10 Ocak 2016 Pazar

Dağın Yükü

.
“T.C. hükümetinin bu şartları ile yaşamama imkan kalmamıştır. Kendime bir vatan bulup bana yaşatılan bu hayatın tazminatını aldıracağım. Mevcut evrakım olan lise diplomamı, askerlik teskeremi ve nüfus cüzdanımı iptal ederek Türkiye’yi terk pasaportumun verilmesini rica ederim.”

R.T.B., bu mektubu 1956’da yazıp dönemin cumhurbaşkanına göndermiş. Cevap alamayınca öfkelenip Türkiye’nin hem iç, hem dış siyasetinin bozuk taraflarını gazetelerin yazamadığı bir lisanla mektuplar halinde yazarak meşhurlara, gazetelere, resmi zevahire göndermeye başlamış. Bu mektuplar nedeniyle 3 defa tutuklanmış. 1959 senesinde de, bir polisin imzasıyla Bakırköy Akıl Hastanesi’ne kapatılmış. Orada kaldığı yıllar boyunca, ne yaptığını, karşısındakinin kim, kendisinin kim olduğunu unutana kadar “tedavi” edilmiş. Sonra da ölüp gitmiş işte.

R.T.B.’nin hikayesine, psikiyatrist Cemal Dindar’ın hazırladığı Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri isimli kitapta rastladım. Aynı kitapta, yine hastalardan biri olan Mustafa K.’nın yazdığı metin şöyle başlıyor:

“Karşımda duran bu dağın üzerime serpiştirdiği hüzünleri, çıkışsızlıkları ne yapacağım. Onları biriktirmek, biriken yığında boğulmaktan öte ne işe yarar?”

Mustafa K., dağları, denizleri, ağaçları, irili ufaklı tüm canlıları, insanları, okyanusları, yani dünyayı, yani koca bir dağın yükünü taşıdığını gösterebilmek için cebinde bir taş taşıyormuş hep. Dünyanın tüm dertlerini temsilen taşıdığı bu taş yüzünden deli demişler ona. Metnine şöyle devam ediyor:

“Sabah olunca doktorun karşısına çıkıp, dağı taşımaktan vazgeçtiğimi, yıprandığımı, yorulduğumu söyleyeceğim. Ama bunu da anlamayacak. Her zamanki gibi ruhumun elbisesini çıkarmaya yeltenen bakışlarıyla aynı şekilde nefes alıp nefesini verirken aynı ses tonuyla konuşacak.

Ona ilk kez dağın yükünü söylediğimde bir babanın oğluna nasihat etmesi gibi “O avucunuzda tuttuğunuz bir taş, dağ değil” demişti. Avucumdaki taşın taş olduğunu bilmediğimi sanıyordu. Ve böylece bir kat daha artmıştı taşıdığım ağırlık.”

***

Dedi ki ben iyiyim ama dedi, insanların dedi, parçaları dedi, hala üstümde dedi. İnsanların dedi, parçaları dedi. Bu gözlerim neler görüyor, bu kulaklarım neler duyuyor?

Önce evin her duvarına ayrı ayrı ağladım. Arkadaşlarım geldiler, onlar da köşelere çekilip çekilip ağladılar. Gözyaşlarımızı birbirimizin üstüne akıtmamaya özen gösterdik. Sanki hep beraber ağlarsak durum çok korkunç olurmuş, bir daha düzelmezmiş, mahvolurmuşuz sandık. Sonra her kaynaktan farklı açıklanan sayılar duyduk. Kime inanacağımızı şaşırdık. Sonra sayılar surat, suratlar hikaye olmaya başladılar. Olayın matematiksel bir hadise olmadığını tam olarak idrak etmemiz işte aşağı yukarı bu anlara denk geliyor. İnsan zihni gerçekten acayip. Yüzünü görmediği birinin ölü olduğuna inanamıyor. Mesela hoca bana demişti ki tabutu açma. Niye demiştim, işte bakma günah demişti. Yaa babam o benim nereye bakma? Açtım baktım tabii. Gerçekten ölüp ölmediğini kontrol ettim. Ölmüştü, herkes haklı çıkmıştı ama olsun, ancak bakınca inandım. Şimdi yani diyorum ki bakamadılar mı ölülerine diyorum, nasıl inanacaklar diyorum, düşünmekten aklım rutubetleniyor. Sizin aklınız kuru mu? Ben burada kendi kendime mi çürüyorum?

