18 Ocak 2010 Pazartesi
Godoş'u Beklerken
.
- Yazacak hiçbir şey yok.
- Geçen gün yaşadığın macera dolu otobüs yolculuğunu yaz.
- Otobüs yolculuğu yazmaktan sıkıldım.
- O zaman, hani dün akşam Beşiktaş İskelesi’nde bağıra çağıra şarkı söylemiştin ya kendi kendine, onu yaz. Hem millet iyice kayışı kopardığına da kani olur böylece.
- Ne ilgisi var! Oranın akustiği iyi diye söyledim ben! Hem onun yazılacak bir tarafı da yok.
- Doğru.
Bir süre susarlar.
- Duvara şu ağacı çizmese miydim? Her tarafı kapladı.
- Yok yok iyi oldu o. Altında tam Gogo ve Didi gibi olduk bu sayede.
- Ama bana sürekli “beklemek” fikrini hatırlatıyor.
- Çünkü sürekli bekliyorsun.
- 514 gün oldu bugün.
- Onu yaz mesela?
- Onu yazarsam düşünürüm. Düşünürsem ağlarım. Ağlamayayım şimdi.
- Tamam. Ama günleri de sayma artık istersen. Havuç yiyelim mi?
- Olur.
Duvardaki ağacın altında, uzunca bir süre, açmadıkları televizyonu izlerler.
- Aşk hakkında yazmadın hiç. Oysa en banko konudur aşk.
- Aşk hakkında yazabileceğim bir şey olduğunu sanmıyorum.
- Saçmalama! Herkes çatır çatır yazıyor. Hem zamanında hatırı sayılır bir aşk yaşamıştın sen de.
- Yaşamıştım sahi. Bazen onu da ben yazmışım gibi hissediyorum. Başroldeki kadına kendi adımı vermişim de o yüzden yaşadığımı sanmışım gibi..
- Kendine bu kadar dışarıdan bakmayı kes!
- Kendime böyle dışarıdan bakmazsam sen olmazsın. Yoksun çünkü sen, biliyorsun di mi?
- Ama bu seni şizofren yapmaz.
- Biliyorum. Çok uğraştım ama deliliğe istidadım yokmuş, onu anladım. Benim temelim zayıf.
- Nasıl?
- Ne nasıl?
- Havuç nasıl?
- Havuç işte!
Yazı yazmak için bir çağrışım yakalama umuduyla kitaplığı incelerler.
- Her şeyi yazmışlardır belki de. Bana yazacak bir şey kalmamıştır, olamaz mı?
- Olamaz. Kelimelerin matematiği başka. Yazının sonsuza giden bir döngüsü var.
- İyi de ben niye bu formüle dahil olmak zorundayım ki?
- Değilsin. Ama seviyorsun bunu, kabul et.
- Böyle yazamadığım zamanlarda sevmiyorum. İlham perisi godoşluk yapıyor!
- İlham perisine godoş denmez! Aslında ilham perisi de denmez. Çok gerizekalıca. Dünya periler ülkesi değil. Yazı da dünyanın dışında olmadığına göre?
- Salak salak konuşma geçirmiyim ağzının ortasına!!
- Oldu işte, sinirlendin. Sinirlenince damarlarına kan yürüyor senin. Hadi başlayalım.
- Neye başlayalım?
- Yazmaya.
- Sana n’oluyor be!
- Aklının içine geri dönüyorum işte. Bekle.
“Hayatım beklemek amına koyim” diye düşünür. O ara birleşim gerçekleşir. Ses artık içinden gelmektedir.
- Bir kere de küfür etmesen dişimi kırıcam yemin ederim.
- Gevezelik etmeye devam edersen ben kırıcam zaten dişini rahat ol.
- Tamam be tamam. Ee, yazalım mı?
- Yazalım.
Kımıldamazlar.
.
Not: Cerenimo, çok boktan oldu farkındayım ama geçenlerde "yazsan da okusam" dediğin için, ilhami imkansızlıklar içinde yazdım. Bu yazı senin olsun.
8 Ocak 2010 Cuma
Cangıl
.
Her zamanki gibi işe geç kalmıştım ancak bu sefer o kadar geç kalmıştım ki çok geç kalmıştım yani. Bilim aşkıyla yanıp tutuşan biri olduğum için üstümü değiştirmekle zaman harcamadım. Kamuflaj niteliğinde uzun bir mont giyip çıktım. Yürüyerek 15 dakikada gidilecek yol için taksiye binmemden mütevellit taksiciyle kısa süreli bir hır-gür yaşadım. Bu duruma artık alışmıştım, üstünde durmadım. Şansım yaver gider de çalıştığım kata kimseyle karşılaşmadan ulaşabilirsem sorun yaşamayacaktım. Ama tahmin ettiğiniz gibi sayın okurlar, sorun yaşamasam şaşardım.
