3 Ekim 2015 Cumartesi

Yalnızlıkla Harakiri

.
Ağaç evde hayat umduğum gibi gitmemeye başlamıştı. Boyanacak her tahtayı boyamış, sulanacak her bitkiyi sulamış, sevilecek her hayvanı sevmiştim. Tamam, akşamları içinden ağaç geçen balkonum efil efil eserken kitap okumak hala harikaydı ama bunlar da insan gözü sonuçta, o kadar okunur mu. İki arkadaş yüzü görmeye, bir çift kelam edip hasbihal eylemeye ihtiyaç duyar olmuştum. Zannediyorum korktuğum başıma geliyordu. İstanbul’dayken neneleri ölsün diye beddua ettiğim kalabalıkları ufak ufak özlemeye başlamıştım.

Yalnızlığımı unutmak için akşamları bahçemde kendi kendime ateş yakıyor, sonra etrafında kendi kendime oturuyor, kendi kendime şarkılar söyleyip kendimle flört ediyordum. Çok tatlıydım doğrusu. Ama tipim değildim. Bir akşam, “Kızım ben seni üzerim” dedim kendime. “Bende bağlanma korkusu var” dedim. “Karanlığıma bulaşma, kaç kurtar kendini” dedim. “Kaybedenim ben, ıssızım annıyon mu” diyordum ki kendim ağzıma dirgenle vurdu.

Ertesi sabah mahallenin veletleri ağaç evi görmeye geldiler. Mutluluktan gözüm döndü. Oldukça kısa boylu ve deli bireylerdi ama onlar da insan sayılırlardı neticede. Çocukları derhal içeri davet ettim ve onlara filtre kahve ikram ettim. İçmediler. “Niye içmiyorsunuz kuzucuklarım” dedim, “çünkü biz çocuğuz” dediler. Söylediklerini mantıklı buldum. İşte tam da o anda son derece neşeli bir aydınlanma yaşadım. Evet bunlar çocuktular, yani pıspırıl zihin demek. Onlara istediğim her şeyi öğretebilir, ufak tefek işlerimi hallettirebilir, onlardan süper eğlenceli bir çete kurabilirdim. Büyüdüklerinde de arkadaş olurduk ve böylece ben yalnızlıktan kurtulurdum. Belki epey uzun vadeli bir plandı ama plansızlıktan iyidir.

Çocuklar etrafı incelerlerken ben de projeme bir yerden başlamak için basit bir numara yaptım. Masanın üzerindeki bir kitaba elimle çarparak sert bir şekilde yere attım. Korkmuş gözlerle bana baktılar. En davudi ses tonumla “Bilirsiniz çocuklar, yerçekimi  kanunu” diyerek başladım Newton’dan bahsetmeye. Uzun uzun anlattım. Oradan termodinamiğin ikinci yasasına geçtim. Öğrencilerim zehir gibiydiler. Beni dinlerken gözlerinde kemik çerçeveli gözlükler çıktığını görebiliyordum.” Hayat matematiktir çocuklar” diye devam ettim. Sayıların özelliklerini anlattım. Pi sayısını gözleri kapalıyken bile hesaplayabilecek kıvama geldiklerini düşündüğümde kimyanın önemine geçtim. Sürekli aynı bilim dalından bahsederek dikkatlerinin dağılmasını istemiyordum. Tam elementlerin periyodik tablosunu duvara çiziyordum ki biri ağlamaya başladı. “Kes ulan canım yavrum” diyerek veledi sakinleştirdim. Gerektiğinde sert, gerektiğinde şefkatli bir öğretmendim.

Kuzucuklarımı bir gün için mebzul miktarda eğittiğime kani olunca onlara bir teneffüs verdim. Gidin bahçede yuvarlanın biraz dedim. Böylece ben de ağaçta sigara içebilecektim, çünkü biliyorsunuz, çocuklara kötü örnek olmamak gerekir. Onların yanındayken dünya bok gibi bir yer değilmiş gibi davranmak zorundasınızdır. Bu gerçekten sıkıcı bir şey.

Sigaramı içerken ufka bakıp bir gece öncesine kadar kendimi nasıl da yalnız hissettiğimi düşündüm. Oysa şimdi hareket eden fidanlarım vardı. Onları tüm kötülüklerden uzak tutacak, hayatın habisliğinin onlara değmemesi için elimden geleni yapacaktım. Bakkala gönderip muzlu süt filan da aldırabilirdim çünkü muzlu süte bayılırım. Bu sıcakta ben mi gideceğim canım, kopkoca kadınım sonuçta.