Birkaç gün sonra sokağa çıktım işte. Öyle katliamlar oluyor ki, insanın sokağa çıkabilmek için en az birkaç güne ihtiyacı oluyor. Çıktım. Uyuşmuş bedenimin, şişmiş gözlerimin refakatçisi olarak, görünüşte parçalanmamış organlarıma eşlik ettim diyelim. Sokaktaki insanlar sanki kimse parçalanmamış, sanki parçaları arkadaşlarının üstüne sıçramamış gibi gülüp eğleniyorlardı. Hiçbir şey anlamadım. Acaba dedim acaba bütün bunları ben mi kafamda yarattım? Delirdim mi acaba ne yaptım? O arkadaşımı tekrar aradım. Dedi ki böyle dedi çok yüksek bir ses duydum önce dedi, kulaklarım sağır gibi oldu dedi, sonra dedi üstümde parçalar vardı, bir baktım, az ötede arkadaşlarım! Oh dedim içimden, ben delirmemişim, o delirmiş!

Biraz daha yürüdüm yol bitti. Bir baktım karşımda deniz. Denize gireyim o zaman dedim ama ıslanmak da istemedim. Böyle durumlarda en mantıklı hareket vapura binmek. Bindim. Sonuçta mantıklı biriydim ve parçalanmış insanlar gördüğünü iddia eden arkadaşım gibi delirmemiştim.

Vapurda millet tost yiyor, çay içiyor ve bıt bıt bıt telefonlarını bızıklayıp gülümsüyordu. Bak dedim kendime kendimin öğretmeni gibi, bak işte her şey aynı geri zekalılıkta sürüp gidiyor, korkacak üzülecek ağlayacak bir şey yok! Sevindim bir an, amipler gibi şuursuzlaştım.

Denize bakayım da vapurun tadını çıkarayım diye kafamı sola bir çevirdim ki ne göreyim. Bir kadın, birazı dışına, çoğu içine içine, içini çeke çeke, sessiz sessiz, garip garip ağlıyor. “Neyiniz var iyi misiniz?” dedim. İnsanlar öldü dedi, çok insan öldü dedi, dayanamıyorum dedi. Elini tutup ben de ağlamaya başladım. Tutamadım kendimi bilmiyorum. Bir yandan da bu da delirmiş diye geçirdim içimden. Acaba böyle delirmiş kaç kişi var diye düşündüm. Hepsini bulsam, el ele tutuşup bir tımarhaneye gitsek, doktora desek ki biz parçalanmış insanlar var sanıyoruz ama galiba yoklar, bizim aklımızı böyle ilaç kapsüllerine koyup uzaya mı fırlatsanız? Yani tabii, doktor olan sizsiniz, işinize karışmak istemeyiz ama ne bok yiyeceğimizi gerçekten bilmiyoruz desek. Bir hasta varmış ya hani eskiden, şey diyormuş işte, bu şartlarda yaşamamın imkanı kalmadı diyormuş, kendime bir vatan bulup bana yaşatılan bu hayatın tazminatını aldıracağım diyormuş, onun gibi olduk biz, iyice deli gibi olduk desek. Tazminat filan da istemiyoruz, birkaç çarşaf verseniz, uç uca ekleyip ülkenin duvarlarından aşağı sarkıtıp kaçsak diyoruz, ne biçim şeyler düşünüyoruz biz doktor bey desek.

Ne yapsak bilmiyorum. Dağın yükünü taşımaktan yoruldum. Artık kaldıramıyorum.



.
Not: Bu yazı Kafa-Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.
.

Köpüksüz Zamanlar


Üniversiteden mezun olur olmaz Doğu hizmeti için Dersim’e çalışmaya gitmiştim. Mecburiyetten. Hayatta kalmanın bir yolunu bulmam lazımdı ve o zamanki şartlarımda bu, şahsi trajedilerimden kaçmak için hiç fena bir yol gibi görünmemişti. Kaçarak kurtulunabileceğini sanacak kadar küçüktüm henüz. Uğur benden de küçüktü.

“12 yaşında 13 kurşunla.” Günlerce kulaklarımda çınladı bu cümle. 12 yaşında 13 kurşunla. Çünkü tüm devletler korkaktır.

Size Uğur Kaymaz’ın hikayesini ben anlatmayacağım, çünkü onun hikayesini bilmiyorsanız gerçekten utanmanız gerekir. Bilince de başka türlü utanıyor insan. Zaten bir kalbiniz varsa her gününüz utanarak geçer.