Müdür kapıda Gandalf gibi dikiliyordu. Ben geç kalmıştım. Üstelik aşortmanlarımlaydım. Durumu kurtarmak için “ehemehe günaydın” gibi bir şeyler zırvaladım. “Ne günaydını Entel hanım! Öğlen oldu” diye gürledi bu önce. Anlaşılan bu sefer sevimlilik yaparak yırtamayacaktım. “Ya işte alarm çalmamış” filan dedim. Bir yere varamadım. “Hayır yani” dedi, “bu kadar geç kalıyorsunuz madem” dedi, “bari” dedi, “insan gibi giyinseydiniz” dedi. Kemleri ve kümleri toparlayıp da doğru düzgün bir savunma cümlesi kuramadım. Henüz ilk sigaramı içmediğim için dilim uyuşuk uyuşuktu böyle. Şey dedi bu sonra, “zaten” dedi, “sizin bu kılık kıyafetinize bir çeki düzen vermeniz gerekiyor” dedi, “ben söylemeyeyim kendisi anlasın diyorum ama” dedi, “sizin anlayacağınız yok” dedi. Bugün heyheyleri üstündeydi. Ben zaten heyheylerle doğmuş biriydim. Şimdi cevap versem, ikimizin heyheyleri bir olup ortalık yerde halay çekmeye başlayacak, ben de belki işimden olacaktım. “Haklısınız” dedi biri. Dönüp arkama baktım ama kimse yoktu. Bendim. Ben demiştim. Bunu dediğime hayret etmiştim. Müdür de hayret etmişti. Elinde tuttuğu zafer meşalesini kolay kolay bırakmaya niyeti yoktu. “Yarın” dedi, “kontrol edeceğim.” “Senin ağzını yüzünü sikerim yavşak! Sen kim oluyorsun da beni kontrol ediyorsun! Kılık kıyafetimle mi iş yapıyorum burada! Sen böyle bir kafayı nerde bulacaksın suhufsuz!!” demedim. “Peki” dedim.
Müdür haklıydı. Gardırobumu iş hayatına bir türlü entegre edememiştim. En düzgün giyindiğim günlerde bile mutlaka bir yerden falso veriyordum. Takım elbise giysem altına spor ayakkabı giyiyordum. Ciddi görünüşlü bir entari giysem üstüne bir deri ceket geçiriyordum. Kural delmek için elimden geleni yapıyordum. Göze batıyordum. Göze batınca böyle sıkıntılar yaşıyordum. Böyle sıkıntılar yaşamak istemiyordum. Kimseyle muhatab olmak istemiyordum. Artık işe giderken insan gibi giyinmeye karar verdim. Çünkü müdür haklıydı. Ama döpiyes filan da insan haklarına aykırıydı. Abartmasındı.
İş kadını imajı için alış-verişe gittim. Hayatımda temiz bir sayfa açmak istiyordum. Ama bu alış-veriş işlerinden yılın %90’ı gibi bir oranda sıkılıyordum. Söylene söylene mağazaları gezmeye başladım. Son derece kararsızdım. Biraz beğenir gibi olduğum bir eteğe “etiketini sikiyim” dedim. Daha az beğenir gibi olduğum bir elbiseye “kemerine sokayım” dedim. Yaldır yaldır parlayan bir pantolona, boncuk boncuk ağlayan bir gömleğe ve topuk topuk yükselen bir ayakkabıya da muhtelif küfürler etmeyi ihmal etmedim. Girdiğim mağazalarda gördüklerine vurulan, bayılan, biten ve hasta olan kadınlar vardı. Beğendikleri bir şey için gerekirse birbirleriyle kavga ediyorlardı. Giyinme kabini önlerinde “çok yakıştııığ, sanki senin için yapılmış buuğ, manken gibi olduğğn” jargonuyla konuşuyorlardı. Dilimizde bu kadar çok yumuşak g olduğunu bilmiyordum. Nasıl ayak uyduracağımı bilmiyordum. Almam gereken hiçbir şeyi almak istemiyordum. Yorulmuştum.
