30 Temmuz 2013 Salı

Fesleğenli Kütüphane

.
Gezi direnişinin, muktedirlerin ve taraftarlarının bu yöndeki tüm iddialarına rağmen planlı ve kumandanlı bir hareket olmadığını ispat etmeye çalışmanın bilmem artık lüzumu var mı…Orada bulunduğumuz her an, bir sonraki anda ne yapacağımızı da neye maruz kalacağımızı da bilmiyorduk. İlk günler, tek derdi arkadaşlarıyla açık havada vakit geçirmek olan bir arkadaşın parkta sabahlamaya kalkıp uykusundan biber gazıyla uyandırıldığı için çok sinirlendiğini ve en bıçkın direnişçilerden biri haline geldiğini söylersem belki mesele biraz daha açıklık kazanır. Bizler, kabaca davranışlardan hoşlanmıyor ve attığımız tüm sloganlarla esasen tek bir şey anlatmaya çalışıyorduk: “İtiraz ediyoruz.”

Gezi Kütüphanesi de, parktaki birçok şey gibi bir itiraz etme yöntemi olarak kuruldu.



Daha ilk günden rafların dolup taştığını, yayınevlerinin ve dergilerin muazzam desteğini, ellerine torba torba kitap alıp getirenler kadar ülkenin dört yanından kargo gönderenler de olduğunu duymuşsunuzdur zaten, o kadar anlattık. Ben size biraz daha başka şeylerden bahsetmek istiyorum.

Filiz Ali geldi mesela bir gün, soluk soluğa. Babasının yeşil mürekkebiyle onun adına imzaladığı kitapları getirdi. Ona, Sabahattin Ali’nin ölüm şekli nedeniyle bu ülkede yaşayan bir insan olarak ne büyük utanç duyduğumu söyleme fırsatı buldum, gerçi neye yarar. Refik Halid Karay’ın torunu dedesinin bir koli kitabını getirip bıraktı sessizce, sormasak kim olduğunu söylemeye niyeti yoktu. Eşi ağlayarak, Fethi Naci’nin kütüphanesinden getirdiği kitaplarını bıraktı. Elinde bastonuyla emekli bir doktor hanım, eşinin tekerlekli sandalyede olduğu için gelemediğini ama kendisini bize sarılması için sıkı sıkı tembihlediğini söyledi, sarıldık. Bir sürü insanla sarıldık. Kitapların, insanlara sarılmak için müthişkulade bir yol olduğunu bir kez daha hatırladık.

Gelenler soruyorlardı:
-Bu kitap ne kadar? -Bedava.
-Okuyup geri getirmek için ne kadar sürem var? -İlk fırsatta oku ama getirmene gerek yok.
-Yerine başka kitap mı getireyim? –Eh yani hiç fena olmaz ama sen bilirsin.
-Kaç kitap alabilirim? -İstediğin kadar.
-Kimlik bırakmam gerekir mi? -Delirdin galiba.

Klasik kütüphane kurallarına alışmış gözlerdeki şaşkınlık ve mutluluğu tarif edebilecek boyutta bir edebi yetkinliğe sahip değilim. Ama bu hareketin herhangi bir kısmına uzaktan ya da yakından şahit olmuş herkesin ne demek istediğimi anladığını düşünüyorum.

Sonra hatıra defterleri. İnsanlar gelip hatıra defterlerine öyle güzel şeyler yazdılar ki, hangi birini anlatayım? 8 yaşındaki Can şöyle yazmıştı mesela: “Demokrasi istiyorum çünkü canım istedi.” Çocuk haklıydı, bizimki de candı, başka ülkelerde görünce özeniyorduk işte.

İlk iki gün o kadar büyük ilgi oldu ki yoğunluktan kitaplara damga basmayı akıl edemedik. Parktan birileri sağolsunlar oydukları silgilerden “Gezi Parkı” yazan damgalar yaptılar bize. Kitapları ve ayraçları damgaladığımızı görenler kollarına omuzlarına da istiyorlardı. Damgalanmayı insana sempatik bir şeymiş gibi gösterecek kadar güzeldiler çünkü. Polisin el koyduğu şeyler arasında herhalde en çok üzüldüklerim o silgilerdir.

