.
Merhaba sevgili okur bireyler;
Klişe bir yılbaşı yazısıyla sizlere bütün yıl ne boklar yediğimi anlatmayı planladığım bu yazıdan şu anda vazgeçiyorum. Bu sefer biraz çabuk oldu farkındayım ama sonuçta size ne benim hayatımdan ve tohumunuza para mı saydım, ibneler.
Şu anda masamın üzerinde bit kadar bir kedi dolaşıyor. Yazıya başladığımda, masanın üstündeki bir kitaba sıçtı ve silmeye üşendim. Her yerin bok olması saniyeler sürmedi. Boka basıp basıp bütün eve sürdü. Evladımın boku resmen bölünerek çoğaldı. Bu çok boklu paragrafı burada bırakıp bok temizlemeye gidiyorum.
Hayat kısa. Kediler sıçıyor.
Yeni yılınız bıldırcın olsun.
.
31 Aralık 2013 Salı
13 Aralık 2013 Cuma
Sipariş Bilginiz
.
Babam emekli olduktan sonra kasabanın merkezi bir yerinde dükkan kiralamış, ömrünün kalanında orada çeşitli iş girişimlerinde bulunmuş ve hepsinde iflas etmişti. Ancak öyle tatlı iflas ediyordu ki hiçbir şey diyemiyordunuz. Sonuçta mutluydu, eğleniyordu, her seferinde maddi olarak epey dara düşüyorduk ama dediğim gibi adam mutluydu. Onun mutlu olması, dünyadaki her şeyden daha değerlidir.
Manavlık yaptığı bir dönem bir komşumuz sürekli babamdan alış-veriş yaparmış. Ekonomik vaziyetleri patlak olduğu için hep veresiyeye yazdırırmış. 2 sene kadar sürmüş bu, borç epey kabarmış. Babam adamdan para istemeyi dehşet verici bulurdu çünkü yani "Adamın parası mı var be kadın, aç mı kalsınlar!". Sonra sonra adamın eline yüklü bir miktar geçmiş, arazi mi satmış ne. Ev almış, araba almış, havalı havalı dolaşmaya başlamış ama gelip de babama olan borcunu ödememiş. İşte o zaman babamın tepesi atmış. Bir gün kuzenimle dükkanda oturuyorlarmış, babam demiş ki "Böyle böyle oldu. Şimdi parası var ve borcunu getirmiyor. Ayıp. Benim de çoluk çocuğum var. Dükkana mal alacak param kalmadı. Bi göreyim çok kötü yapıcam Önder, bak sen şahitsin."
Birkaç saat sonra, babam dükkanın önünü süpürürken borçlu komşu yoldan geçiyormuş. Babama selam verip "Nasılsın Selaattin Amca yaa?" demiş, babam "İyiyim." deyip süpürmeye devam etmiş. Adam gitmiş.
Babam koşa koşa dükkana girip "Önder lan, çok mu kötü yaptım adamı?" demiş. Önder Abim "N'aptın ki dayı?" demiş anlamayıp. "Ya nasılsın dedi iyiyim dedim, sen nasılsın demedim, ağır mı olmuştur? Ama hak etti pezevenk. Senin artık paran var, benim paramı niye getirmiyorsun di mi? Neyse ama getirir artık, çok kötü yaptım onu."
Aradan yıllar geçti. Babam çeşitli iflaslar sayesinde çeşitli iş kolları deneyerek çeşitli deneyimler edindi. Yani bir dükkanımız hep oldu, ama içinde ne sattığı sık sık değişti. Dondurmacılık yaptığı zamanların hastasıyım mesela.
Sonra kanser oldu. Doktorlar kurtulmasının bir yolu yok dedi. Dağ gibi adam. Aklım almadı. Doktorlara atamadığım yumrukların hepsi benim suratımda patladı.
Teşhisinden ölümüne kadar çok çirkin şeyler oldu tabii, zaten hastalığın güzeli olmaz, bu yüzden böyle şeylerden bahsetmeyeceğim.
Kanserinin ilerleyen zamanlarında ama hala konuşabiliyorken kuzenim ziyaretimize geldi, biraz güldük eğlendik, çeşitli ibnelikler yaptık filan. Sonra babama eğilip "Dayı" dedi, "o adam paranı getirdi mi? Babam güçlükle dedi ki, "Getirmedi ama Önder, mutlaka getirecek, o gün çok kötü yaptım onu."
O adam hala babamın parasını getirmedi. Ama bir gün getirecek eminim, çünkü babam öyle dedi.
Böyle işte moruklarım. Bir şey yazıcam diye aklım çıkıyor. Kitap işi n'oldu dediklerinde götüm uçukluyor. Bir balta alıp kendimi kesmeyi düşünüyorum o derece. Ama az önce bir öykünün sonunu yazdım, gerisi de kafamın içinde. Yazarım yani, kesin yazarım. Çünkü bir gün kesin yazıcam, biliyorsunuz.
Öpüyorum mıncırıklarınızı.
Sevgiler.
Balboa.
12 Ağustos 2013 Pazartesi
Belki İçeriden İyi Bir Haber Gelir
Gamze Elvan’a
Yoğun bakımda yatan bir hastanız varsa sizin için dünyanın en saçma mesaisi de başlamış demektir. Hastanız tıbba emanet olduğu için bir refakatçilik durumunuz yoktur. Yapabileceğiniz hiçbir şey olmadığı için yanında size yer yoktur. Kaybetme korkusundan aklınız çıktığı için uzağında durmaya cesaretiniz de yoktur. Böylece hastanenin belli bir köşesini mesken tutar ve içeriden gelebilecek en ufak bir haber için gece gündüz demeden beklemeye başlarsınız.
Dünyanın en çirkin ve yorucu beklemesi, kalbiniz koparcasına dilediğiniz şeyin ne zaman gerçekleşeceğini bilmediğiniz beklemedir. İlk günler şaşkınlıkla geçer, neler olup bittiğini anlayamazsınız. İnsanlar gelir, şahsi meraklarını gidermek için bir sürü soru sorarlar, büyük bir heyecanla cevaplarsınız. Sonra başkaları gelir ve sonra başkaları… Cevaplarınız değişmez. İçeriden haber gelmez.
İçeriden haber gelmedikçe zaman uzar, sorular yorar. Her gün birbirine benzemeye başlar. Ağlamaya kalksanız “Hiç olmazsa nefes alıyor.” deyip sustururlar. Ne kadar özlemiş olabileceğinizi hesaba katmazlar. Ne kadar özleseniz de günde sadece bir kişi için 5 dakikalığına tanınan ziyaret hakkını anneniz çok ağladığı, kardeşiniz hiç uyumadığı için onlar kullansın istersiniz. Bazı dertler küçük yaşta abla yapar insanı. Günler geçer.
Sonra işte bayram mayram gelir. Çeşitli hadiseler olur. Fark etmez. Günler hep geçer.
Ağlaya ağlaya uyuyakaldığım bir gece rüyamda görmüştüm abimi. Bizim eve çıkan yolun başında, elinde valiziyle bir yere yetişmeye çalışıyor gibiydi. Soluk soluğa koşup valizini tuttum ve “Gidemezsin!” dedim. “Gelicem lan korkma.” dedi. “Yemin et?” dedim, “Valla.” dedi. İnandım. Abime inanmayayım da kime inanayım? Sonra sarıldık, saçlarımı öptü, çünkü yani bilemezsiniz, benim abim hep saçlarımı öper.