Hasbelkader bir çantacıya girdim. Çanta kullanmayı sevmiyordum. Çantaları sevmiyordum. Boş boş bakınırken bir çantayı elime alıp etiketine baktım. 559 TL yazıyordu. “Oha amına koyim” dedim. “Efendim?” dedi. Tezgahtar elemandı bu. “Çok güzelmiş de onu şeyaptım” dedim. “O” dedi, “çok harika bir modeldir, hakiki deri”. Bu son kısmı söylerken hayretler içerisinde kalmamı ve o anda “bayılmamı” bekler bir ifadeyle hutbesine kısa bir ara verdi. Sığırların, sığırken bu kadar itibar görmeyip de ölünce derilerinin bu denli saygıyla anılmasının haksızlık olduğunu düşünüyordum. Kolumda ölü bir hayvanla gezmenin çok cazip bir şeymiş gibi gösterilmesini anlayamıyordum. Devam etti. O modelin büyük bir özenle tasarlandığından, hem şık hem avangard olan çift yönlü havasından, ellerindeki son ürün olduğundan filan bahsetti. Söyledikleri zerrece ilgimi çekmiyordu. Çantaya ihtiyacım yoktu. Bir an önce bu lavuktan paçayı kurtarıp gidip kendime tayyör almalıydım, ya da her ne boksa işte. Eleman, benim alıcı olmadığımı yüz ifademden anlamıştı ancak her şeye rağmen son kozunu da oynadı. “Üstelik %50 indirimde!”. İşte bu noktada “vurulmam” gerekiyordu. Oysa hala sağ salimdim. “Eee?” dedim. Gerçekten çok uyuz bir müşteriydim. “Yani” dedi ağzını yüzünü yamuşturup, “ihtiyacınız varsa kaçırmayın”. Tam “Yok!” diyecektim ki bir kadın, “O çantayı almıyorsanız bakabilir miyim? “diye seslendi. İşte tam da o anda biri, sanki içimdeki kablo bağlantılarının yerini değiştirdi.
Ne münasebetti! Ben bakıyordum. Alıcı alıcı bakıyordum. Hayatımda gördüğüm en güzel çantaydı bu. Derisi hakiki sığır derisiydi. Sığırlara sonsuz saygı duyan biriydim. Böyle özel bir tasarımı kaçıracak kadar deli değildim. Üstelik bu çanta hem şık hem avangarddı. Çift yönlü bir havası vardı. Adeta benim için yapılmıştı. Hem Allah’ın ne sevgili kuluymuşum ki ellerindeki son ürüne yetişmiştim. Bu şaheser, benim gibi biri varken o yelloza mı kalacaktı! Bir de %50 indirimdeyken.. İşe geç kalmam, müdürden fırça yemem filan hep bu çantaya ulaşmam için vesileydi aslında. Şerdeki hayırdı bu. Hayatımda hiçbir çantaya bu kadar ihtiyacım olmamıştı. O çanta olmadan yaşayamazdım. Vurulmuştum, bayılmıştım, bitmiştim. Hastasıydım o çantanın. O çanta benim olmazsa çıldırırdım.
“Alıyorum” dedim. Kadın hayata küstü. Tezgahtar yaşama sevinciyle doldu. Ben zaten mala bağlamıştım. Parayı öderken şuurum yerinde değildi. Çantayı alıp omzuma astım. Kasiyer kız “çok yakıştıığğ” dedi. Yumuşak g’ler benim de hayatıma girmişti.
Çıkarken aynaya baktım. Sığır omzumda mö’lüyordu. “Kızım Entel, manken gibi olduuuğn” dedi. Gülümsedim.
Bitti.
.
Her zamanki gibi işe geç kalmıştım ancak bu sefer o kadar geç kalmıştım ki çok geç kalmıştım yani. Bilim aşkıyla yanıp tutuşan biri olduğum için üstümü değiştirmekle zaman harcamadım. Kamuflaj niteliğinde uzun bir mont giyip çıktım. Yürüyerek 15 dakikada gidilecek yol için taksiye binmemden mütevellit taksiciyle kısa süreli bir hır-gür yaşadım. Bu duruma artık alışmıştım, üstünde durmadım. Şansım yaver gider de çalıştığım kata kimseyle karşılaşmadan ulaşabilirsem sorun yaşamayacaktım. Ama tahmin ettiğiniz gibi sayın okurlar, sorun yaşamasam şaşardım.
