ iknâ olmuş olmasam da kazaya inanıyorum Allahım. Valla inanıyorum. Mecbur inanıyorum. Sike sike inandım diyeceğim ama olmayacak şimdi. Mizacım ters ya, hep ondan kaybediyorum Allahım. En azından kanaat notu kullanırken bunun göz önünde bulundurulmasını rica edeceğim.
Bi de.. Neyse.. Devam etmeyeceğim. Saçlarımın kırmızıları döküldü Allahım.
.
Tamam, bi daha yapmayacaktım. Kararlıydım. Tüm tedbirleri almıştım. Haplarımı hiç aksatmamıştım. Aklıma spiral bile taktırmıştım. Ben beceremiyorum deyip benim hayatımı yaşama işini ebeme bırakmıştım hatta. Ancak hâlihazırda kendisi sikilmiş bulunmaktadır ve bu satırlar onun anısına saygı mahiyetinde kaleme alınmıştır. Yaşlı kadının hâlini bi gör Allahım.
Biliyorum yapmamalıydım. Elime geçen tüm parayı son kuruşuna kadar keyfim için harcamalıydım. Hem zaten saçlarım da kırmızıydı. Onları almamalıydım. Taşınırken zorluk çıkaracaklarını düşünmeliydim. Kırmızı saçlarımın altında taşımaya çalışırken bile böylesine zorlanmamdan çıkarmalıydım bunu. Çıkaramadım. Ama yine de keşke hayat kitapta durduğu gibi dursaydı be Allahım?
Sobasız odalarda ders çalışırken ellerim üşüyordu lan benim! Bence siz atıyorsunuz. Böyle demiştim. Hocaya söylemiştim. Saçlarım kırmızıydı. Bir sürü osuruktan cümle kurduktan sonra anlattıkları hakkındaki fikrimi sormuştu. Yalan mı söyleseydim! Öyle dedim işte.“Bence siz atıyorsunuz.” Dersten attı beni. Atıyor yani. Haksız çıkmadım. Haklı ve kırmızı saçlıydım. Okulu uzattım. Oysa sobasız odalarda ders çalışırken ellerim üşüyordu lan benim! Neymiş? Bu da böyle bir dersmiş. Hoca kılığında gönderdiğin elçin çok güzel anlattı da benim temelim zayıf, anlayamadım. Ama bi güzellik yapıp şu ömrü dışardan bitirme gibi bir hak tanırsan, muvaffak olacağıma dair sonsuz inancım samimiyetle sürmektedir, lütfen bu da bir dilekçe olarak kayıtlara geçsin Allahım.
Ben aklımı, başarılı bir operasyonla tam 99 yerinden kestim inanmak için. Ama steril olamadığım için beklenmeyen bir etki görüldü Allahım. Görüldü yani. Herkes gördü. Gördü de görmezden geldi. Ulan oraya ne zaman gitmiştiniz? Görmez illerinde sazım çalınmadı Allahım. Geldikleri gibi gittiler. Başvuracak doktor bulamadım. Yapılan klinik testleri atlatamadım. Prospektüsten bi bok anlamadım. Her dikişten enfeksiyon kaptım. Zaten saçlarım da kırmızıydı. Ama yine de ellerimi açmadım mı? Kurbanlık bir öküz gibi devrilmedim mi? Tamı tamına 99 isimle. İğne ve çuvaldız diye bir şey yok mu? 99 kere diyorum. Kabalaşmak istemem ama herkese cemâlini gösterdin de, bize hep mi celâl Allahım.
Başım ağrıyor şimdi misal. Misal değil ağrıyor. Bunu söylemeye hakkım yok mu? Ha yok yani öyle mi? “Bu da bir şey mi” öyle mi? Değil tabi lan! Lan derken seni kastetmedim Allahım. Niye değil onu sormak istedim. Bu bir şey olsaydı. Başka bir şey olmasaydı örneğin. Olamaz mıydı? Ol deyince olmuyor muydu bu işler? Olma demek de bir ihtimal nihayetinde. Kapı gibi bilimsel kanıtlarımla geldim Allahım, boş değilim. Saçlarım kırmızı ve boş değilim. İçimde atlar var. “Başım ağrıyor ulan benim!” diyen atlar var. “Duydunuz mu orospu çocukları, size söylüyorum, başım ağrıyor lan benim!” diyecek kadar ileri giden atlar bile var. Var bunlar, boş değilim. Ama N.A.L.’lıyorum onları. Çünkü bi tatsızlık çıksın istemiyorum. Çünkü adını mıh gibi aklımda tutuyorum. Çünkü eşyanın kanunundan termodinamiğin 2. yasasına ve dahi tüm kutsal kitaplara ve mülkün temeli niteliğindeki yazılmış ve yazılacak olan tüm anayasalara kadar her türlü kuraldan haberim var. Var yani, boş değilim. Beni, o atları kullanmak zorunda bırakma Allahım.
Bi de bahsettiğin kader hususuna hâlâ iknâ olmuş olmasam da kazaya inanıyorum Allahım. Valla inanıyorum. Mecbur inanıyorum. Sike sike inandım diyeceğim ama olmayacak şimdi. Mizacım ters ya, hep ondan kaybediyorum Allahım. En azından kanaat notu kullanırken bunun göz önünde bulundurulmasını rica edeceğim.
Bi de.. Neyse.. Devam etmeyeceğim. Saçlarımın kırmızıları döküldü Allahım.
.
1 Ağustos 2009 Cumartesi
Oluyor İşte...
.