Yanlış hatırlamıyorsam Tolkien’in bir kitabının içine “Bu kitabı alan lütfen çocuğuna da okusun, benim babam bana hiç kitap okumadı.” yazmıştı bir kız, bir çocuğa okunması dileğiyle koyduk rafa. Bir anne, yakın zamanda kaybettiği oğlunun kitaplarını verdi ağlayarak, “Başka çocuklar okur inşallah.” dedi. Dediğini dua bilip koyduk rafa. Saksılarla fesleğenler getirdiler. Dilek fenerleri, mumlar ve kalemler getirdiler. Biraz dinlenelim diye uyku tulumları battaniyeler, karnımızı doyuralım diye yiyecekler getirdiler. Gecenin üçünde de sabahın köründe bir şeyler taşıyanlar hiç eksik olmadı. O kütüphanenin raflarında dünyanın en mutlu kitapları dolaştı.

Az da olsa “Oraya kütüphane kurdunuz da n’oldu?” minvalinde eleştiriler duydum, cevap vereyim. Ödevlerini, tezlerini bitirmeye çalışan bir sürü öğrenci paraları yetmediği için alamadıkları kitaplarını almış oldu; bir sürü insan, kendisiyle aynı duyguları paylaşan bir başkası tarafından hediye edildiğini bildiği bir kitapla belki biraz yalnız hissetmekten kurtuldu; kim bilir bir sürü insan belki uzun zaman sonra ilk kez sevgilisine şiir okudu…Bilmiyorum yani, illa bir şey olmuştur.

Salih diye bir çocuk vardı mesela, sokaklarda yaşayan kardeşlerimizden. Çizgi romanlara baktığını görüp birini vermek istediğimde “Abla istemem o çok yeni.” dediğini anlatayım mı? Yok, onu daha sonra anlatayım.

Sonra işte biliyorsunuz, parktan çıkartıldık. 400-500 civarı kitabımız, birkaç hatıra defterimiz, fesleğenlerimiz ve geri kalan her şeyimize polis el koydu.

Gezi Parkı’ndaki kitaplara polisin çöp muamelesi yaptığı yönündeki spekülatif çıkışlara tam olarak katılmıyorum. Esasen polis, oradaki insanlardan ağaçlardaki çaputlara kadar her şeye çöp muamelesi yaptı ve kitaplara da bir ayrıcalık tanımadı. Polisimiz hiç olmazsa bu konuda adil davrandı, haklarını yemeyelim.

Şimdilerde Gezi Parkı, her tarafı dantellerle süslenmiş ruhsuz misafir odalarına benziyor. Yetkililerin kafalarına göre kullanıma açıp kapamalarındaki istikrarsızlığa bakacak olursak, layık gördükleri misafirlerin kim olduklarını onların da bildiğini söyleyemeyiz. Mühim değil, orada olmamız şart değil. Gezi Parkı deyince artık herkesin aklına bir parktan çok daha fazlası geliyor.

Akla, vicdana ve hatıralara hiçbir kuvvet el koyamıyor. Bu direniş, hepimize unutamayacağımız çok fazla şey bıraktı. Bundan sonra üstüne Topçu Kışlası da yapsalar, yerinden söküp başka şehre de taşısalar, hatta benzin döküp yaksalar bile hikayesini hiç kaybetmeyecek bir yer artık Gezi Parkı.

Ve ardından söylemesi en güzel cümlelerden biri: Orada bir Gezi Kütüphanesi vardı.

Gece gündüz demeden var gücüyle çalışan tüm kütüphane tayfasına selamlarımla.
.