Günler diyorum, öyle ya da böyle geçer. Saçlarınız öpülmemekten eskir ama kimseye çaktırmazsınız. Olan biteni pek anlamazsınız. Mevzu sıcakken yanınızda olan insanlar vardır. Mevzu soğudukça uzaklaşan insanlar vardır. Mutlaka onların da kendilerine göre sorunları vardır. Sıcakla soğuğu ayıramazsınız. Zaten ayırsanız da işin içinden çıkamazsınız. Ama belki içeriden bir haber gelir. Ah işte o dünyanın en güzel ihtimalidir, belki içeriden iyi bir haber gelir…
Hastanenin bahçesinde böyle şeyler düşünüyordum ki Gamze seslendi. “Neyiniz var, iyi misiniz?” dedi. Boş bulunup “Benim kardeşim de benzer bir durumda.” dedim, halbuki söylemeyecektim, ben iyi bir örnek değilim. Elimi tutup gözlerime baktı ve “İnşallah iyileşir.” dedi. Söylemiş miydim, Gamze gördüğüm en güzel gülüşlerden birinin sahibi.
Sonrasında, ailesinin yapacağı basın açıklaması için Taksim Meydanı’nda toplandığımızda gördüm onu. “Berkin’i bu hale getirenlerin bulunmasını ve cezalandırılmasını istiyoruz.” diyeceklerdi, dedirtmediler biliyorsunuz. Akşamında Gamze; “Ailem, bugün yaralanan insanlardan, gözaltına alınan insanlardan, yaşanan arbededen dolayı özür diliyor. Özür diliyoruz.” diye yazdı twitter’dan. Ben devlet olsam çoktan intihar ederdim.
Demek istiyorum ki Gamze biraz yorulmuştur şimdi. Gün saymaktan, kardeşine sarılamamaktan, umutsuz görünmemek için içine içine ağlamaktan yorulmuştur.
Ben şimdi bir bayram gününde abimin yatağının başucunda oturup Berkin’le Gamze’yi düşünüyorum. “Ne yapsak iyi olurlar?”ın cevabını bulmaya çalışıyorum, hastaneye gidip hiçbir şey sormadan konuşmadan yanlarında oturmaktan başka bir şey gelmiyor aklıma. Oysa Berkin’e, derin derin uykularından bakıp gülebileceği hikayeler anlatmak istiyorum, çünkü yani anasını satiyim, komik hikayeleri kim sevmez.
*
Asmayın suratınızı hemen, durun bakalım, belki içeriden iyi bir haber gelir.
Uyuyanları gözlerinden.
Bayramınız bıldırcın olsun.
.
30 Temmuz 2013 Salı
Fesleğenli Kütüphane
.
Gezi direnişinin, muktedirlerin ve taraftarlarının bu yöndeki tüm iddialarına rağmen planlı ve kumandanlı bir hareket olmadığını ispat etmeye çalışmanın bilmem artık lüzumu var mı…Orada bulunduğumuz her an, bir sonraki anda ne yapacağımızı da neye maruz kalacağımızı da bilmiyorduk. İlk günler, tek derdi arkadaşlarıyla açık havada vakit geçirmek olan bir arkadaşın parkta sabahlamaya kalkıp uykusundan biber gazıyla uyandırıldığı için çok sinirlendiğini ve en bıçkın direnişçilerden biri haline geldiğini söylersem belki mesele biraz daha açıklık kazanır. Bizler, kabaca davranışlardan hoşlanmıyor ve attığımız tüm sloganlarla esasen tek bir şey anlatmaya çalışıyorduk: “İtiraz ediyoruz.”
Gezi Kütüphanesi de, parktaki birçok şey gibi bir itiraz etme yöntemi olarak kuruldu.
Daha ilk günden rafların dolup taştığını, yayınevlerinin ve dergilerin muazzam desteğini, ellerine torba torba kitap alıp getirenler kadar ülkenin dört yanından kargo gönderenler de olduğunu duymuşsunuzdur zaten, o kadar anlattık. Ben size biraz daha başka şeylerden bahsetmek istiyorum.
Filiz Ali geldi mesela bir gün, soluk soluğa. Babasının yeşil mürekkebiyle onun adına imzaladığı kitapları getirdi. Ona, Sabahattin Ali’nin ölüm şekli nedeniyle bu ülkede yaşayan bir insan olarak ne büyük utanç duyduğumu söyleme fırsatı buldum, gerçi neye yarar. Refik Halid Karay’ın torunu dedesinin bir koli kitabını getirip bıraktı sessizce, sormasak kim olduğunu söylemeye niyeti yoktu. Eşi ağlayarak, Fethi Naci’nin kütüphanesinden getirdiği kitaplarını bıraktı. Elinde bastonuyla emekli bir doktor hanım, eşinin tekerlekli sandalyede olduğu için gelemediğini ama kendisini bize sarılması için sıkı sıkı tembihlediğini söyledi, sarıldık. Bir sürü insanla sarıldık. Kitapların, insanlara sarılmak için müthişkulade bir yol olduğunu bir kez daha hatırladık.
Gelenler soruyorlardı:
-Bu kitap ne kadar? -Bedava.
-Okuyup geri getirmek için ne kadar sürem var? -İlk fırsatta oku ama getirmene gerek yok.
-Yerine başka kitap mı getireyim? –Eh yani hiç fena olmaz ama sen bilirsin.
-Kaç kitap alabilirim? -İstediğin kadar.
-Kimlik bırakmam gerekir mi? -Delirdin galiba.
Klasik kütüphane kurallarına alışmış gözlerdeki şaşkınlık ve mutluluğu tarif edebilecek boyutta bir edebi yetkinliğe sahip değilim. Ama bu hareketin herhangi bir kısmına uzaktan ya da yakından şahit olmuş herkesin ne demek istediğimi anladığını düşünüyorum.
Sonra hatıra defterleri. İnsanlar gelip hatıra defterlerine öyle güzel şeyler yazdılar ki, hangi birini anlatayım? 8 yaşındaki Can şöyle yazmıştı mesela: “Demokrasi istiyorum çünkü canım istedi.” Çocuk haklıydı, bizimki de candı, başka ülkelerde görünce özeniyorduk işte.
İlk iki gün o kadar büyük ilgi oldu ki yoğunluktan kitaplara damga basmayı akıl edemedik. Parktan birileri sağolsunlar oydukları silgilerden “Gezi Parkı” yazan damgalar yaptılar bize. Kitapları ve ayraçları damgaladığımızı görenler kollarına omuzlarına da istiyorlardı. Damgalanmayı insana sempatik bir şeymiş gibi gösterecek kadar güzeldiler çünkü. Polisin el koyduğu şeyler arasında herhalde en çok üzüldüklerim o silgilerdir.
Yanlış hatırlamıyorsam Tolkien’in bir kitabının içine “Bu kitabı alan lütfen çocuğuna da okusun, benim babam bana hiç kitap okumadı.” yazmıştı bir kız, bir çocuğa okunması dileğiyle koyduk rafa. Bir anne, yakın zamanda kaybettiği oğlunun kitaplarını verdi ağlayarak, “Başka çocuklar okur inşallah.” dedi. Dediğini dua bilip koyduk rafa. Saksılarla fesleğenler getirdiler. Dilek fenerleri, mumlar ve kalemler getirdiler. Biraz dinlenelim diye uyku tulumları battaniyeler, karnımızı doyuralım diye yiyecekler getirdiler. Gecenin üçünde de sabahın köründe bir şeyler taşıyanlar hiç eksik olmadı. O kütüphanenin raflarında dünyanın en mutlu kitapları dolaştı.
Az da olsa “Oraya kütüphane kurdunuz da n’oldu?” minvalinde eleştiriler duydum, cevap vereyim. Ödevlerini, tezlerini bitirmeye çalışan bir sürü öğrenci paraları yetmediği için alamadıkları kitaplarını almış oldu; bir sürü insan, kendisiyle aynı duyguları paylaşan bir başkası tarafından hediye edildiğini bildiği bir kitapla belki biraz yalnız hissetmekten kurtuldu; kim bilir bir sürü insan belki uzun zaman sonra ilk kez sevgilisine şiir okudu…Bilmiyorum yani, illa bir şey olmuştur.