Müdür kapıda Gandalf gibi dikiliyordu. Ben geç kalmıştım. Üstelik aşortmanlarımlaydım. Durumu kurtarmak için “ehemehe günaydın” gibi bir şeyler zırvaladım. “Ne günaydını Entel hanım! Öğlen oldu” diye gürledi bu önce. Anlaşılan bu sefer sevimlilik yaparak yırtamayacaktım. “Ya işte alarm çalmamış” filan dedim. Bir yere varamadım. “Hayır yani” dedi, “bu kadar geç kalıyorsunuz madem” dedi, “bari” dedi, “insan gibi giyinseydiniz” dedi. Kemleri ve kümleri toparlayıp da doğru düzgün bir savunma cümlesi kuramadım. Henüz ilk sigaramı içmediğim için dilim uyuşuk uyuşuktu böyle. Şey dedi bu sonra, “zaten” dedi, “sizin bu kılık kıyafetinize bir çeki düzen vermeniz gerekiyor” dedi, “ben söylemeyeyim kendisi anlasın diyorum ama” dedi, “sizin anlayacağınız yok” dedi. Bugün heyheyleri üstündeydi. Ben zaten heyheylerle doğmuş biriydim. Şimdi cevap versem, ikimizin heyheyleri bir olup ortalık yerde halay çekmeye başlayacak, ben de belki işimden olacaktım. “Haklısınız” dedi biri. Dönüp arkama baktım ama kimse yoktu. Bendim. Ben demiştim. Bunu dediğime hayret etmiştim. Müdür de hayret etmişti. Elinde tuttuğu zafer meşalesini kolay kolay bırakmaya niyeti yoktu. “Yarın” dedi, “kontrol edeceğim.” “Senin ağzını yüzünü sikerim yavşak! Sen kim oluyorsun da beni kontrol ediyorsun! Kılık kıyafetimle mi iş yapıyorum burada! Sen böyle bir kafayı nerde bulacaksın suhufsuz!!” demedim. “Peki” dedim.
Müdür haklıydı. Gardırobumu iş hayatına bir türlü entegre edememiştim. En düzgün giyindiğim günlerde bile mutlaka bir yerden falso veriyordum. Takım elbise giysem altına spor ayakkabı giyiyordum. Ciddi görünüşlü bir entari giysem üstüne bir deri ceket geçiriyordum. Kural delmek için elimden geleni yapıyordum. Göze batıyordum. Göze batınca böyle sıkıntılar yaşıyordum. Böyle sıkıntılar yaşamak istemiyordum. Kimseyle muhatab olmak istemiyordum. Artık işe giderken insan gibi giyinmeye karar verdim. Çünkü müdür haklıydı. Ama döpiyes filan da insan haklarına aykırıydı. Abartmasındı.
İş kadını imajı için alış-verişe gittim. Hayatımda temiz bir sayfa açmak istiyordum. Ama bu alış-veriş işlerinden yılın %90’ı gibi bir oranda sıkılıyordum. Söylene söylene mağazaları gezmeye başladım. Son derece kararsızdım. Biraz beğenir gibi olduğum bir eteğe “etiketini sikiyim” dedim. Daha az beğenir gibi olduğum bir elbiseye “kemerine sokayım” dedim. Yaldır yaldır parlayan bir pantolona, boncuk boncuk ağlayan bir gömleğe ve topuk topuk yükselen bir ayakkabıya da muhtelif küfürler etmeyi ihmal etmedim. Girdiğim mağazalarda gördüklerine vurulan, bayılan, biten ve hasta olan kadınlar vardı. Beğendikleri bir şey için gerekirse birbirleriyle kavga ediyorlardı. Giyinme kabini önlerinde “çok yakıştııığ, sanki senin için yapılmış buuğ, manken gibi olduğğn” jargonuyla konuşuyorlardı. Dilimizde bu kadar çok yumuşak g olduğunu bilmiyordum. Nasıl ayak uyduracağımı bilmiyordum. Almam gereken hiçbir şeyi almak istemiyordum. Yorulmuştum.