25 Temmuz 2013 Perşembe

Tavan Arası 2

.
Geçen yıl aile evinin çatısında çalışmak için temizleyip zerre çalışmadığım tavan arasını hatırlayanlarınız olacaktır. Şimdi yine buradayım ve siz kahrolası okurlarım anlatacaklarımı dinleyeceksiniz çünkü içim şişti tamam mı! Canlarım :/


Aslında ne anlatacağımı bilmiyorum. Birkaç gündür çalışayım diye şu koltuğa oturuyor ve öyle duruyorum. Dünya durmuyor. Onca şey oldu durmadı. Hakkında ileri geri konuşmak istemem ama ben bu kadar gamsız bir gezegen daha görmedim. Koltuk diyordum.

Akşamüstü babam gelip koltuğa oturdu. Baktı bana. Öyle bir baktı ki içimdeki civcivler oynayıp zıplamaya başladı. Babamın bakışları öyledir, kaç yaşında olursanız olun içinizi civcive çevirir. “Sarılayım mı biraz?” dedim, gülümsedi. Sonra kaybolup gitti işte.

Hayal görmenin en kötü tarafı dokunma isteğinizi karşılayamamaları. Yoksa birtakım tavan aralarında mutlu görüntülere rastlamak halen mümkün. Ölülerin en kötü huyuysa konuşmamaları. Keşke Allah hiç olmazsa bu kadarını ayarlasaydı. Babaların sesi çok özleniyor.

Şu pencereden bakınca amcamın evi görünüyor. Amcamla babam emekliliklerinde arıcılığa merak salmışlardı. Gece gündüz onlarla ilgilenip arılara evcil hayvan muamelesi yapıyorlardı. Avuçlarına arı alıp “Bal mı yapıyomuş benim oğlum” diye seven iki adam düşünün. Biraz delirmiş olduklarını görüyor ancak kimseye çaktırmıyorduk. Sonra babam gitti işte. Amcamın ağlamalarına dayanamayan arılar da gitti. Sonra amcam da gitti zaten. Hiçbirini tutamadık. Arkalarında boş kovanlarla birkaç kavanoz bal bıraktılar. Uzun süre kahvaltılarda bal yerken hiçbirimiz konuşamadık.

Gidiyorlar yani, tutamıyorsunuz. Öldüler de diyemiyorsunuz öyle dikten. Önce balların filan bitmesi gerekiyor, birinin cesaret edip ayakkabılarını kapının önünden çekmesi gerekiyor, çay içmeyi çok sevdikleri bardaklarını gidip mezarlarına gömmeniz, içine su koyup bazı kuşların oradan su içtiğini görmeniz gerekiyor. Ölümün en anisi bile öyle birden tesir etmiyor vücuda. Zamanla geçer deniliyor, zamanla geçmiyor, şekli değişiyor. İşte böyle kullanılmayan tavan aralarında biriken tozlara bakıp başka şeyler düşünmeye çalışıyorsunuz mesela. Mesela diyorsunuz ki toz esasen doğada kendiliğinden varolan bir şey değil, medeniyetin bize kötü bir hediyesi. Bir ara şuranın tozunu alayım diyorsunuz, şimdi ufo görsek çok tatlı olmaz mı diyorsunuz, şahsi bir ejderha alabileceğiniz günlerin gelmesini diliyorsunuz filan. Zaman geçiyor.

İnsanın arada bir kendisinin de tozunu alması gerekiyor. Yaşadıklarına şöyle bir bakıp hatıralarını yeniden katlaması ve güzelce yerleştirmesi gerekiyor. Böyle anlar bir parça da sessizlik gerektiriyor. Şimdi izninizle içimden bir dua söyleyeceğim. ”İyi ki yaşadılar” dediğimiz tüm ölmüşlerimiz için.
.

12 Temmuz 2013 Cuma

Geçti

.
Kardeşimin adı Ali. Annem onu her şey bok gibi gitse bile ben intihar etmeyeyim diye doğurmuş. Annemin de kardeşimin de bundan haberi yok. Ama ben biliyorum.

Ben biliyorum. Bir kardeşe yanmanın ne demek olduğunu biliyorum. 5 yıldır, gün değil ay değil tam 5 yıldır uyansın diye büyük kardeşimin gözlerinin içine bakıyorum. Bunun ne demek olduğunu… Bunun ne demek olduğunun birazını anlatıyorum da çoğunu anlatamıyorum.