Salih diye bir çocuk vardı mesela, sokaklarda yaşayan kardeşlerimizden. Çizgi romanlara baktığını görüp birini vermek istediğimde “Abla istemem o çok yeni.” dediğini anlatayım mı? Yok, onu daha sonra anlatayım.
Sonra işte biliyorsunuz, parktan çıkartıldık. 400-500 civarı kitabımız, birkaç hatıra defterimiz, fesleğenlerimiz ve geri kalan her şeyimize polis el koydu.
Gezi Parkı’ndaki kitaplara polisin çöp muamelesi yaptığı yönündeki spekülatif çıkışlara tam olarak katılmıyorum. Esasen polis, oradaki insanlardan ağaçlardaki çaputlara kadar her şeye çöp muamelesi yaptı ve kitaplara da bir ayrıcalık tanımadı. Polisimiz hiç olmazsa bu konuda adil davrandı, haklarını yemeyelim.
Şimdilerde Gezi Parkı, her tarafı dantellerle süslenmiş ruhsuz misafir odalarına benziyor. Yetkililerin kafalarına göre kullanıma açıp kapamalarındaki istikrarsızlığa bakacak olursak, layık gördükleri misafirlerin kim olduklarını onların da bildiğini söyleyemeyiz. Mühim değil, orada olmamız şart değil. Gezi Parkı deyince artık herkesin aklına bir parktan çok daha fazlası geliyor.
Akla, vicdana ve hatıralara hiçbir kuvvet el koyamıyor. Bu direniş, hepimize unutamayacağımız çok fazla şey bıraktı. Bundan sonra üstüne Topçu Kışlası da yapsalar, yerinden söküp başka şehre de taşısalar, hatta benzin döküp yaksalar bile hikayesini hiç kaybetmeyecek bir yer artık Gezi Parkı.
Ve ardından söylemesi en güzel cümlelerden biri: Orada bir Gezi Kütüphanesi vardı.
Gece gündüz demeden var gücüyle çalışan tüm kütüphane tayfasına selamlarımla.
.
Gezi direnişinin, muktedirlerin ve taraftarlarının bu yöndeki tüm iddialarına rağmen planlı ve kumandanlı bir hareket olmadığını ispat etmeye çalışmanın bilmem artık lüzumu var mı…Orada bulunduğumuz her an, bir sonraki anda ne yapacağımızı da neye maruz kalacağımızı da bilmiyorduk. İlk günler, tek derdi arkadaşlarıyla açık havada vakit geçirmek olan bir arkadaşın parkta sabahlamaya kalkıp uykusundan biber gazıyla uyandırıldığı için çok sinirlendiğini ve en bıçkın direnişçilerden biri haline geldiğini söylersem belki mesele biraz daha açıklık kazanır. Bizler, kabaca davranışlardan hoşlanmıyor ve attığımız tüm sloganlarla esasen tek bir şey anlatmaya çalışıyorduk: “İtiraz ediyoruz.”
Gezi Kütüphanesi de, parktaki birçok şey gibi bir itiraz etme yöntemi olarak kuruldu.
Daha ilk günden rafların dolup taştığını, yayınevlerinin ve dergilerin muazzam desteğini, ellerine torba torba kitap alıp getirenler kadar ülkenin dört yanından kargo gönderenler de olduğunu duymuşsunuzdur zaten, o kadar anlattık. Ben size biraz daha başka şeylerden bahsetmek istiyorum.
Filiz Ali geldi mesela bir gün, soluk soluğa. Babasının yeşil mürekkebiyle onun adına imzaladığı kitapları getirdi. Ona, Sabahattin Ali’nin ölüm şekli nedeniyle bu ülkede yaşayan bir insan olarak ne büyük utanç duyduğumu söyleme fırsatı buldum, gerçi neye yarar. Refik Halid Karay’ın torunu dedesinin bir koli kitabını getirip bıraktı sessizce, sormasak kim olduğunu söylemeye niyeti yoktu. Eşi ağlayarak, Fethi Naci’nin kütüphanesinden getirdiği kitaplarını bıraktı. Elinde bastonuyla emekli bir doktor hanım, eşinin tekerlekli sandalyede olduğu için gelemediğini ama kendisini bize sarılması için sıkı sıkı tembihlediğini söyledi, sarıldık. Bir sürü insanla sarıldık. Kitapların, insanlara sarılmak için müthişkulade bir yol olduğunu bir kez daha hatırladık.
Gelenler soruyorlardı:
-Bu kitap ne kadar? -Bedava.
-Okuyup geri getirmek için ne kadar sürem var? -İlk fırsatta oku ama getirmene gerek yok.
-Yerine başka kitap mı getireyim? –Eh yani hiç fena olmaz ama sen bilirsin.
-Kaç kitap alabilirim? -İstediğin kadar.
-Kimlik bırakmam gerekir mi? -Delirdin galiba.
Klasik kütüphane kurallarına alışmış gözlerdeki şaşkınlık ve mutluluğu tarif edebilecek boyutta bir edebi yetkinliğe sahip değilim. Ama bu hareketin herhangi bir kısmına uzaktan ya da yakından şahit olmuş herkesin ne demek istediğimi anladığını düşünüyorum.
Sonra hatıra defterleri. İnsanlar gelip hatıra defterlerine öyle güzel şeyler yazdılar ki, hangi birini anlatayım? 8 yaşındaki Can şöyle yazmıştı mesela: “Demokrasi istiyorum çünkü canım istedi.” Çocuk haklıydı, bizimki de candı, başka ülkelerde görünce özeniyorduk işte.
İlk iki gün o kadar büyük ilgi oldu ki yoğunluktan kitaplara damga basmayı akıl edemedik. Parktan birileri sağolsunlar oydukları silgilerden “Gezi Parkı” yazan damgalar yaptılar bize. Kitapları ve ayraçları damgaladığımızı görenler kollarına omuzlarına da istiyorlardı. Damgalanmayı insana sempatik bir şeymiş gibi gösterecek kadar güzeldiler çünkü. Polisin el koyduğu şeyler arasında herhalde en çok üzüldüklerim o silgilerdir.
Yanlış hatırlamıyorsam Tolkien’in bir kitabının içine “Bu kitabı alan lütfen çocuğuna da okusun, benim babam bana hiç kitap okumadı.” yazmıştı bir kız, bir çocuğa okunması dileğiyle koyduk rafa. Bir anne, yakın zamanda kaybettiği oğlunun kitaplarını verdi ağlayarak, “Başka çocuklar okur inşallah.” dedi. Dediğini dua bilip koyduk rafa. Saksılarla fesleğenler getirdiler. Dilek fenerleri, mumlar ve kalemler getirdiler. Biraz dinlenelim diye uyku tulumları battaniyeler, karnımızı doyuralım diye yiyecekler getirdiler. Gecenin üçünde de sabahın köründe bir şeyler taşıyanlar hiç eksik olmadı. O kütüphanenin raflarında dünyanın en mutlu kitapları dolaştı.
Az da olsa “Oraya kütüphane kurdunuz da n’oldu?” minvalinde eleştiriler duydum, cevap vereyim. Ödevlerini, tezlerini bitirmeye çalışan bir sürü öğrenci paraları yetmediği için alamadıkları kitaplarını almış oldu; bir sürü insan, kendisiyle aynı duyguları paylaşan bir başkası tarafından hediye edildiğini bildiği bir kitapla belki biraz yalnız hissetmekten kurtuldu; kim bilir bir sürü insan belki uzun zaman sonra ilk kez sevgilisine şiir okudu…Bilmiyorum yani, illa bir şey olmuştur.
Salih diye bir çocuk vardı mesela, sokaklarda yaşayan kardeşlerimizden. Çizgi romanlara baktığını görüp birini vermek istediğimde “Abla istemem o çok yeni.” dediğini anlatayım mı? Yok, onu daha sonra anlatayım.
Sonra işte biliyorsunuz, parktan çıkartıldık. 400-500 civarı kitabımız, birkaç hatıra defterimiz, fesleğenlerimiz ve geri kalan her şeyimize polis el koydu.