Bir insanı meczup gibi seviyorsun örneğin.. Uğruna, vaadedilen her türlü cennetten geçiyorsun... Hergün "artık ölebilirim" diyorsun.. Onun seni asla bırakmayacağını düşünüyorsun. Bırakıyor.. Katlanıyorsun... Küçücük bir kutusun zaten.. Kendini kendine kapatıyorsun.. Aslında dünyaya karşı durmakla meşhursun ama artık yorgunsun.. İçine larciverd lavlar akıtıyorsun.. Birilerini üzüyorsun. Birilerinin senin için üzülmesinden nefret ediyorsun. Uyuyamıyorsun.. Uyuyamadığın her gece, herkese ve her şeye lanet ediyorsun.. Piromanik hayaller kuruyorsun.. Gülümsüyorsun.. Ateşten korkmuyorsun.. Ama yine de yangında ilk abini kurtarıyorsun.. Dışarı henüz çıkmışken deprem oluyor. Kaçmazsan öleceksin.. Kaçarsan abin ölecek.. Bedenin kaçıyor ama aklın kalıyor.. Ölüyorsun.. Bunu zerrece umursamıyorsun.. Gördüğün hiçbir şeye şaşırmıyorsun.. Bütün olan biteni mütebessim karşılıyorsun.. Kameralara el sallıyorsun.. "Bu numarayı yemedim" diyorsun.. "Hadi gözlerimi kapadım bak, görmemiş olayım" diyorsun.. Ve ciddi ciddi görmemiş olacağın günün geleceğini sanıyorsun.. Fakirsin lan.. Ummaktan başka ne yapacaksın ki.. Kendine hak veriyorsun.. Herkese hak veriyorsun.. Allah'a o kadar kızmıyorsun artık.. O da bıktı diyorsun.. Bıkmayı biliyorsun.. İğreniyorsun.. Çok yavaş bir intiharı seçiyorsun.. Yani yaşıyorsun.. Her şey olmaya devam ediyor.. "Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem" diyor ve şaha kaldırıyorsun atını.. Çünkü içinde atlar var.. Başından beri biliyorsun.. Bildikçe lanetleniyorsun.. Her söylenene gülüyorsun.. Yine gülüyorsun.. Çok gülüyorsun.. Gülmekten başka çare bulamıyorsun.. Üstelik deliremiyorsun.. Yazık ki deliremiyorsun... Delileri anlıyorsun.. Delilerden sen anlıyorsun ama mor çiçeklere inanmıyorsun.. Çok şeye inanmıyorsun.. İnanmak istiyorsun.. İşin içinden çıkamıyorsun. Acz içinde kalıyorsun.. Kandan geçiyor, revan oluyorsun.. Kusuyorsun.. En karmaşıklarını dahi dize getirebilecekken dünyanın en basit cümlelerini kuruyorsun.. Sonra susuyorsun.. Biraz susuyorsun.. Artık en çok susuyorsun...
.
Bir insanı meczup gibi seviyorsun örneğin.. Uğruna, vaadedilen her türlü cennetten geçiyorsun... Hergün "artık ölebilirim" diyorsun.. Onun seni asla bırakmayacağını düşünüyorsun. Bırakıyor.. Katlanıyorsun... Küçücük bir kutusun zaten.. Kendini kendine kapatıyorsun.. Aslında dünyaya karşı durmakla meşhursun ama artık yorgunsun.. İçine larciverd lavlar akıtıyorsun.. Birilerini üzüyorsun. Birilerinin senin için üzülmesinden nefret ediyorsun. Uyuyamıyorsun.. Uyuyamadığın her gece, herkese ve her şeye lanet ediyorsun.. Piromanik hayaller kuruyorsun.. Gülümsüyorsun.. Ateşten korkmuyorsun.. Ama yine de yangında ilk abini kurtarıyorsun.. Dışarı henüz çıkmışken deprem oluyor. Kaçmazsan öleceksin.. Kaçarsan abin ölecek.. Bedenin kaçıyor ama aklın kalıyor.. Ölüyorsun.. Bunu zerrece umursamıyorsun.. Gördüğün hiçbir şeye şaşırmıyorsun.. Bütün olan biteni mütebessim karşılıyorsun.. Kameralara el sallıyorsun.. "Bu numarayı yemedim" diyorsun.. "Hadi gözlerimi kapadım bak, görmemiş olayım" diyorsun.. Ve ciddi ciddi görmemiş olacağın günün geleceğini sanıyorsun.. Fakirsin lan.. Ummaktan başka ne yapacaksın ki.. Kendine hak veriyorsun.. Herkese hak veriyorsun.. Allah'a o kadar kızmıyorsun artık.. O da bıktı diyorsun.. Bıkmayı biliyorsun.. İğreniyorsun.. Çok yavaş bir intiharı seçiyorsun.. Yani yaşıyorsun.. Her şey olmaya devam ediyor.. "Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem" diyor ve şaha kaldırıyorsun atını.. Çünkü içinde atlar var.. Başından beri biliyorsun.. Bildikçe lanetleniyorsun.. Her söylenene gülüyorsun.. Yine gülüyorsun.. Çok gülüyorsun.. Gülmekten başka çare bulamıyorsun.. Üstelik deliremiyorsun.. Yazık ki deliremiyorsun... Delileri anlıyorsun.. Delilerden sen anlıyorsun ama mor çiçeklere inanmıyorsun.. Çok şeye inanmıyorsun.. İnanmak istiyorsun.. İşin içinden çıkamıyorsun. Acz içinde kalıyorsun.. Kandan geçiyor, revan oluyorsun.. Kusuyorsun.. En karmaşıklarını dahi dize getirebilecekken dünyanın en basit cümlelerini kuruyorsun.. Sonra susuyorsun.. Biraz susuyorsun.. Artık en çok susuyorsun...
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)