İşte böyle anlatamadığım zamanlarda gidip Ali’me sarılıyorum. Hiçbir şey konuşmuyoruz. Göğsümüz birbirine değdiğinde herhangi bir sözün anlamı kalmıyor. Çünkü içimiz aynı yerden yanıyor ve ancak birbirimize sokulduğumuzda ağrısı biraz hafifliyor. Abimiz uyuyor. Abimiz uyanmıyor.

Berkin uyuyor. Mustafa Ali uyuyor.Yoğun bakım ünitesinin kapısında beklediğimiz günler geliyor gözümün önüne. Orada zamanın lehinize mi aleyhinize mi işlediğini asla bilemezsiniz. Uyansın diye zaman geçmesi gerektiğini söylerler. Zaman geçtikçe uyanma ihtimalinin azaldığını söylerler. Anasını sattığımın zamanının tam olarak ne işe yaradığını bir türlü anlayamazsınız. Dipten umut çıkarmak için her gün daha derine dalarsınız. Düşündükçe aklınız gözlerinizden akar ağlarsınız. Ağlamaktan bıkarsınız. Artık ağlamak istemezsiniz. Zaten ağlayarak dindiremezsiniz.

Sonra ne biliyim içeriden bir haber gelir mesela parmağını oynattı diye. Bu sefer mutluluktan delireceğinizi sanırsınız. Ayağa kalkmış da koşmaya konuşmaya gülmeye başlamış gibi sevinirsiniz. Saf mısınız nesiniz. Yok biliyorum değilsiniz. Öyle olması için canınızı vermeniz gerekse verirsiniz.

Ne diyordum, içeriden haber gelir çünkü hastanız kelimenin her anlamıyla içeridedir. İstediğiniz zaman yanına gidemezsiniz, sarılamaz, koklayamaz, elini tutamazsınız çünkü mikroplar. Mikroplar her yerdedir. Mikroplar orada yatan ve uyansın diye beklediğiniz canınızı öldürebilir. Ellememeniz gerekir. “Yeteri kadar sıkı sarılırsam belki beni bırakmaz” diyen içinizdeki sesi de böylece bastırmanız gerekir. Dokunamamak diyorum, insanı yora yora delirtir.

Ben çok yoruldum. Ben aklımı ağlaya ağlaya akıttım bitti. Artık hastanelere gidemiyorum ama siz gidin. Kendinizi çaresiz hissettiğiniz zamanlarda gidin. Yoğun bakım ünitelerinin önünde bekleyen insanlara bakın. Cesaretiniz varsa tam gözlerinin içine bakın. Çaresizliğin daniskasını kim iyi bilirmiş göreceksiniz.

Sonra işte bir de ölmek var. Kaç kişi öldü gözlerimle gördüm. Kaç kişi öldü ellerimle gömdüm. Bir insanı gömmek korkunç bir şey. Yani öldü diye illa gömmemiz mi gerekir? Keşke kapsüllere koyup uzaya fırlatabilsek. Benim kafam çok kötü. Benim kafam ne yapacağını bilmiyor. Benim kardeşimin adı Ali. Onu öldürseler dünyayı yakarım. Bir Ali’yi döve döve öldürdüler. Bir Ali’yi döve döve öldürmek hiç kolay değildir. Defalarca vurmak, vurmak, vurmak… Aklım almıyor. İçinde “Ali” olan ne çok ağıt var. İçimde “Ali” adında ağıtlar yakıyorlar. Aklım almıyor.

Gün doğdu. Berkin uyuyor. Mustafa Ali uyuyor. Ben uyuyamadım. Ben bu gece Ali İsmail’in çok uzaktaki mezarının başında bekledim. Annesi, babası, kardeşi, sevgilisi olup bekledim. İlk gecenin ne zor olduğunu, mezarın ne soğuk olduğunu düşünüp bekledim. İçimden ona hep şöyle dedim;

Artık kimse sana zarar veremeyecek güzel kardeşim, geçti.
.