Gezi Parkı’ndaki kitaplara polisin çöp muamelesi yaptığı yönündeki spekülatif çıkışlara tam olarak katılmıyorum. Esasen polis, oradaki insanlardan ağaçlardaki çaputlara kadar her şeye çöp muamelesi yaptı ve kitaplara da bir ayrıcalık tanımadı. Polisimiz hiç olmazsa bu konuda adil davrandı, haklarını yemeyelim.
Şimdilerde Gezi Parkı, her tarafı dantellerle süslenmiş ruhsuz misafir odalarına benziyor. Yetkililerin kafalarına göre kullanıma açıp kapamalarındaki istikrarsızlığa bakacak olursak, layık gördükleri misafirlerin kim olduklarını onların da bildiğini söyleyemeyiz. Mühim değil, orada olmamız şart değil. Gezi Parkı deyince artık herkesin aklına bir parktan çok daha fazlası geliyor.
Akla, vicdana ve hatıralara hiçbir kuvvet el koyamıyor. Bu direniş, hepimize unutamayacağımız çok fazla şey bıraktı. Bundan sonra üstüne Topçu Kışlası da yapsalar, yerinden söküp başka şehre de taşısalar, hatta benzin döküp yaksalar bile hikayesini hiç kaybetmeyecek bir yer artık Gezi Parkı.
Ve ardından söylemesi en güzel cümlelerden biri: Orada bir Gezi Kütüphanesi vardı.
Gece gündüz demeden var gücüyle çalışan tüm kütüphane tayfasına selamlarımla.
.
25 Temmuz 2013 Perşembe
Tavan Arası 2
.
Geçen yıl aile evinin çatısında çalışmak için temizleyip zerre çalışmadığım tavan arasını hatırlayanlarınız olacaktır. Şimdi yine buradayım ve siz kahrolası okurlarım anlatacaklarımı dinleyeceksiniz çünkü içim şişti tamam mı! Canlarım :/
Aslında ne anlatacağımı bilmiyorum. Birkaç gündür çalışayım diye şu koltuğa oturuyor ve öyle duruyorum. Dünya durmuyor. Onca şey oldu durmadı. Hakkında ileri geri konuşmak istemem ama ben bu kadar gamsız bir gezegen daha görmedim. Koltuk diyordum.
Akşamüstü babam gelip koltuğa oturdu. Baktı bana. Öyle bir baktı ki içimdeki civcivler oynayıp zıplamaya başladı. Babamın bakışları öyledir, kaç yaşında olursanız olun içinizi civcive çevirir. “Sarılayım mı biraz?” dedim, gülümsedi. Sonra kaybolup gitti işte.
Hayal görmenin en kötü tarafı dokunma isteğinizi karşılayamamaları. Yoksa birtakım tavan aralarında mutlu görüntülere rastlamak halen mümkün. Ölülerin en kötü huyuysa konuşmamaları. Keşke Allah hiç olmazsa bu kadarını ayarlasaydı. Babaların sesi çok özleniyor.
Şu pencereden bakınca amcamın evi görünüyor. Amcamla babam emekliliklerinde arıcılığa merak salmışlardı. Gece gündüz onlarla ilgilenip arılara evcil hayvan muamelesi yapıyorlardı. Avuçlarına arı alıp “Bal mı yapıyomuş benim oğlum” diye seven iki adam düşünün. Biraz delirmiş olduklarını görüyor ancak kimseye çaktırmıyorduk. Sonra babam gitti işte. Amcamın ağlamalarına dayanamayan arılar da gitti. Sonra amcam da gitti zaten. Hiçbirini tutamadık. Arkalarında boş kovanlarla birkaç kavanoz bal bıraktılar. Uzun süre kahvaltılarda bal yerken hiçbirimiz konuşamadık.
Gidiyorlar yani, tutamıyorsunuz. Öldüler de diyemiyorsunuz öyle dikten. Önce balların filan bitmesi gerekiyor, birinin cesaret edip ayakkabılarını kapının önünden çekmesi gerekiyor, çay içmeyi çok sevdikleri bardaklarını gidip mezarlarına gömmeniz, içine su koyup bazı kuşların oradan su içtiğini görmeniz gerekiyor. Ölümün en anisi bile öyle birden tesir etmiyor vücuda. Zamanla geçer deniliyor, zamanla geçmiyor, şekli değişiyor. İşte böyle kullanılmayan tavan aralarında biriken tozlara bakıp başka şeyler düşünmeye çalışıyorsunuz mesela. Mesela diyorsunuz ki toz esasen doğada kendiliğinden varolan bir şey değil, medeniyetin bize kötü bir hediyesi. Bir ara şuranın tozunu alayım diyorsunuz, şimdi ufo görsek çok tatlı olmaz mı diyorsunuz, şahsi bir ejderha alabileceğiniz günlerin gelmesini diliyorsunuz filan. Zaman geçiyor.
İnsanın arada bir kendisinin de tozunu alması gerekiyor. Yaşadıklarına şöyle bir bakıp hatıralarını yeniden katlaması ve güzelce yerleştirmesi gerekiyor. Böyle anlar bir parça da sessizlik gerektiriyor. Şimdi izninizle içimden bir dua söyleyeceğim. ”İyi ki yaşadılar” dediğimiz tüm ölmüşlerimiz için.
.
Geçen yıl aile evinin çatısında çalışmak için temizleyip zerre çalışmadığım tavan arasını hatırlayanlarınız olacaktır. Şimdi yine buradayım ve siz kahrolası okurlarım anlatacaklarımı dinleyeceksiniz çünkü içim şişti tamam mı! Canlarım :/
Akşamüstü babam gelip koltuğa oturdu. Baktı bana. Öyle bir baktı ki içimdeki civcivler oynayıp zıplamaya başladı. Babamın bakışları öyledir, kaç yaşında olursanız olun içinizi civcive çevirir. “Sarılayım mı biraz?” dedim, gülümsedi. Sonra kaybolup gitti işte.
Hayal görmenin en kötü tarafı dokunma isteğinizi karşılayamamaları. Yoksa birtakım tavan aralarında mutlu görüntülere rastlamak halen mümkün. Ölülerin en kötü huyuysa konuşmamaları. Keşke Allah hiç olmazsa bu kadarını ayarlasaydı. Babaların sesi çok özleniyor.
Şu pencereden bakınca amcamın evi görünüyor. Amcamla babam emekliliklerinde arıcılığa merak salmışlardı. Gece gündüz onlarla ilgilenip arılara evcil hayvan muamelesi yapıyorlardı. Avuçlarına arı alıp “Bal mı yapıyomuş benim oğlum” diye seven iki adam düşünün. Biraz delirmiş olduklarını görüyor ancak kimseye çaktırmıyorduk. Sonra babam gitti işte. Amcamın ağlamalarına dayanamayan arılar da gitti. Sonra amcam da gitti zaten. Hiçbirini tutamadık. Arkalarında boş kovanlarla birkaç kavanoz bal bıraktılar. Uzun süre kahvaltılarda bal yerken hiçbirimiz konuşamadık.
Gidiyorlar yani, tutamıyorsunuz. Öldüler de diyemiyorsunuz öyle dikten. Önce balların filan bitmesi gerekiyor, birinin cesaret edip ayakkabılarını kapının önünden çekmesi gerekiyor, çay içmeyi çok sevdikleri bardaklarını gidip mezarlarına gömmeniz, içine su koyup bazı kuşların oradan su içtiğini görmeniz gerekiyor. Ölümün en anisi bile öyle birden tesir etmiyor vücuda. Zamanla geçer deniliyor, zamanla geçmiyor, şekli değişiyor. İşte böyle kullanılmayan tavan aralarında biriken tozlara bakıp başka şeyler düşünmeye çalışıyorsunuz mesela. Mesela diyorsunuz ki toz esasen doğada kendiliğinden varolan bir şey değil, medeniyetin bize kötü bir hediyesi. Bir ara şuranın tozunu alayım diyorsunuz, şimdi ufo görsek çok tatlı olmaz mı diyorsunuz, şahsi bir ejderha alabileceğiniz günlerin gelmesini diliyorsunuz filan. Zaman geçiyor.