Ben böyle kendi kendime hayaller kurarken aşağıdan “Ablaaa, ablaaa” diye yırtınmaya başladılar. Kafamı bir uzattım ki ne göreyim; kucaklarında kamyon tekeri kadar bir karpuz. “Nereden buldunuz oğlum onu” dedim, “Yamak Hikmet’in bahçeden çaldık” dediler. Nasıl bir tavır sergilemem gerektiğini bilemiyordum. Hırsızlık kötü bir şeydi ve çocuklarım bunu ne kadar erken öğrenirlerse o kadar iyiydi. Tam kendilerini uygun bir dille ikaz etmeye hazırlanıyordum ki, “kıpkırmızı abla bal gibi” dediler. “Valla mı lan, getirin bakayım” dedim. Getirdiler. Sahiden de nefis bir karpuzdu bu. Öyle ki, yemelere doyamadık. Karpuzun bünyemde yarattığı şişkinliği atar atmaz yavrularımı bir daha hiçbir şey çalmamaları yönünde bilinçlendirmeyi planlarken içim geçmiş.

Birtakım öfkeli kadınların bağrışmalarına uyandım. Çocuklarımın biyolojik anneleriydi bunlar. Karpuz çalma vakası ortaya çıkmıştı. İşin kötüsü, bunu yapmaları için çocukları benim örgütlediğime emindiler. Olayların öyle gelişmediğini, ortada bir yanlış anlaşılma olduğunu belirtmeye çalışsam da balkonun her tarafına dağılmış karpuz kabukları inandırıcılığıma halel getiriyordu. Beni çok ağır bir dille tenkit ettiler. Bu kısmı edebi olsun diye böyle ifade ettim. Yoksa bildiğiniz dümdüz çemkirdiler bana. Demediklerini bırakmadılar.

Yeteri kadar fırça kaydıktan sonra yavrularımı da önlerine katıp gidiyorlardı ki çocuklardan biri düştü. Fakat ağlamak yerine yattığı yerden “yerçekimi kanunu, yerçekimi kanunu” diye bağırmaya başladı. Ah benim canım, nasıl da güzel öğrenmişti anlattıklarımı. Bu duygusal sahne, annesinin başlatma yerçekiminden diye çocuğun kulağına asıldığı gibi sürükleyerek bahçeden çıkarmasıyla son buldu. Annelerin kulakçekimi kanunu, tüm fizik yasalarının üstünde yer alıyordu.

Yine kendi kendime kalmıştım. Anneleri, çocukları zinhar yanıma göndermezlerdi artık. Kendileri de gelmezlerdi. Aman gelmesinler zaten, çok da meraklıydım sanki. Ben bana yeterdim. Bahçede bir ateş yaktım. Etrafına oturup kendime şöyle baştan aşağı bir baktım. Esasen hiç fena sayılmazdım. Zaten başka kimim var? Bu mecburi birlikteliğe bir şans daha vermeye karar verdim.
Kendime,” Yalnız mı yaşıyorsun tatlı kız” dedim. Gülümsedim.

Not: Bu yazı KAFA dergisinin Eylül 2015 sayısında yayımlanmıştır.
.

Bekleme Salonu

Herkes için herhangi bir sabaha karşı... Tüm gece onu zapt etmeye çalışmaktan yorgun düşmüşüm. O da yorgun artık. Birkaç saat önce çamaşır makinesiyle kavga edip onu defterden sildi. Yeni kankası sehpa. O sehpayla dertleşirken ben kesici, delici, yakıcı ne varsa ortadan kaldırdım. İnsan kendini öldürmekte kararlı olunca her şey öldürücü olabiliyormuş, onu anladım. Kanepeye yatırıyorum. Durmadan akan sümüklerini siliyorum. Saçlarımın, diyor, her telinin ayrı ayrı ağrıdığını hissediyorum. Saçlarıma gidiyor ellerim, sanki her teli ayrı ayrı ağarıyor. Türk filmlerindeki, saçları bir gecede beyazlayan kadınlar geliyor aklıma. Ama hiçbir şeyi uzun uzadıya düşünecek durumda değilim. Kendim için üzülmeye zamanım yok.

Yüzünün rengini ancak kör bir ressam tarif edebilir. O rengi daha fazla görmemek için kör kalmayı dileyecekken, kör kaldığı için saçlarımın her telini ayrı ayrı ağrıtan biri geliyor aklıma. Vazgeçiyorum. Falsosuz gören gözlerimle, ne halim varsa görmeye devam ediyorum.