Hasbelkader bir çantacıya girdim. Çanta kullanmayı sevmiyordum. Çantaları sevmiyordum. Boş boş bakınırken bir çantayı elime alıp etiketine baktım. 559 TL yazıyordu. “Oha amına koyim” dedim. “Efendim?” dedi. Tezgahtar elemandı bu. “Çok güzelmiş de onu şeyaptım” dedim. “O” dedi, “çok harika bir modeldir, hakiki deri”. Bu son kısmı söylerken hayretler içerisinde kalmamı ve o anda “bayılmamı” bekler bir ifadeyle hutbesine kısa bir ara verdi. Sığırların, sığırken bu kadar itibar görmeyip de ölünce derilerinin bu denli saygıyla anılmasının haksızlık olduğunu düşünüyordum. Kolumda ölü bir hayvanla gezmenin çok cazip bir şeymiş gibi gösterilmesini anlayamıyordum. Devam etti. O modelin büyük bir özenle tasarlandığından, hem şık hem avangard olan çift yönlü havasından, ellerindeki son ürün olduğundan filan bahsetti. Söyledikleri zerrece ilgimi çekmiyordu. Çantaya ihtiyacım yoktu. Bir an önce bu lavuktan paçayı kurtarıp gidip kendime tayyör almalıydım, ya da her ne boksa işte. Eleman, benim alıcı olmadığımı yüz ifademden anlamıştı ancak her şeye rağmen son kozunu da oynadı. “Üstelik %50 indirimde!”. İşte bu noktada “vurulmam” gerekiyordu. Oysa hala sağ salimdim. “Eee?” dedim. Gerçekten çok uyuz bir müşteriydim. “Yani” dedi ağzını yüzünü yamuşturup, “ihtiyacınız varsa kaçırmayın”. Tam “Yok!” diyecektim ki bir kadın, “O çantayı almıyorsanız bakabilir miyim? “diye seslendi. İşte tam da o anda biri, sanki içimdeki kablo bağlantılarının yerini değiştirdi.
Ne münasebetti! Ben bakıyordum. Alıcı alıcı bakıyordum. Hayatımda gördüğüm en güzel çantaydı bu. Derisi hakiki sığır derisiydi. Sığırlara sonsuz saygı duyan biriydim. Böyle özel bir tasarımı kaçıracak kadar deli değildim. Üstelik bu çanta hem şık hem avangarddı. Çift yönlü bir havası vardı. Adeta benim için yapılmıştı. Hem Allah’ın ne sevgili kuluymuşum ki ellerindeki son ürüne yetişmiştim. Bu şaheser, benim gibi biri varken o yelloza mı kalacaktı! Bir de %50 indirimdeyken.. İşe geç kalmam, müdürden fırça yemem filan hep bu çantaya ulaşmam için vesileydi aslında. Şerdeki hayırdı bu. Hayatımda hiçbir çantaya bu kadar ihtiyacım olmamıştı. O çanta olmadan yaşayamazdım. Vurulmuştum, bayılmıştım, bitmiştim. Hastasıydım o çantanın. O çanta benim olmazsa çıldırırdım.
“Alıyorum” dedim. Kadın hayata küstü. Tezgahtar yaşama sevinciyle doldu. Ben zaten mala bağlamıştım. Parayı öderken şuurum yerinde değildi. Çantayı alıp omzuma astım. Kasiyer kız “çok yakıştıığğ” dedi. Yumuşak g’ler benim de hayatıma girmişti.
Çıkarken aynaya baktım. Sığır omzumda mö’lüyordu. “Kızım Entel, manken gibi olduuuğn” dedi. Gülümsedim.
Bitti.
.
3 Ocak 2010 Pazar
Beyaz atlı şimdi geçti buradan
.
Elimde olmayan sebeplerle ahbaplaşmak zorunda kaldığım kalabalık bir grupla beraber bir eğlence mekânındaydım. Upuzun bir masanın ortalarında bir yerde, tanımadığım iki herifin arasında sıkışıp kalmıştım. Ortamda evvelden tanıdığım birkaç kişi parti organizasyonunda herhangi bir aksaklık çıkmasın diye mütemadiyen sağa sola koşturuyordu. Herkes birbirine ne kadar sıcakkanlı olduklarını belli etmek adına sempatik gülücükler gönderirken ben “kalabalıklar içinde yalnızlık” klişesinin göbeğinden zeytin yiyordum. Yanımdakilerden biri, sessizliğimi utangaçlığıma yormuş olacak ki, bir muhabbet başlatmak adına ismimi sordu. “Esra” diyerek kafamı çevirdim. Kafamı çevirince diğeriyle göz göze geldim. O da aynı iyi niyetin mahsulü olduğunu belli eder bir biçimde ismimi sordu. “Ceren” dedim. O anda kafamı nereye çevireceğimi bilemedim. Esra ya da Ceren değildim. İki herife de ayrı ayrı dönüp selam verdikten sonra tuvaleti bahane ederek ayağa kalktım. Bu upuzun masa eğlencesine karşı ibadetimi tamamlamıştım.