İnsanın arada bir kendisinin de tozunu alması gerekiyor. Yaşadıklarına şöyle bir bakıp hatıralarını yeniden katlaması ve güzelce yerleştirmesi gerekiyor. Böyle anlar bir parça da sessizlik gerektiriyor. Şimdi izninizle içimden bir dua söyleyeceğim. ”İyi ki yaşadılar” dediğimiz tüm ölmüşlerimiz için.
.
12 Temmuz 2013 Cuma
Geçti
.
Kardeşimin adı Ali. Annem onu her şey bok gibi gitse bile ben intihar etmeyeyim diye doğurmuş. Annemin de kardeşimin de bundan haberi yok. Ama ben biliyorum.
Ben biliyorum. Bir kardeşe yanmanın ne demek olduğunu biliyorum. 5 yıldır, gün değil ay değil tam 5 yıldır uyansın diye büyük kardeşimin gözlerinin içine bakıyorum. Bunun ne demek olduğunu… Bunun ne demek olduğunun birazını anlatıyorum da çoğunu anlatamıyorum.
İşte böyle anlatamadığım zamanlarda gidip Ali’me sarılıyorum. Hiçbir şey konuşmuyoruz. Göğsümüz birbirine değdiğinde herhangi bir sözün anlamı kalmıyor. Çünkü içimiz aynı yerden yanıyor ve ancak birbirimize sokulduğumuzda ağrısı biraz hafifliyor. Abimiz uyuyor. Abimiz uyanmıyor.
Berkin uyuyor. Mustafa Ali uyuyor.Yoğun bakım ünitesinin kapısında beklediğimiz günler geliyor gözümün önüne. Orada zamanın lehinize mi aleyhinize mi işlediğini asla bilemezsiniz. Uyansın diye zaman geçmesi gerektiğini söylerler. Zaman geçtikçe uyanma ihtimalinin azaldığını söylerler. Anasını sattığımın zamanının tam olarak ne işe yaradığını bir türlü anlayamazsınız. Dipten umut çıkarmak için her gün daha derine dalarsınız. Düşündükçe aklınız gözlerinizden akar ağlarsınız. Ağlamaktan bıkarsınız. Artık ağlamak istemezsiniz. Zaten ağlayarak dindiremezsiniz.
Sonra ne biliyim içeriden bir haber gelir mesela parmağını oynattı diye. Bu sefer mutluluktan delireceğinizi sanırsınız. Ayağa kalkmış da koşmaya konuşmaya gülmeye başlamış gibi sevinirsiniz. Saf mısınız nesiniz. Yok biliyorum değilsiniz. Öyle olması için canınızı vermeniz gerekse verirsiniz.
Ne diyordum, içeriden haber gelir çünkü hastanız kelimenin her anlamıyla içeridedir. İstediğiniz zaman yanına gidemezsiniz, sarılamaz, koklayamaz, elini tutamazsınız çünkü mikroplar. Mikroplar her yerdedir. Mikroplar orada yatan ve uyansın diye beklediğiniz canınızı öldürebilir. Ellememeniz gerekir. “Yeteri kadar sıkı sarılırsam belki beni bırakmaz” diyen içinizdeki sesi de böylece bastırmanız gerekir. Dokunamamak diyorum, insanı yora yora delirtir.
Ben çok yoruldum. Ben aklımı ağlaya ağlaya akıttım bitti. Artık hastanelere gidemiyorum ama siz gidin. Kendinizi çaresiz hissettiğiniz zamanlarda gidin. Yoğun bakım ünitelerinin önünde bekleyen insanlara bakın. Cesaretiniz varsa tam gözlerinin içine bakın. Çaresizliğin daniskasını kim iyi bilirmiş göreceksiniz.
Sonra işte bir de ölmek var. Kaç kişi öldü gözlerimle gördüm. Kaç kişi öldü ellerimle gömdüm. Bir insanı gömmek korkunç bir şey. Yani öldü diye illa gömmemiz mi gerekir? Keşke kapsüllere koyup uzaya fırlatabilsek. Benim kafam çok kötü. Benim kafam ne yapacağını bilmiyor. Benim kardeşimin adı Ali. Onu öldürseler dünyayı yakarım. Bir Ali’yi döve döve öldürdüler. Bir Ali’yi döve döve öldürmek hiç kolay değildir. Defalarca vurmak, vurmak, vurmak… Aklım almıyor. İçinde “Ali” olan ne çok ağıt var. İçimde “Ali” adında ağıtlar yakıyorlar. Aklım almıyor.
Gün doğdu. Berkin uyuyor. Mustafa Ali uyuyor. Ben uyuyamadım. Ben bu gece Ali İsmail’in çok uzaktaki mezarının başında bekledim. Annesi, babası, kardeşi, sevgilisi olup bekledim. İlk gecenin ne zor olduğunu, mezarın ne soğuk olduğunu düşünüp bekledim. İçimden ona hep şöyle dedim;
Artık kimse sana zarar veremeyecek güzel kardeşim, geçti.
.
Kardeşimin adı Ali. Annem onu her şey bok gibi gitse bile ben intihar etmeyeyim diye doğurmuş. Annemin de kardeşimin de bundan haberi yok. Ama ben biliyorum.
Ben biliyorum. Bir kardeşe yanmanın ne demek olduğunu biliyorum. 5 yıldır, gün değil ay değil tam 5 yıldır uyansın diye büyük kardeşimin gözlerinin içine bakıyorum. Bunun ne demek olduğunu… Bunun ne demek olduğunun birazını anlatıyorum da çoğunu anlatamıyorum.
İşte böyle anlatamadığım zamanlarda gidip Ali’me sarılıyorum. Hiçbir şey konuşmuyoruz. Göğsümüz birbirine değdiğinde herhangi bir sözün anlamı kalmıyor. Çünkü içimiz aynı yerden yanıyor ve ancak birbirimize sokulduğumuzda ağrısı biraz hafifliyor. Abimiz uyuyor. Abimiz uyanmıyor.
Berkin uyuyor. Mustafa Ali uyuyor.Yoğun bakım ünitesinin kapısında beklediğimiz günler geliyor gözümün önüne. Orada zamanın lehinize mi aleyhinize mi işlediğini asla bilemezsiniz. Uyansın diye zaman geçmesi gerektiğini söylerler. Zaman geçtikçe uyanma ihtimalinin azaldığını söylerler. Anasını sattığımın zamanının tam olarak ne işe yaradığını bir türlü anlayamazsınız. Dipten umut çıkarmak için her gün daha derine dalarsınız. Düşündükçe aklınız gözlerinizden akar ağlarsınız. Ağlamaktan bıkarsınız. Artık ağlamak istemezsiniz. Zaten ağlayarak dindiremezsiniz.
Sonra ne biliyim içeriden bir haber gelir mesela parmağını oynattı diye. Bu sefer mutluluktan delireceğinizi sanırsınız. Ayağa kalkmış da koşmaya konuşmaya gülmeye başlamış gibi sevinirsiniz. Saf mısınız nesiniz. Yok biliyorum değilsiniz. Öyle olması için canınızı vermeniz gerekse verirsiniz.
Ne diyordum, içeriden haber gelir çünkü hastanız kelimenin her anlamıyla içeridedir. İstediğiniz zaman yanına gidemezsiniz, sarılamaz, koklayamaz, elini tutamazsınız çünkü mikroplar. Mikroplar her yerdedir. Mikroplar orada yatan ve uyansın diye beklediğiniz canınızı öldürebilir. Ellememeniz gerekir. “Yeteri kadar sıkı sarılırsam belki beni bırakmaz” diyen içinizdeki sesi de böylece bastırmanız gerekir. Dokunamamak diyorum, insanı yora yora delirtir.
