.
Ağaç evde hayat umduğum gibi gitmemeye başlamıştı. Boyanacak
her tahtayı boyamış, sulanacak her bitkiyi sulamış, sevilecek her hayvanı
sevmiştim. Tamam, akşamları içinden ağaç geçen balkonum efil efil eserken kitap
okumak hala harikaydı ama bunlar da insan gözü sonuçta, o kadar okunur mu. İki
arkadaş yüzü görmeye, bir çift kelam edip hasbihal eylemeye ihtiyaç duyar
olmuştum. Zannediyorum korktuğum başıma geliyordu. İstanbul’dayken neneleri
ölsün diye beddua ettiğim kalabalıkları ufak ufak özlemeye başlamıştım.
Yalnızlığımı unutmak için akşamları bahçemde kendi kendime
ateş yakıyor, sonra etrafında kendi kendime oturuyor, kendi kendime şarkılar söyleyip
kendimle flört ediyordum. Çok tatlıydım doğrusu. Ama tipim değildim. Bir akşam,
“Kızım ben seni üzerim” dedim kendime. “Bende bağlanma korkusu var” dedim. “Karanlığıma
bulaşma, kaç kurtar kendini” dedim. “Kaybedenim ben, ıssızım annıyon mu”
diyordum ki kendim ağzıma dirgenle vurdu.
Ertesi sabah mahallenin veletleri ağaç evi görmeye geldiler.
Mutluluktan gözüm döndü. Oldukça kısa boylu ve deli bireylerdi ama onlar da
insan sayılırlardı neticede. Çocukları derhal içeri davet ettim ve onlara
filtre kahve ikram ettim. İçmediler. “Niye içmiyorsunuz kuzucuklarım” dedim, “çünkü
biz çocuğuz” dediler. Söylediklerini mantıklı buldum. İşte tam da o anda son
derece neşeli bir aydınlanma yaşadım. Evet bunlar çocuktular, yani pıspırıl
zihin demek. Onlara istediğim her şeyi öğretebilir, ufak tefek işlerimi
hallettirebilir, onlardan süper eğlenceli bir çete kurabilirdim. Büyüdüklerinde
de arkadaş olurduk ve böylece ben yalnızlıktan kurtulurdum. Belki epey uzun
vadeli bir plandı ama plansızlıktan iyidir.
Çocuklar etrafı incelerlerken ben de projeme bir yerden
başlamak için basit bir numara yaptım. Masanın üzerindeki bir kitaba elimle
çarparak sert bir şekilde yere attım. Korkmuş gözlerle bana baktılar. En davudi
ses tonumla “Bilirsiniz çocuklar, yerçekimi
kanunu” diyerek başladım Newton’dan bahsetmeye. Uzun uzun anlattım. Oradan
termodinamiğin ikinci yasasına geçtim. Öğrencilerim zehir gibiydiler. Beni
dinlerken gözlerinde kemik çerçeveli gözlükler çıktığını görebiliyordum.” Hayat
matematiktir çocuklar” diye devam ettim. Sayıların özelliklerini anlattım. Pi
sayısını gözleri kapalıyken bile hesaplayabilecek kıvama geldiklerini
düşündüğümde kimyanın önemine geçtim. Sürekli aynı bilim dalından bahsederek
dikkatlerinin dağılmasını istemiyordum. Tam elementlerin periyodik tablosunu
duvara çiziyordum ki biri ağlamaya başladı. “Kes ulan canım yavrum” diyerek
veledi sakinleştirdim. Gerektiğinde sert, gerektiğinde şefkatli bir
öğretmendim.
Kuzucuklarımı bir gün için mebzul miktarda eğittiğime kani
olunca onlara bir teneffüs verdim. Gidin bahçede yuvarlanın biraz dedim.
