.
Dostoyevski’yle metruk bir odadaydık. Mütevazı mobilyaların üzerinde üç karış toz, Dostoyevski’nin üzerindeyse uzun bir entari vardı. Niye böyle giyindin abi dedim, dedi çağımızın gereği. Hangi çağda olduğumuzu çıkaramadıysam da üstünde durmadım. Sonra, yere kadar uzamış sakalıyla döşemeyi süpürmeye başladı. Sakalım yok ki yardım edeyim. Abi napıyorsun kurban olayım bırak temizlikçi halleder dedim. Vakit geçiriyorum ilişşmeeğ dedi. Böyle Vahi Öz üslubuyla söyledi bunu. Kalan her şey normalmiş gibi tuttum bu kısma şaşırdım. Bana çeviri hatası gibi geldi bilemiyorum. Bir dahakine mevzuyu Rusça görmeye çalışacağım.
Yerden kalkan tozdan olacak, birden korkunç derecede öksürmeye başladı. Boğuluyor gibiydi, elim ayağıma dolandı. Belki de dedim sara krizi geçiriyordur. Zira rahmetlinin, babasının ölümünden sonra üstüne yapışan ve şahsi ölümüne kadar peşini bırakmayan böyle bir marazı vardı. Derhal pencerenin önündeki bir bardakta filizlenmeye başlamış kuru soğanı alıp ağzına soktum. Allahım ben ne yapıyordum? Neden bu kadar edebi bir durumun içinde, işe yaramayacağına emin olduğum böyle saçma ve arkaik yöntemlere başvuruyordum? Ayrıca Dostoyevski niye bardakta kuru soğan yetiştiriyordu? Birden öksürmeyi kesip ağzındaki soğanı çıkardı ve “Yoksulluk” diye başladı. "Bir ülkede yoksulluk varsa onu yazmayan yazar değil, insan bile olamaz. Önce insan olmak lazım. Bugünkü dünyada yoksulluk, insanın en aşağılanmış yeridir. İnsanlar yoksul olmamalı. Çünkü insanları yoksul etmeyecek her şey var bu dünyada. Bütün insanlara yetecek kadar yiyecek ve giyecek var. Ayağına giyecek ayakkabı da var. O zaman niçin insanlar yoksul olsun? Bu en utanç verici yanıdır insanoğlunun. Yazarsa bir insan, eğer insanlara bir şey söylüyorsa, yalnızca estetik olmamalı söyleyeceği. Yoksulluğunun tepesine inmelidir yıldırım gibi. Ve o zaman insan olacak, sonra da yazar olabilirse olabilecek. Ama hiçbir insan yoksulluk yok diyemeyecek.” diye tamamladı sözlerini. Çok haklı konuşmuştu ama sanki bu sözleri başka bir yerden hatırlıyor gibiydim. “Abi bunları Yaşar Kemal söylememiş miydi?” dedim. “O da çok büyük yazar olacak ama henüz doğmadı” dedi. “Hem ne fark eder,” diye devam etti, “dünya aynı dünya, yoksulluk aynı yoksulluk. Adem’den beri böyle bu, hepimiz aynı elmayı yedik.” Sonra yeni bir öksürük ve titreme nöbetine tutuldu. Bir gayretle yatağına yatırdım ve sandalyenin üstünde duran paltoyu üzerine örttüm. Gözlerini aralayıp mütebessim bir ifadeyle paltoyu okşadı ve anlaşılır anlaşılmaz bir sesle “Hepimiz bundan çıktık.” deyip derin bir uykuya daldı.