Ben çok yoruldum. Ben aklımı ağlaya ağlaya akıttım bitti. Artık hastanelere gidemiyorum ama siz gidin. Kendinizi çaresiz hissettiğiniz zamanlarda gidin. Yoğun bakım ünitelerinin önünde bekleyen insanlara bakın. Cesaretiniz varsa tam gözlerinin içine bakın. Çaresizliğin daniskasını kim iyi bilirmiş göreceksiniz.
Sonra işte bir de ölmek var. Kaç kişi öldü gözlerimle gördüm. Kaç kişi öldü ellerimle gömdüm. Bir insanı gömmek korkunç bir şey. Yani öldü diye illa gömmemiz mi gerekir? Keşke kapsüllere koyup uzaya fırlatabilsek. Benim kafam çok kötü. Benim kafam ne yapacağını bilmiyor. Benim kardeşimin adı Ali. Onu öldürseler dünyayı yakarım. Bir Ali’yi döve döve öldürdüler. Bir Ali’yi döve döve öldürmek hiç kolay değildir. Defalarca vurmak, vurmak, vurmak… Aklım almıyor. İçinde “Ali” olan ne çok ağıt var. İçimde “Ali” adında ağıtlar yakıyorlar. Aklım almıyor.
Gün doğdu. Berkin uyuyor. Mustafa Ali uyuyor. Ben uyuyamadım. Ben bu gece Ali İsmail’in çok uzaktaki mezarının başında bekledim. Annesi, babası, kardeşi, sevgilisi olup bekledim. İlk gecenin ne zor olduğunu, mezarın ne soğuk olduğunu düşünüp bekledim. İçimden ona hep şöyle dedim;
Artık kimse sana zarar veremeyecek güzel kardeşim, geçti.
.
30 Mayıs 2013 Perşembe
Memleketin anası sikiliyordu ve biz…
"Memleketin anası sikiliyordu ve biz,
elimizden bi şey gelmediğinden, bütün gün içip her şeye gülüyorduk."
Yok aslında, artık pek öyle gülemiyorduk. Dramatik filmlerdeki o çok eğlenilen sahnelerin ortasında acı acı çalan telefonla gelen haberler gibi birbiri ardına yağıyordu haberler. Konu sürekli değişse de haberlerin içindeki zulüm ve vicdansızlık hiç değişmiyordu.
Memleketin anası sikiliyordu ve biz sabahları kalkıp işe gidiyorduk. İş arkadaşlarımızla olan bitenleri konuşuyor, birçoğunun hiçbir şeyden mustarip olmadığını görünce şaşırıyor, afallıyorduk. Yani sizce ters giden bir şeyler yok mu diyorduk, yok diyorlardı, muktedirler ne yapıyorsa bir bildikleri vardır diyorlardı, biz bu gidişattan gayet memnunuz diyorlardı. Allah gibi, peygamber gibi inanıyorlardı. Sık sık borsadaki paralarını kontrol ediyor, öğlenleri çatlayana kadar yemek yiyor, böyle olmaz bi şeyler yapmalıyız dediğimizde memleketi siz mi kurtaracaksınız deyip anıra anıra gülüyorlardı.
Memleketin anası sikiliyordu ve biz gerçekten ne yapacağımızı bilmiyorduk. Birbirimizi arayıp duydun mu diyorduk, hassiktir diyorduk, yok artık lan o kadar da olmaz diyorduk, o kadar da oluyordu. “Nereye sıçacaklar?” diye espri yapıp biraz gülmeye çalışıyor, çokça susuyorduk. Akşam Gezi Parkı’nda buluşalım deyip, ne kadar korktuğumuzu kimseye çaktırmamaya çalışarak normal görünen hayatlarımıza dönüyor ve günü akşam etmeye çalışıyorduk.
Memleketin anası sikiliyordu ve biz akşamları Gezi Parkı’nda buluşuyorduk. Mümkün olduğunca yakın duruyor, mümkün olduğunca birbirimize sokuluyorduk. Çok değiliz ama yalnız da değiliz diye sevinmeye çalışıyorduk. Daha iyi bir dünya hayal ediyorduk. Daha iyisini kazanmak için verdiğimiz mücadelenin var olanı kaybetmemeye dönmesini anlayamıyorduk. Ağaçlara sarılıyorduk, onlardan özür diliyorduk, içimizden ağlamak geliyordu ama yutuyorduk. Yutkunuyorduk. Boğazımıza ağaç sokmuşlar gibi hissediyor, bu şartlarda daha ne kadar nefes alabiliriz diye düşünüyor, umutsuzluğun ağzını burnunu kırmak istiyor, fakat artık çok zorlanıyorduk.
Memleketin anası sikiliyordu ve biz, kuş gördü diye sevinçle gökyüzüne bakarken bir arabanın altında kalan çocuklar gibi, sevdiğine kavuşmak için koşarken sırtından vurulan aşıklar gibi, garip gibi, yetim gibi, öylece ağaçların altında oturuyor, çok sevdiğimiz dünyaya adaletin geleceği tek bir günü görmenin hayaliyle bekliyorduk.
Memleketin anası sikiliyordu ve biz sahiden artık bu kadarını anlayamıyorduk.
Not: Diyoruz ki, şenlik dağılıp bir acı yel kalmasın bahçede yalnız. Meselenin sadece bir park olmadığını idrak edelim, adil bir dünya için Gezi Parkı’nda buluşalım.
.
22 Mayıs 2013 Çarşamba
Bir gün gelecek ve diyeceğim ki;
.
-Çocuklar biliyor musunuz biz eskiden uçamıyorduk.
İşte bu yüzden evrimin edebini toplayıp efendi gibi hızlanması gerek.
Öpüyorum mıncırıklarınızı.
Sevgiler.
Balboa.
.
-Çocuklar biliyor musunuz biz eskiden uçamıyorduk.
İşte bu yüzden evrimin edebini toplayıp efendi gibi hızlanması gerek.
Öpüyorum mıncırıklarınızı.
Sevgiler.
Balboa.
.
23 Nisan 2013 Salı
Meşe Palamutları
.
Ağlamaya değer şeyleri hatırlamak için arada mezarlıklara gitmeliyiz. Ben bugün gittim.
Yarım kulaçtan bile küçük bir mezar vardı. Taşını okudum, adı Melek, sadece Melek. 2 günlükken ölmüş. Ailesi, en basit haliyle hissettiklerini anlatan bir isim vermişler bebeğe, muhtemelen öldükten sonra. Zaten acı büyük olunca kelimeler hep basit olur. Demek istiyorum ki soyadını yazdırma gereği bile duymamışlar. Melek, bir soyadına ihtiyaç duyacak kadar bile kalmamış dünyada, üstünü başını bulaştırmadan doğaya karışmış. Önce üzüldüm sonra üzülmedim, ne bileyim.
Depremde ölmüş insanların mezarları vardı yığın yığın. İzmit’te mezarlıklar hep öyledir. Onları görünce insanın her seferinde içi ürperir. Ölüm tarihi aynı olan bir sürü mezar. Bir çeşit açık hava katliam müzesi. Ölenlerin bir kısmını tanıyorum, akrabalarımız ve komşularımız. Nasıl bulunduklarını, kaç gün enkaz altında kaldıklarını, ocaklarına nasıl bir ateş bıraktıklarını filan hep biliyorum. Şengül Abla mesela, iki kızıyla kaldı pis bi enkazın altında, hayattaydılar, sesleri duyuluyordu dışarıdan ama çok zor ulaşılabilecek bir yerde sıkışmışlardı. Önce kızlarından biri çığlıklar atarak öldü, sonra diğeri. Hadi biz neyse de, Şengül Abla günlerce kızlarının çığlıklarını duyup onlar için hiçbir şey yapamayarak kaldı o enkazda. Sonra çıkardılar, çocuklar ölü Şengül Abla diri. Ama bedenin yaşıyor olması bazen hiçbir şey ifade etmez. Birkaç gün sonra Şengül Abla’yı kızlarının yanına gömdüler.