Ölüm, diyor, bu kadar mı güzel gelir bir insana… Bana sormuyor. Kime sorduğunu bilmiyor. Zaten bir cevap da istemiyor. Öyle boşluğa bakıyor sadece. Ayın çekim gücüyle yerin çekim gücünün eşit olduğu bir yer vardır ya, orada sanki. Biraz daha uzaklaşırsa sonsuza dek kaybolacak gibi. Onu asılı kaldığı yerden bu tarafa doğru çekmek istiyorum. Ellerim kocaman olsun, tek hamlede tutup alayım, gitmesin istiyorum. Ama sabaha çıkacağını ispat etmek için bile en az iki şahit gerek. Kendimi ikiye bölüyorum.

Dışarıdan saksağan sesleri geldiğini söylüyor. Dışarıdan saksağan sesleri gelmiyor. Onun kulaklarını ödünç alıp dinlemeye başlıyorum.

Küçükken kar yağdığında kuş yakalardık birlikte. Mavi bir leğeni, ip bağlı küçük bir sopayla aralık tutmayı sağlayıp, leğenin altına ekmek parçaları koyardık. İpin ucu evimize çıkardı. Evimiz sobanın üstünde kuruyan çamaşır kokardı. Pencereye tüner, kuş beklerdik. Kuş gelince ipi çekerdik. Sopa düşer, leğen kapanırdı. Kuşa bir şey olmazdı. Koşa koşa gider kuşu bana getirirdi. Avuçlarım kupkuş olurdu. Biz o anda kardeş olurduk...

Keşke, diyor, saksağan olsaydım... İçimden kuşlar dökülüyor...

O mavi leğeni bulsam... Kar yağsa... Bak desem bak, Allah melekleri rendeliyor! Hadi kuş tutalım...

....

Terliyor, bütün bedeni kasılıyor. Üstündekileri çıkarıyorum. Kolları, bacakları, kasıkları... İnsan vücudunda uç uca eklendiğinde yüz bin kilometreye yakın damar olduğunu hatırlıyorum. Morarmış iğne deliklerine bakarak kendi içinde kaç kilometre yolculuk yaptığını anlamaya çalışıyorum. Sebeplerini anlamaya çalışıyorum. Anlıyorum. Anlayınca affediyorum. Noktaları birleştirdiğimde "ukde" yazıyor çünkü... O ukdeyi biliyorum. Bildiğimin yanına bir tane daha "düğüm"lüyorum.

Sabah oluyor. Ne yaşanırsa yaşansın yine de sabah oluyor ya, buna her zaman hayret ediyorum. Arabaya bindirip önceden randevu aldığım bir bağımlılık tedavi merkezine götürüyorum. Karşı koyacak durumda değil. 

Muayene ediyorlar, daha iyi hissetmesi için bir iğne vuruyorlar, yatış evraklarını hazırlarken bizi bir bekleme salonuna alıyorlar. Hayatım bekleme salonlarında geçiyor. Şayet bir gün uzaylılar gelip bana “Dünya nasıl bir yer” diye sorarlarsa onlara buranın bir bekleme salonu olduğunu söyleyeceğim. Neyi beklediğini bile bilmediğin kocaman bir bekleme salonu.

Nerdeyiz şimdi, diyor başka bir dünyadanmış gibi gelen sesiyle. Dönülmez akşamın ufkundayız, diyorum. Gülümsüyor. Bu, prensipte anlaştığımızın fotoğrafı.  Azrailden bonservisini almayı becerebilirsek halledeceğiz. Saçlarını öpüyorum. Kokusunu içime çeke çeke öpüyorum. Bir yerlerde iki kardeşin uçsuz bucaksız bir arazide uçurtma uçurduklarını hayal ediyorum. Hasta bakıcılar hadi deyip iki koluna giriyorlar.

Koridorda götürülüşünü izliyorum. Kafam, devrilmiş bir seyyar satıcı arabası gibi. Ortalığa dökülüp saçılıyorum. Derhal toplamak, kimse görmeden tamamlanmak istiyorum ama bir parçamı kucağıma almaya çalışırken bir diğerini mutlaka düşürüyorum. Bir türlü tam olarak bir araya gelemiyorum.

Odasına girmeden önce endişeli gözlerle son kez dönüp bakıyor bana. Kucağımda düşmesinler diye sıkı sıkı tuttuğum iç organlarımla, koridorun diğer ucuna doğru son gücümle “Korkma” diye bağırıyorum, “daha motorları maviliklere süreceğiz.”

Söylediğim şeye inanmasını istiyorum.

Söylediğim şeye inanmak istiyorum.

Not: Bu yazı KAFA dergisinin Ağustos 2015 sayısında yayımlanmıştır.
.