Böylece ben de ağaçta sigara içebilecektim, çünkü biliyorsunuz, çocuklara kötü
örnek olmamak gerekir. Onların yanındayken dünya bok gibi bir yer değilmiş gibi
davranmak zorundasınızdır. Bu gerçekten sıkıcı bir şey.
Sigaramı içerken ufka bakıp bir gece öncesine kadar kendimi
nasıl da yalnız hissettiğimi düşündüm. Oysa şimdi hareket eden fidanlarım
vardı. Onları tüm kötülüklerden uzak tutacak, hayatın habisliğinin onlara
değmemesi için elimden geleni yapacaktım. Bakkala gönderip muzlu süt filan da aldırabilirdim
çünkü muzlu süte bayılırım. Bu sıcakta ben mi gideceğim canım, kopkoca kadınım
sonuçta.
Ben böyle kendi kendime hayaller kurarken aşağıdan “Ablaaa,
ablaaa” diye yırtınmaya başladılar. Kafamı bir uzattım ki ne göreyim;
kucaklarında kamyon tekeri kadar bir karpuz. “Nereden buldunuz oğlum onu”
dedim, “Yamak Hikmet’in bahçeden çaldık” dediler. Nasıl bir tavır sergilemem
gerektiğini bilemiyordum. Hırsızlık kötü bir şeydi ve çocuklarım bunu ne kadar
erken öğrenirlerse o kadar iyiydi. Tam kendilerini uygun bir dille ikaz etmeye
hazırlanıyordum ki, “kıpkırmızı abla bal gibi” dediler. “Valla mı lan, getirin
bakayım” dedim. Getirdiler. Sahiden de nefis bir karpuzdu bu. Öyle ki, yemelere
doyamadık. Karpuzun bünyemde yarattığı şişkinliği atar atmaz yavrularımı bir
daha hiçbir şey çalmamaları yönünde bilinçlendirmeyi planlarken içim geçmiş.
Birtakım öfkeli kadınların bağrışmalarına uyandım.
Çocuklarımın biyolojik anneleriydi bunlar. Karpuz çalma vakası ortaya çıkmıştı.
İşin kötüsü, bunu yapmaları için çocukları benim örgütlediğime emindiler. Olayların
öyle gelişmediğini, ortada bir yanlış anlaşılma olduğunu belirtmeye çalışsam da
balkonun her tarafına dağılmış karpuz kabukları inandırıcılığıma halel
getiriyordu. Beni çok ağır bir dille tenkit ettiler. Bu kısmı edebi olsun diye
böyle ifade ettim. Yoksa bildiğiniz dümdüz çemkirdiler bana. Demediklerini
bırakmadılar.
Yeteri kadar fırça kaydıktan sonra yavrularımı da önlerine
katıp gidiyorlardı ki çocuklardan biri düştü. Fakat ağlamak yerine yattığı
yerden “yerçekimi kanunu, yerçekimi kanunu” diye bağırmaya başladı. Ah benim
canım, nasıl da güzel öğrenmişti anlattıklarımı. Bu duygusal sahne, annesinin
başlatma yerçekiminden diye çocuğun kulağına asıldığı gibi sürükleyerek
bahçeden çıkarmasıyla son buldu. Annelerin kulakçekimi kanunu, tüm fizik
yasalarının üstünde yer alıyordu.
Yine kendi kendime kalmıştım. Anneleri, çocukları zinhar
yanıma göndermezlerdi artık. Kendileri de gelmezlerdi. Aman gelmesinler zaten,
çok da meraklıydım sanki. Ben bana yeterdim. Bahçede bir ateş yaktım. Etrafına
oturup kendime şöyle baştan aşağı bir baktım. Esasen hiç fena sayılmazdım. Zaten
başka kimim var? Bu mecburi birlikteliğe bir şans daha vermeye karar verdim.
Kendime,” Yalnız mı yaşıyorsun tatlı kız” dedim. Gülümsedim.
Not: Bu yazı KAFA dergisinin Eylül 2015 sayısında yayımlanmıştır.
.