“Siz ne derseniz deyin, ben bıktım. Nah burama
geldi.
Neredeyse öfkeden, çaresizlikten boğulacağım.
Kendimi kandırmaya çalışıyorum. İyi olacak, iyi
olacak!
Başkalarını da kendimle birlikte kandırmaya
yöneltiyorum belki, iyi olacak, iyi olacak.”*
Bıktım. Neşeli, güneşli hikâyeler anlatmak isterken buna izin
vermeyen tüm bu koşullardan bıktım. Patlayan bombalardan, patlama ihtimali olan
bombalardan, ölenler için ağlamaktan, ölür müyüz diye ağlamaktan, genel olarak
ağlamaktan bıktım. Parçalanmış insanlar denmesini, vücut bütünlüğü sağlanamayan
cesetler denmesini normalmiş gibi karşılamaktan bıktım. Ölenlerin sadece sayı
olmasından, sayı yetersizse mühim bir hadise yerine konmamasından, yeterliyse
birkaç gün içinde unutulmasından bıktım. Büyük büyük büyük adamların sırayla
televizyonlara çıkıp kocaman kocaman laflar etmelerinden, tüm bu olanları ancak
ve sadece esefle kınamalarından, bunu yaparken de kirpiklerinin dahi
titrememesinden bıktım.
Eteğinin boyuna, kahkahanın tonuna ve saymaktan ar edeceğim daha
nice nice şuyuna buyuna laf eden ahlak yaygaracılarının, karşılarına çıkan her
şeye uçkur çözdüren sapıklıklarından bıktım.
Sevdiklerime her bakışımda, acaba bu son bakışım mı diye
düşünmekten, sürekli diken üstünde oturmaktan bıktım. Yaşamayı bu kadar
severken yaşayacak dermanı bulamamaktan bıktım. Şans eseri bir şeye sevinecek
olsam, başka şeyler için üzülenler var diye utanmaktan bıktım. Çaresizlikten,
çıkışsızlıktan, umutsuzluktan bıktım.
Geçenlerde meyve sebze alışverişi için pazara gittim. Marul
alıyordum, tezgahın önüne bir kadın geldi, muhtaç olduğu her halinden belli.
Satıcıya dedi ki “Bana o yapraklardan biraz verir misin?” Arka
taraftaki çürümüş ve çöp diye ayrılmış marul yapraklarını kastediyordu. Anlıyor
musunuz? Çöp yani. Pazar toplanırken satıcı tarafından konteynıra kadar
götürülmeye bile tenezzül edilmeyecek artıklardan söz ediyorum. Adam “Veremem
başka kapıya,” dedi. Böyle dimdik tek nefeste ve kesin bir kararla. İnanamadım.
Ben adamla, niye vermiyorsunuz manyak mısınız zaten atmayacak mısınız onları
diye kavga ederken kadın gitti. Adam ne cevap verdi biliyor musunuz? "Verirsem
alışıyorlar sonra hep geliyorlar." İnsandan değil de köpekten bahseder gibi. Senin
marulun da insanlığın da yerin dibine batsın. Ben bıktım. Birilerinin üstüne
basa basa yukarı çıkmaya çalışanlardan bıktım. Kendileri hiç ezilmemiş gibi,
fırsat buldukları ilk anda düşene tekme atanlardan, göz göre göre büyüyen bu vicdansızlıktan
bıktım. Bir şeye sahip olmayanın sefilliğinden değil, olanın rezilliğinden
bıktım.
Bizim bir Fatma Teyze vardı. Oğlunu çok genç yaşta trafik
kazasında kaybettikten sonra hafiften aklı gitti. Zaten biliyorsunuz, aklı olan
delirir. Neyse işte, Fatma Teyze o günden sonra bahçesine ektiği her çiçeği,
her ağacı "Oğlum" diye diye sevdi. Öyle ki, kısa sürede, yas tutmak için kurulmuş
o bahçe, rengârenk çiçekleri ve meyveleriyle, önünden geçen herkesi
neşelendiren bir hale geldi. Birkaç yıl önce öldü Fatma Teyze. Dediklerine göre
oğlunun yanına gitti. Ama kızı, kendisine miras kalan
o bahçeyi, göz yaşları ve ağıtlarla satır satır, ilmik ilmik işlenen o bahçeyi,
tek gecede, baltalar ve kepçelerle dümdüz etti. Ben bıktım. Bu hatırsızlıktan,
bu hatırasızlıktan, bu dümdüz kaba saba izansızlıktan bıktım.
Diğerlerinin yanında önemsiz kalır ama; otobüste koltuğunu
teklifsizce arkaya yatıran, ayakta insanlar beklerken boş sandalyeleri
çantalarıyla doluşturan, selam verdiğinde suratına sığır gibi bakan, markette
kasiyere, mağazada tezgahtara, apartmanda kapıcıya it gibi davranan, özür
dilemeyi güçsüzlük sayan, lütfen demeyi ağzına yakıştıramayan, teşekkür
etmekten haberi olmayan, parasını ödediği her şeyin sahibi olduğunu sanan bu
işgalci, bu nezaketsiz, bu üslupsuz kalabalıklardan da bıktım.
İyi şeyler, kendileri ve başkaları için faydalı şeyler yapmak
isteyen insanlara "Ne kıymeti var ki" diye düşündüren her şeyden, tüm heveslerin
kursakta bırakılmasından bıktım.
Kâbuslarla uyumaktan, harap bitap uyanmaktan, elimden bir şey
gelmediği için kendimi suçlamaktan bıktım. Hiçbir yere boşaltamadığım bu
öfkenin namlusunu her seferinde kendime doğrultmaktan bıktım. En ufak bir coşku
ve istek duymadan sırf mecbur olduğum için çalışmaktan, robot gibi yaşamaktan
bıktım. Etrafımdaki herkesin aynı yorgunluğu taşıdığını görmekten, içimdeki
boşluktan, içi bomboş bakışlarla karşılaşmaktan bıktım.
Bir yolunu bulup gidecek olsam bırakacaklarımı, kalacak olsam
yaşayacaklarımı düşünmekten bıktım.
Her şeyin üstesinden geldim de, bu ülkenin altında kalmaktan çok
bıktım.
“Ben sevgiden,
sevinçten söz açmak istemez miyim,
delice, çılgınca,
içim taşa taşa, bir sevinçten söz açmak istemez miyim?
Ben sevinçli
adamım.
Bu dünya böyle
olmasa, böyle kara, karanlık olmasa, ben sevinçten taşar coşardım.”*
*Alıntılar Yaşar Kemal’in Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne
isimli kitabından.