Eve dönmek istemediğim için, upuzun masayı görüş açısı dışında tutacak bir kuytuya geçip kendi halimde içmeye başladım. Birazdan ya şair, ya filozof olacaktım. Yalnızlığıma kadeh kaldırıp, kendi geçimsizliğimi örtmek için insanları yapay davranmakla suçlayacaktım. Onlar sanrılar içinde yüzerken, ben idealar âleminden hepsine pandik atacaktım. Sigaramı herkesi aşağılar bir edayla içip, suratlarına “Ben sizin gibi değilim!” dumanları savuracaktım. Bunları düşünürken iyiden iyiye keyiflenmişken biri “Çakmağınızı alabilir miyim?” dedi. Tüm artizliğimle “Alamazsın” demek için kendisine döndüm ki oha.. O da nesiydi. Herif “yakışıklı” kelimesinin eksiksiz sözlük karşılığı gibiydi. Dilimin ucundaki tersliği muhteşem bir manevrayla “Elbette” olarak çevirip gülümsedim. Sigarasını yakarken içimden “ beni yak kendini yak her şeyi yak” şarkısı çalmaya başlamıştı. Kıvama gelmiştim. Çakmağı teslim ederken gülümseyip teşekkür etti. “Ne demek”ti, ondan kıymetli miydi sanki. İsterse kendisinde kalabilirdi. Hatta isterse çakmağı tutan elimi bile kesip verirdim. Çabuk çürürdü ama mühim değildi.
“Ben de sıkıldım, çok kalabalık” dedi. Muhabbet etmeye çalışıyordu işte, ah canım benimdi. Cümlesini havada yakalayıp hemen karşılık verdim. Öküz değildim. Upuzun masada yanımdaki heriflere kaba davranmış olabilirdim ama değişebilirdim.
Ah Canım Benim’le bir şeyler konuşuyorduk ama içeriğe takılmıyordum. Söylediği her şeye karşılık en güzel kelimelerden buketler yapıp kendisine sunuyordum. Gülümsüyordu. Allahım ne güzel gülümsüyordu. Daha çok gülümsesin de izleyeyim diye atmosferi iyice komikli bir hale getirdim. “Sen” dedi, “çok değişik bir kadınsın.” Bu sözü bir iltifat olarak aldım. Belli ki erkekim, kendisini güldüren kadınlardan hoşlanıyordu. İşler yolunda gidiyordu. Bu noktada bir es verebilirdim. Çişe gitmek için ayaklandım. Hem böylece bana aşık olduğunu anlaması için ona zaman bırakmış olacaktım.
İki insan cinsi tuvaletleri yan yanaydı ve ikisinin önünde de sıra vardı. Kuyrukta beklerken biri “Eğleniyor musun bari” dedi. Kim olduğuna bakmak için kafamı kaldırdım. Oha bu da hayvan gibi yakışıklıydı. Bir mekâna bu kadar yakışıklı iki adam fazlaydı. Ama artık benim başım bağlıydı. “Hıhım” diyerek gülümsedim. Bu ikinciyi, başka bir Beyoğlu mekânında eğlenen kız arkadaşlarımın yanına göndereyim de nasiplensinler diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. İşimi görüp Ah Canım Benim’in yanına gittim.
Beni gülümseyerek karşıladı. Sanki birazdan duvağımı açacaktı. Danrım çok mutluydum. Mutluluğumu görmeleri için ortamda tanıdığım o birkaç arkadaşı aradı gözlerim. Ama onun yerine tuvalet kuyruğundaki Hayvan Gibi Yakışıklı’yla göz göze geldim. Uzaktan beni izliyordu. Emin olmak için Ah Canım Benim’le kurduğum iletişimin her boşluğunda onun olduğu tarafa baktım ve her seferinde gözleriyle karşılaştım. Sinirli sinirli bakıyordu. Diğeriyle cilveleşmemden rahatsız oluyor gibi bakıyordu. Olum n’oluyordu lan! Aynı gecede iki tane beyaz atlının arasında kalmak reva mıydı? Başka zaman armut toplatan makûs talihimin ecdadını sikmeyeydim de n’apaydım ben şimdi. Dikkatim dağıldı. Zaten Ah Canım Benim burç murç işlerine girmişti. Götümden bir burç salladım. O, uyduruk burcumun özelliklerini sayarken ben de hayatı sorgulamaya başladım. Acaba acele mi ediyordum? Bu konuşan eleman iyiydi hoştu da sohbeti çok bayıktı lan. Yok saçımın kimi yerlerine parlak kızıllar attırsaymışım, yok elbisemin üstüne janjanlı bir kemer taksaymışım filan.. Böyle ömür geçer miydi? Kendimi tanıyorsam, 2. gün siktiri çekerdim ben buna. Ama belki de diğeri okumuş etmiş yemiş yutmuş bir herifti? Kesin öyleydi. Artık aklım iyice diğerine kaymıştı. Zira mevzuda, bilinmeyenin gizemi vardı.