Küçücük sobalı bir evde yaşıyordum. Başlarda, tepelerden gelen silah sesleri sizi korkutuyor ama sonra alışıyorsunuz. Her şeye alışıyoruz çünkü aşağılık bir mekanizmamız var. Akşamları sobamı yakıyor, o sesleri duymayayım, içimdeki sesleri duymayayım diye “büyük şehir”den getirdiğim CD’lerden birini açıyor ve saatlerce tavana bakıyordum. İki yılın neredeyse tamamı böyle geçti.

Hapishane duvarlarına mahkumların neden sürekli bir şeyler astığını anlamıştım orada. Delirmemek için yapıyorsunuz. Size ait olmadığını düşündüğünüz bir hayatın içinde debelenirken, aslında size ait olan hayatta neler varsa onları duvarlara asıp hatırlamaya çalışıyorsunuz. Benim evimin duvarı da böyle alakalı alakasız bir sürü şeyle doluydu ve her geçen gün yenilerini ekliyordum. Kendi küçük tımarhanemde öyle ya da böyle yaşayıp gidiyordum.

Uğur’u Kasım 2004’te öldürdüler. Yıldırım Türker, Radikal gazetesinde konuyla ilgili içimi çok kıyan bir yazı yazmıştı. Kesip duvara asmıştım onu da. Uğur, babasıyla beraber evinin önünde devlet tarafından “karanlıkta büyük adam gibi görünüyordu” gibi korkunç bir gerekçeyle öldürüldüğünde ayağında terlikleri varmış. Ayağında terlikleri. 11 yıl oldu. Uğur, hala bazı geceler ayağında terliklerle rüyalarıma gelip göğsümü eze eze yürür.

Bir gün bir arkadaşım geldi eve. Yazı dikkatini çekti, niye astın bunu dedi. İyi niyetle sordu sandım, öyle değilmiş. “Buna mı üzülüyorsun” dedi, “çocuk teröristmiş işte.” Çocuk teröristmiş. Çocukla terörü aynı cümle içinde nasıl kullanabildiğine inanamadım. Bir kalbiniz varsa her gün utanırsınız, yoksa kolay.

Olmasa kolay. Kimse ölmüyormuş, öldürülmüyormuş gibi yaşamakta ne var, mis gibi yaşar gideriz. Yaşayıp gidenler görüyorum, içim çekiyor, özeniyorum. Ama olmuyor. Kafamı nereye çevirsem ceset fotoğrafları görüyorum. Burada cesetlerin çocuk ya da büyük ya da asker ya da gerilla ya da mülteci olmasından bahsetmiyorum, ölü olmalarından bahsediyorum. Ölü insanlar görmekten yoruldum, yorgunluktan ölecekmiş gibi hissediyorum.

Tam bu noktada, aslında ters bir manevra yapıp neşeli şeylerden bahsetmek isterdim. Eğlenip sevinebileceğimiz şeylerden.  Ama hafızamın dolaplarını çekmecelerini ne kadar karıştırsam da bu ara öyle hikayeler bulamıyorum.

Arkadaşlarımla buluşuyorum mesela, gülüyoruz ediyoruz. Herkesin, her gülüşün sonunda farkında olmadan iç çektiğini görüyorum. Uzun zamandır insanları iç çekişlerinden tanıyorum.

Yeni ilgi alanları edinirsem belki iyi gelir diyorum . Gidiyorum çizgi roman dükkanlarında saatler geçiriyorum. Ya da sağdan soldan tohumlar fideler bulup çiçekler ekiyorum.  Düpedüz korkaklık yapıp, haberleri takip etmeyip, bütün bunlar yokmuş gibi yaşamaya çalışıyorum. Olsa kolay. Olmuyor. Gün sonu bakiyesini aldığımda en üstte hep o iç çekiş kalıyor.

Kafamızı nereye çevirirsek çevirelim o kurşunlar içimizden geçiyor. Kevgire dönmüş ruhlarımızla daha ne kadar idare edebiliriz? Hiç bilmiyorum.

Siz bu satırları okurken, ülke ne halde olacak kestiremiyorum. Kimseye akıl vermek haddim değil. Kim haklı kim haksız artık umurumda da değil. Sadece hayatım boyunca içinden kurşunlar geçen herhangi bir savaşın herhangi bir tarafında olmayacağımı biliyor, bunu size de tavsiye ediyorum.


Ağzı köpürerek konuşan insanlardan çok bıktım. Hepimize köpüksüz zamanlar diliyorum.
.
Not: Bu yazı KAFA dergisinin Ekim 2015 sayısında yayımlanmıştır.
.