Sonra Eren, abimin küçük oğlu. Arabalar onu çok heyecanlandırıyordu. Bir gün bir tanesine sarılmak istedi. Öyle akıllı bir çocuktu ki üç buçuk yaşında ölmeyi öğrendi.
Yürüdüm biraz. Bi ağaç altına oturup sigara içtim. Hepsinin ruhuna bir şarkı gönderip amin dedim. Biraz bekledim, kendimi hazırladım. İşte sonra gittim her zamanki yerime uzandım. Oradan göğe baktım. Babama son zamanlarda olan bitenleri anlattım. Komik komik anlattım çünkü babalarımızı güldürmemiz gerekir.
Meşeler diyorum, palamut veriyorlar. Meşe palamutları beni hep neşelendirir.
Bayramınız bıldırcın olsun.
.
Ağlamaya değer şeyleri hatırlamak için arada mezarlıklara gitmeliyiz. Ben bugün gittim.
Yarım kulaçtan bile küçük bir mezar vardı. Taşını okudum, adı Melek, sadece Melek. 2 günlükken ölmüş. Ailesi, en basit haliyle hissettiklerini anlatan bir isim vermişler bebeğe, muhtemelen öldükten sonra. Zaten acı büyük olunca kelimeler hep basit olur. Demek istiyorum ki soyadını yazdırma gereği bile duymamışlar. Melek, bir soyadına ihtiyaç duyacak kadar bile kalmamış dünyada, üstünü başını bulaştırmadan doğaya karışmış. Önce üzüldüm sonra üzülmedim, ne bileyim.
Depremde ölmüş insanların mezarları vardı yığın yığın. İzmit’te mezarlıklar hep öyledir. Onları görünce insanın her seferinde içi ürperir. Ölüm tarihi aynı olan bir sürü mezar. Bir çeşit açık hava katliam müzesi. Ölenlerin bir kısmını tanıyorum, akrabalarımız ve komşularımız. Nasıl bulunduklarını, kaç gün enkaz altında kaldıklarını, ocaklarına nasıl bir ateş bıraktıklarını filan hep biliyorum. Şengül Abla mesela, iki kızıyla kaldı pis bi enkazın altında, hayattaydılar, sesleri duyuluyordu dışarıdan ama çok zor ulaşılabilecek bir yerde sıkışmışlardı. Önce kızlarından biri çığlıklar atarak öldü, sonra diğeri. Hadi biz neyse de, Şengül Abla günlerce kızlarının çığlıklarını duyup onlar için hiçbir şey yapamayarak kaldı o enkazda. Sonra çıkardılar, çocuklar ölü Şengül Abla diri. Ama bedenin yaşıyor olması bazen hiçbir şey ifade etmez. Birkaç gün sonra Şengül Abla’yı kızlarının yanına gömdüler.
Sonra Eren, abimin küçük oğlu. Arabalar onu çok heyecanlandırıyordu. Bir gün bir tanesine sarılmak istedi. Öyle akıllı bir çocuktu ki üç buçuk yaşında ölmeyi öğrendi.
Yürüdüm biraz. Bi ağaç altına oturup sigara içtim. Hepsinin ruhuna bir şarkı gönderip amin dedim. Biraz bekledim, kendimi hazırladım. İşte sonra gittim her zamanki yerime uzandım. Oradan göğe baktım. Babama son zamanlarda olan bitenleri anlattım. Komik komik anlattım çünkü babalarımızı güldürmemiz gerekir.
Meşeler diyorum, palamut veriyorlar. Meşe palamutları beni hep neşelendirir.
Bayramınız bıldırcın olsun.
.
17 Nisan 2013 Çarşamba
Kesik
Ben yoruldum. Genel yoruldum böyle, komple yoruldum. Saçlarım bile yoruldu yani, tepeden tırnağa diyorum, iç organlarım dahil, daha nasıl uzatabilirim? Uzatmayayım. Kafamın içinde rüzgarlar esiyor. Rüzgar sevmem. Yani severim de motor tepesindeyken ya da işte başka aksiyonel vaziyetlerde. Kafa içi rüzgarları iyi değil. Bir keresinde Kaçkarlara çıkmıştım, orada yayla evleri var işte, var tabii, insanlar nerede kalacak, işte o evlerde kışın da kalan oluyor mu diye sormuştum, dediler ki aşağıdaki yaylada bi kış üç genç kaldılar, sonra delirdiler. Nasıl yani delirdiler dedim, rüzgar sesinden dediler. Oralarda hava sertleşince rüzgar sesi çığlığa benzermiş. Çığlık duymaktan delirmişler. Çığlık duymak delirtir. Bilmiyorum. Bana mantıklı geldi. Delirmeyi mantıklı buluyorum.
Geçen bir belgeselde gördüm, Mike diye bir horoz kafası kesildikten sonra 15 ay yaşamış. Bayaa böyle kafasız kafasız yaşamış. Boğazındaki delikten yem ve su tıkıyormuş sahibi, o öyle ortalarda dolanıyormuş. Dolanmış yani, 15 ay. Nereye gittiğini görmeden, düşünmeden, çünkü dediğim gibi kafası yok. Gerçi bir horoz, kafası olsa da ne kadar düşünür bilemiyorum. Şu an düşünemiyorum. Kafam yok. Mike'ı çok seviyorum. Mike benim adamım. Mike'a hareket çeken hareketin allahını görür. Beni sinirlendirmeyin.
Diyorum ki bir serengetiye tayinimi isteyeyim. Filler zürafalar filan takılırız öyle. Tavuk kovalarız. Çeşitli hadiseler olur. Buraların çeşitli hadiselerinden sıkıldım çünkü. Genel sıkıldım böyle, komple sıkıldım. Uzatayım mı? İnsanlardan korkmaya başladım lan ben. Daha önce hiç insanlardan korkmamıştım. Buna üzülüyorum. Yalan filan söylüyorlar olum, hayatımda böyle saçma şey görmedim. Anlamıyorum abi, kafam basmıyor. Kafamı kestiler gerçi, bu yüzden de olabilir. Bu ara sık sık, babamın salonun ortasına serilmiş bir çarşafta öpölü yattığı günü hatırlıyorum. Üstünde pijamaları. İnsanın üstünde pijamaları varken ölü olmaması gerekir. Ne biliyim, illa öleceksen git efendi gibi önce kefenini giy. Kefen ölü olmayı normalleştiriyor çünkü. Pijama öyle değil. Pijamalı bir adam gözleri kapalı yatıyorsa onu uyandırmak istiyorsun. Yeteri kadar seslenirsen uyanır sanıyorsun. Sonra senelerce rüyalarında o pijamaları bir kefenle değiştiremediğin için hep sesleniyorsun. Öyle şeyler oluyor. Her neyse. O gün işte öyle pijamalarıyla uzanıyordu. Karnının üstünde bir bıçak vardı. Bu niye burda dedim, onu koymazsak şişer dediler. Sensiniz lan şişer! Babam o benim, babalar şişer mi, saçmalık. Sonra bıçağı elime aldım ve salondaki herkesi kovdum. Çıktılar. Babamla baş başa kaldım. Sonrasını elbette size anlatmayacağım, o kadar da değil. İbneler. Ben bir serengetiye tayinimi isteyeceğim. Çünkü çığlık duymak delirtir. Saçlarım yoruldu. Mike diye bir horoz varmış. Ölürken pijama giymemeliyiz. Benim kafamı kestiler.
.
14 Mart 2013 Perşembe
Göğe Bakalım
.