Bir yolunu bulup Ah Canım Benim’le sosyal ve siyasi ilişkilerimi kesip diğerine yeşil ışık yakmalıydım. Ama nasıl yapacaktım? Konuşup duruyordu. Arada gülüyordu. Gülünce iyiydi de konuşunca sıçıyordu. Hem bir gülüş karın doyurmuyordu. Ben bu çaresizlik içinde debelenirken Hayvan Gibi Yakışıklı, bize doğru yürümeye başladı. İşte oluyordu. Yeni aşkım, atının üstüne binip yavaş çekimle beni kurtarmaya geliyordu. Birazdan kılıcını çekip haşin haşin“Bırak ulan kızı!” diyecekti. Ben, elbette erimin sözü üstüne söz söylemeyip onunla gidecektim. Nefesimi tutup perdenin kapanış repliğini bekledim.
Burnundan soluyarak geldi. Gözlerimin içine içine bakıp “Sevgilim, hadi gidelim artık” dedi. Bu kadarını da beklemiyordum doğrusu ama iyi taktikti. Çantama uzanıp tam kalkmaya hazırlanıyordum ki..
Elini Ah Canım Benim’in omzuna atıp burnunun ucunu öptü. Ben elimde çantam ve kamyon garajı gibi açılmış ağzımla onları izlerken, kol kola mekândan çıktılar.
:/
.
Elimde olmayan sebeplerle ahbaplaşmak zorunda kaldığım kalabalık bir grupla beraber bir eğlence mekânındaydım. Upuzun bir masanın ortalarında bir yerde, tanımadığım iki herifin arasında sıkışıp kalmıştım. Ortamda evvelden tanıdığım birkaç kişi parti organizasyonunda herhangi bir aksaklık çıkmasın diye mütemadiyen sağa sola koşturuyordu. Herkes birbirine ne kadar sıcakkanlı olduklarını belli etmek adına sempatik gülücükler gönderirken ben “kalabalıklar içinde yalnızlık” klişesinin göbeğinden zeytin yiyordum. Yanımdakilerden biri, sessizliğimi utangaçlığıma yormuş olacak ki, bir muhabbet başlatmak adına ismimi sordu. “Esra” diyerek kafamı çevirdim. Kafamı çevirince diğeriyle göz göze geldim. O da aynı iyi niyetin mahsulü olduğunu belli eder bir biçimde ismimi sordu. “Ceren” dedim. O anda kafamı nereye çevireceğimi bilemedim. Esra ya da Ceren değildim. İki herife de ayrı ayrı dönüp selam verdikten sonra tuvaleti bahane ederek ayağa kalktım. Bu upuzun masa eğlencesine karşı ibadetimi tamamlamıştım.
Eve dönmek istemediğim için, upuzun masayı görüş açısı dışında tutacak bir kuytuya geçip kendi halimde içmeye başladım. Birazdan ya şair, ya filozof olacaktım. Yalnızlığıma kadeh kaldırıp, kendi geçimsizliğimi örtmek için insanları yapay davranmakla suçlayacaktım. Onlar sanrılar içinde yüzerken, ben idealar âleminden hepsine pandik atacaktım. Sigaramı herkesi aşağılar bir edayla içip, suratlarına “Ben sizin gibi değilim!” dumanları savuracaktım. Bunları düşünürken iyiden iyiye keyiflenmişken biri “Çakmağınızı alabilir miyim?” dedi. Tüm artizliğimle “Alamazsın” demek için kendisine döndüm ki oha.. O da nesiydi. Herif “yakışıklı” kelimesinin eksiksiz sözlük karşılığı gibiydi. Dilimin ucundaki tersliği muhteşem bir manevrayla “Elbette” olarak çevirip gülümsedim. Sigarasını yakarken içimden “ beni yak kendini yak her şeyi yak” şarkısı çalmaya başlamıştı. Kıvama gelmiştim. Çakmağı teslim ederken gülümseyip teşekkür etti. “Ne demek”ti, ondan kıymetli miydi sanki. İsterse kendisinde kalabilirdi. Hatta isterse çakmağı tutan elimi bile kesip verirdim. Çabuk çürürdü ama mühim değildi.
“Ben de sıkıldım, çok kalabalık” dedi. Muhabbet etmeye çalışıyordu işte, ah canım benimdi. Cümlesini havada yakalayıp hemen karşılık verdim. Öküz değildim. Upuzun masada yanımdaki heriflere kaba davranmış olabilirdim ama değişebilirdim.