Başucundaki komodinin üzerinde Gogol’ün Palto’su vardı ve şansa bakın ki kitap Türkçe idi. Açıp yüksek sesle okumaya başladım. Ev sahibesine, "Kaybedecek zaman yok," dedi. "Çam bir tabut ısmarlayın tez zamanda, ne de olsa bu zavallı adamın meşeye parası yetmez." kısmına geldiğimde içinde bulunduğum durumun ciddiyetini idrak ettim. Koskoca Dostoyevski yanımda ölüyordu ve ben başında oturmuş armut gibi kitap okuyordum. Derhal yerimden fırladım ve odanın kapısını açıp koridordaki görevliye seslendim: “Doktor Çehov’a ivedilikle bir telgraf çekin ve mümkün olan en kısa sürede buraya gelmesini söyleyin. Bi de bi kolonya bi şey getirin adam imamın kayığına bindi binecek!” Görevli, “İmamın kayığı derken?” dedi. Uzatmak istemedim.
Kısa sürede geldi Çehov. “Çok şükür Tanrıma, yetiştiniz!” diyerek minnetle ellerini tuttum. Tam bir Rus hanımefendisi gibi davranıyordum. “Köşede babamın bakkal dükkanı var, Cuma’ya giderken bana emanet etmişti ama neyse ki çabuk döndü” dedi. “Cuma’ya derken?” dedim. Uzatmak istemedi.
Pencerenin önündeki, kuru soğandan boşalan bardağı aldı. Dostoyevski’nin üstündeki paltoyu kaldırıp göğsünü açtı ve bardağı ters çevirip kulağını dayayarak dinlemeye başladı. Hiçbir şey söylemiyor, mutlu bir ifadeyle dinliyordu. İşine karışmak istemiyordum ama muayene iyice uzayınca “Ne duyuyorsunuz Doktor yalvarırım bana da söyleyin.” deme ihtiyacı hissettim. “Deniz Üstü Köpürür çalıyor, bu adamın sesine bayılıyorum.” dedi. Her şey iyice saçma bir hal almıştı. Dayanamayıp yüksek sesle ünledim. “Tanrı aşkına, durumun vahametinin farkında değil misiniz? Bay Dostoyevski diyorum, yaşayacak mı?” Elindeki bardağı bırakmadan pencerenin önüne gitti. “Elbette ölecek kuzum. Ciğerlerinin üstü köpürmüş. Çok zamanı kalmadı.” dedi. Duruşunu hiç bozmadan devam etti. “Ama üzülmeyin, ben de yakında öleceğim. Bir yandan şakalar yapıp beri yandan bir çanağa kan tüküreceğim, hepimizin yaptığı gibi.” dedi.
Bu derin sözün üzerine, ortamdaki acıklı edebi atmosfere ayak uydurmak adına yanına gidip ben de onun gözlerini sabitlediği yere bakmaya başladım. Neredeyse ağlamaya başlayacaktım. “Sizin,” dedi baktığı yerden gözünü ayırmadan, “küçük bir köpeğiniz vardı değil mi hanımefendi?” “Ay yok neresi küçük dombili gibi oldu artık.” dedim. Bu konuyu neden açtığını kestiremedim.
Pencerenin önünde bir sinek, o klasik, saçma ve sonuçsuz hamlelerini yapıp dışarı çıkmaya çalışıyor, ve elbette her seferinde sinir bozucu vızırtılarıyla cama tosluyordu.
Çehov, bu soğukta hala yaşadığı için sinirlerini hoplatan sineğe adeta bir Laz gibi küfrederek elindeki bardağı fırlatmak üzereydi ki gözlerimi açtım.
Uyandığımda Cuma selası okunuyordu. Köpeğim Balık suratımı yalıyordu. Bu soğukta hala yaşayan bir sinek cama pıt pıt pıt vuruyor, içimden bir yerlerden Cem Karaca’nın sesi geliyordu.
Yaşar Kemal ölmüştü. Gogol, Dostoyevski ve Çehov zaten çoktandır ölüktü. İşler böyle gitmeye devam edecek olursa ben de ani bir ciğer köpürmesi sonucu ölebilirdim.
Kalktım. Mutfağa gittim. Dolaptan bir soğan çıkarıp pencerenin önündeki bardağın içine yerleştirdim.
.
Not: Bu yazı KAFA dergi Şubat 2016 sayısında yayımlanmıştır.
.
13 Mart 2016 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)