Öyle aslında. Şaşırtıcı hiçbir şey yok. Dünyanın çok kafasına göre bir ritmi var. Bir şeyler oluyor mesela, birden uzaylıların istilasına uğramışız, ne biliyim, hayvanlarcasına büyük şiddette bir deprem olmuş, yerküredeki çatlakların arasından dinozorlar çıkmış, denizler yanmaya başlamış, üstelik bunların hepsi aynı anda olmuş gibi. Aha diyorsun bu sefer kesin tezeği avuçla yedik. Ama sonra evin duvarı yıkılıyor, amına koyim, evin duvarı yıkılıyor lan sfgsfssfsaad Çok saçma değil mi? Göğe bakalım.
Dizimde atel, çantamda laptop koyuldum Beyoğlu'nun yoluna o gün. Yolda müzik dinledim, Radiohead iyi bir yürüme arkadaşı, güzel şeyler düşünmeye çalıştım. Çok güzel hissettiren bir vaziyet de var zaten beri yandan, motivasyonum yüksek, gidip sakin bir yere oturucam ve yazıcam. Topallaya topallaya yürürken İstiklal'in ortasında böyle hani sabundan balon üfleyen adamlar var ya, onlardan birini gördüm. Gün batıyor, ters ışık muhteşem, her şeyi gölge haline getiriyor, o anda görünen tek renkli şey balonların ışıkla değişen renkleri. Dedim "Ne güzel lan ne güzel, aslında dünya ne güzel." Sonra gidip bir yere oturdum ve twitter'a girip "Hepimiz birden delirebiliriz, göğe bakalım ::" yazdım. Bir Word dosyası açıp yazacağım öyküyü düşünmeye başladım ki telefon çaldı. Arayan ev sahibi. Kirayı geciktirdim diye bıdı bıdı yapacak sandım. "Aylin Hanım merhaba, ben şu an yatak odanızdayım." dedi. Neden? Neden benim yatak odamdasınız? Yani sizin benim yatak odamda olabilmeniz için hangi kozmik şartlar biraraya gelmiş olabilir? Mikrosaniye içinde aklımdan bi milyon şey geçti. "Yatak odanızın duvarı yıkıldı, dışarıdan girdik ustalarla beraber." assfgdsffsgfsgfsfdsg Abi aralıksız dört saat güldüm. Evim kırılmış lan adffafasfdgsf. Yatağımdan göğe bakılabiliyor. Hepimiz birden delirebiliriz. Öyle işte, güldüm n'abiyim. Sonra biraz ağladım ama, ne yalan söyliyim. Başıma gelen şeyleri komikleştirerek dayanmaya çalışmaktan biraz yoruldum çünkü. Ama başka bir yol da bilmiyorum.
Her neyse. Bir süredir bu sebeple mobil bir hayat yaşıyorum. 1 saat sonra ne yapacağıma, nerede olacağıma dair hiçbir fikrimin olmadığı günler. 1 saatleri uç uca ekleyerek zaman geçirmek biraz daha kolay, çünkü parçalara bölmek her zaman iyidir. İyiyim yani. Beni merak etmeyin. Artık daha çok göğe bakıyorum. Çünkü dediğim gibi, dünyanın çok kafasına göre bir ritmi var ve hepimiz birden delirebiliriz.
Not: Bir gün tekrar Amsterdam'a gidicem, bu adamı bulucam, onunla evlenicem ve renkli renkli giyinip birlikte göğe bakıcaz ::
Öbüyorum mıncırıklarınızı. Siyu.
.
Öyle aslında. Şaşırtıcı hiçbir şey yok. Dünyanın çok kafasına göre bir ritmi var. Bir şeyler oluyor mesela, birden uzaylıların istilasına uğramışız, ne biliyim, hayvanlarcasına büyük şiddette bir deprem olmuş, yerküredeki çatlakların arasından dinozorlar çıkmış, denizler yanmaya başlamış, üstelik bunların hepsi aynı anda olmuş gibi. Aha diyorsun bu sefer kesin tezeği avuçla yedik. Ama sonra evin duvarı yıkılıyor, amına koyim, evin duvarı yıkılıyor lan sfgsfssfsaad Çok saçma değil mi? Göğe bakalım.
Dizimde atel, çantamda laptop koyuldum Beyoğlu'nun yoluna o gün. Yolda müzik dinledim, Radiohead iyi bir yürüme arkadaşı, güzel şeyler düşünmeye çalıştım. Çok güzel hissettiren bir vaziyet de var zaten beri yandan, motivasyonum yüksek, gidip sakin bir yere oturucam ve yazıcam. Topallaya topallaya yürürken İstiklal'in ortasında böyle hani sabundan balon üfleyen adamlar var ya, onlardan birini gördüm. Gün batıyor, ters ışık muhteşem, her şeyi gölge haline getiriyor, o anda görünen tek renkli şey balonların ışıkla değişen renkleri. Dedim "Ne güzel lan ne güzel, aslında dünya ne güzel." Sonra gidip bir yere oturdum ve twitter'a girip "Hepimiz birden delirebiliriz, göğe bakalım ::" yazdım. Bir Word dosyası açıp yazacağım öyküyü düşünmeye başladım ki telefon çaldı. Arayan ev sahibi. Kirayı geciktirdim diye bıdı bıdı yapacak sandım. "Aylin Hanım merhaba, ben şu an yatak odanızdayım." dedi. Neden? Neden benim yatak odamdasınız? Yani sizin benim yatak odamda olabilmeniz için hangi kozmik şartlar biraraya gelmiş olabilir? Mikrosaniye içinde aklımdan bi milyon şey geçti. "Yatak odanızın duvarı yıkıldı, dışarıdan girdik ustalarla beraber." assfgdsffsgfsgfsfdsg Abi aralıksız dört saat güldüm. Evim kırılmış lan adffafasfdgsf. Yatağımdan göğe bakılabiliyor. Hepimiz birden delirebiliriz. Öyle işte, güldüm n'abiyim. Sonra biraz ağladım ama, ne yalan söyliyim. Başıma gelen şeyleri komikleştirerek dayanmaya çalışmaktan biraz yoruldum çünkü. Ama başka bir yol da bilmiyorum.
Her neyse. Bir süredir bu sebeple mobil bir hayat yaşıyorum. 1 saat sonra ne yapacağıma, nerede olacağıma dair hiçbir fikrimin olmadığı günler. 1 saatleri uç uca ekleyerek zaman geçirmek biraz daha kolay, çünkü parçalara bölmek her zaman iyidir. İyiyim yani. Beni merak etmeyin. Artık daha çok göğe bakıyorum. Çünkü dediğim gibi, dünyanın çok kafasına göre bir ritmi var ve hepimiz birden delirebiliriz.
Not: Bir gün tekrar Amsterdam'a gidicem, bu adamı bulucam, onunla evlenicem ve renkli renkli giyinip birlikte göğe bakıcaz ::
Öbüyorum mıncırıklarınızı. Siyu.
.
9 Mart 2013 Cumartesi
Yolun Neresi?
.
Bilmiyorum. Zaten bilmediğim aşırı derecede çok şey var. Öyle işte, yarın doğum günüm. Kutlamaları bu geceden başlatan muhteşemkulade arkadaşlarım var, o yüzden uzun uzun yazamayacağım. Ama şöyle diyeyim, dana kadar kadın oldum ben artık. Ömür muhasebesi yapmam gereken yaşa da geldim belki ama lanet olsun dostum, hesap yapmak ne biçim. Güzel şeyler diliyorum, herkes için.
Bilmiyorum. Zaten bilmediğim aşırı derecede çok şey var. Öyle işte, yarın doğum günüm. Kutlamaları bu geceden başlatan muhteşemkulade arkadaşlarım var, o yüzden uzun uzun yazamayacağım. Ama şöyle diyeyim, dana kadar kadın oldum ben artık. Ömür muhasebesi yapmam gereken yaşa da geldim belki ama lanet olsun dostum, hesap yapmak ne biçim. Güzel şeyler diliyorum, herkes için.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)