Ah Canım Benim’le bir şeyler konuşuyorduk ama içeriğe takılmıyordum. Söylediği her şeye karşılık en güzel kelimelerden buketler yapıp kendisine sunuyordum. Gülümsüyordu. Allahım ne güzel gülümsüyordu. Daha çok gülümsesin de izleyeyim diye atmosferi iyice komikli bir hale getirdim. “Sen” dedi, “çok değişik bir kadınsın.” Bu sözü bir iltifat olarak aldım. Belli ki erkekim, kendisini güldüren kadınlardan hoşlanıyordu. İşler yolunda gidiyordu. Bu noktada bir es verebilirdim. Çişe gitmek için ayaklandım. Hem böylece bana aşık olduğunu anlaması için ona zaman bırakmış olacaktım.
İki insan cinsi tuvaletleri yan yanaydı ve ikisinin önünde de sıra vardı. Kuyrukta beklerken biri “Eğleniyor musun bari” dedi. Kim olduğuna bakmak için kafamı kaldırdım. Oha bu da hayvan gibi yakışıklıydı. Bir mekâna bu kadar yakışıklı iki adam fazlaydı. Ama artık benim başım bağlıydı. “Hıhım” diyerek gülümsedim. Bu ikinciyi, başka bir Beyoğlu mekânında eğlenen kız arkadaşlarımın yanına göndereyim de nasiplensinler diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. İşimi görüp Ah Canım Benim’in yanına gittim.
Beni gülümseyerek karşıladı. Sanki birazdan duvağımı açacaktı. Danrım çok mutluydum. Mutluluğumu görmeleri için ortamda tanıdığım o birkaç arkadaşı aradı gözlerim. Ama onun yerine tuvalet kuyruğundaki Hayvan Gibi Yakışıklı’yla göz göze geldim. Uzaktan beni izliyordu. Emin olmak için Ah Canım Benim’le kurduğum iletişimin her boşluğunda onun olduğu tarafa baktım ve her seferinde gözleriyle karşılaştım. Sinirli sinirli bakıyordu. Diğeriyle cilveleşmemden rahatsız oluyor gibi bakıyordu. Olum n’oluyordu lan! Aynı gecede iki tane beyaz atlının arasında kalmak reva mıydı? Başka zaman armut toplatan makûs talihimin ecdadını sikmeyeydim de n’apaydım ben şimdi. Dikkatim dağıldı. Zaten Ah Canım Benim burç murç işlerine girmişti. Götümden bir burç salladım. O, uyduruk burcumun özelliklerini sayarken ben de hayatı sorgulamaya başladım. Acaba acele mi ediyordum? Bu konuşan eleman iyiydi hoştu da sohbeti çok bayıktı lan. Yok saçımın kimi yerlerine parlak kızıllar attırsaymışım, yok elbisemin üstüne janjanlı bir kemer taksaymışım filan.. Böyle ömür geçer miydi? Kendimi tanıyorsam, 2. gün siktiri çekerdim ben buna. Ama belki de diğeri okumuş etmiş yemiş yutmuş bir herifti? Kesin öyleydi. Artık aklım iyice diğerine kaymıştı. Zira mevzuda, bilinmeyenin gizemi vardı.
Bir yolunu bulup Ah Canım Benim’le sosyal ve siyasi ilişkilerimi kesip diğerine yeşil ışık yakmalıydım. Ama nasıl yapacaktım? Konuşup duruyordu. Arada gülüyordu. Gülünce iyiydi de konuşunca sıçıyordu. Hem bir gülüş karın doyurmuyordu. Ben bu çaresizlik içinde debelenirken Hayvan Gibi Yakışıklı, bize doğru yürümeye başladı. İşte oluyordu. Yeni aşkım, atının üstüne binip yavaş çekimle beni kurtarmaya geliyordu. Birazdan kılıcını çekip haşin haşin“Bırak ulan kızı!” diyecekti. Ben, elbette erimin sözü üstüne söz söylemeyip onunla gidecektim. Nefesimi tutup perdenin kapanış repliğini bekledim.
Burnundan soluyarak geldi. Gözlerimin içine içine bakıp “Sevgilim, hadi gidelim artık” dedi. Bu kadarını da beklemiyordum doğrusu ama iyi taktikti. Çantama uzanıp tam kalkmaya hazırlanıyordum ki..
Elini Ah Canım Benim’in omzuna atıp burnunun ucunu öptü. Ben elimde çantam ve kamyon garajı gibi açılmış ağzımla onları izlerken, kol kola mekândan çıktılar.
:/
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)