.
Bu sabah Şengül Abi beni sarsarak uyandırdı. “Kalk kalk! Umuz Bey seni çağırıyor, önemli bir şey diyecekmiş.”
Sinirlendim. Uykumdan sarsılarak uyandırılmak beni sinirlendirir. Mesela 17 Ağustos gecesi beni sarsarak uyandıran depreme de çok sinirlenmiştim. Öyle ki enkaz altından 2 gün sonra çıkarılan kuzenlerimin cenazesinde bile sinirim hala geçmemişti.
Sarsılmayı bir kenara bırakırsak esasen sabahları uyanmayı hiç sevmem. Geceleri uyumayı sevmediğim kadar. Doktor Umuz Bey bir keresinde dünyayı böyle ters yüz yaşamaktaki ısrarımın nedenini sorduğunda “Hiçbir güne başlamak istemiyorum. Mecburen başladığım günleri de bitirmeye kıyamıyorum.” demiştim. Gülmüştü. Sanki çok komik.
Şengül Abi’nin topalak suratı sayesinde sinirim birkaç dakika içinde geçti. Giyinmeye başladım. Hazır giyiniyorken size biraz Şengül Abi’den bahsedeyim. Şengül Abi’nin esas ismi elbette Şengül Abi değil. Ancak şişmanlığı yüzünden gerilen derisi sebebiyle kızgınken bile yüzünde güller açıyor gibi görünen bu adama bu ismi vermemek bence ailesinin ayıbı. Gerçi bebekken bu kadar şişman mıydı bilmiyorum. Hiçbir bebeğin bu kadar şişman olacağını sanmıyorum. Bazen Şengül Abi’nin yüzünü, üstündeki deri yokmuş gibi hayal etmeye çalışıyorum. Çirkin oluyor. Şengül Abi kendisine Şengül Abi dememe kızıyor. Şengül Abi şişman biri. Şengül Abi ile ilgili söyleyeceklerim bu kadar. Zaten giyindim.
Doktor Umuz oldukça kibar bir biçimde karşısındaki koltuğa oturmamı söyledi. Oturdum. Rahat bir koltuk. Ama konumuz bu değil. Konumuz ne diye sordum. Doktor, Kafa ile ilgili yazdığım yazıdan sonra beni taburcu etmeye karar verdiğini söyledi ve teşekkür bekleyen gözlerle güldü. Sanki çok komik.
Eşyalarımı hazırlamak üzere odama dönerken koridorda protokolü temsilen Kral Lear, Lady Diana ve Yüzüklerin Efendisi beni karşıladı. Törenlerle kutlandım. Sokrates beni öptü. Bayram değil seyran değil Sokrates beni niye öptü? Diye düşünmeye fırsat bulamadan Aysel Gürel koluma girip bağıra çağıra şarkı söylemeye başladı. Çaresiz gözlerim Tanpınar’ı aradı. Gözlerim Tanpınar’ı buldu. Saatimi ayarladım. Valizimi hazırladım. Diğer arkadaşlarla vedalaşmaya fırsat bulamadım.
Buradaki herkes beni iyileştirmek için ellerinden geleni yaptı. Doğrusunu isterseniz hepsinin Allah belasını versin. Yanlış anlaşılmasın, iyi niyete her zaman saygı duymuşumdur. Ancak bu, teşekkür edeceğim anlamına gelmiyor çünkü işe yaramadı. “Yine de” teşekkür eden insanlardan değilim. Bir teşekkürün başında “yine de” sözü geçiyorsa boşluklar çeşitli şekillerde doldurulabilir. Bir bok beceremediniz ama yine de teşekkür ederim. Bunları yaptığınıza göre mal olmalısınız ama yine de teşekkür ederim. Sizin yapacağınız işi sikiyim ama yine de teşekkür ederim. Her neyse, dediğim gibi, beni iyileştirmek istediler ama ben tedaviye cevap vermedim. Bilmediğim şeylere cevap vermem. Aklım halen tekerlekli sandalyeye mahkum. Ama bacaklarım yürüyebiliyor. Bunu yapamayanlar da var.
Yanıma neler aldım, bilmiyorum. Çıkmadan önce son bir kez arkama dönüp bakmadım çünkü son bakışları da sevmem. Sevmediğim çok şey var. Yürüdüm. Birkaç metre sonra, bahçenin iki kanatlı ağır demir kapısı yavaş yavaş açılırken, yolun karşısında bir tren, bir gökdelenin tepesine çıkıp kendini boşluğa bıraktı.
Atkımı boynuma sardım. Kalabalığa karıştım.
.
21 Ocak 2011 Cuma
20 Ocak 2011 Perşembe
Tımarhane Notları #17
Doktor Umuz Bey hepimizden “Kafa” temalı bir kompozisyon yazmamızı istedi. Yazdım.
O zamanlar yüzmeyi bırakmamış, sigaraya başlamamış ve “Her şeye hazırlıklı olun.” cümlesini hiç duymamıştım. Şimdi yokuş çıksam nefes nefese kalıyorum.
Bir gün salıncaklara doğru koştum koştum koştum… Küüüt! Kafamı demire çarptım. Bayılmışım. Gözlerimi açtığımda ağbim başımda ağlıyordu. Ağbim ilk kez böyle ağlıyordu. Ben ilk kez bayılmıştım. Ne yapacağımı şaşırdım. Her şeyin ilki kafa karıştırıcı oluyor. Sonra babam gelip beni kucağına aldı ve ağbime bayılmanın ölmek olmadığını anlattı. Oğlum sana anlatıyorum kızım sen anla. Anladım. Babam konuştukça ağbim sustu. Babam konuştukça… O zamanlar babamın sesi vardı. Sonra, epey sonra, ben yüzmeyi bıraktıktan, sigaraya başladıktan ve “Her şeye hazırlıklı olun.” cümlesini ilk kez duyduktan sonra babam sustu. Bayılmamıştı. Anladım. Babamın kafasında orada olmaması gereken birtakım hücreler vardı. Babamı o hücrelere tıktılar.
Sonra ama benim kafam karıştı. Ağbim kafamı öptü öptü öptü. Öyle çok öptü ki saçlarım parlak oldu. Herkes bana saçların ne kadar da parlak dedi. Onlara ağbimin kafamı öptüğünü söylemedim çünkü kıskanmasınlar. Ağbim hep bana şekerpare aldı. Sonra, bir süre sonra, ben hâlihazırda yüzmeyi bırakmış, sigaraya başlamış ve “Her şeye hazırlıklı olun.” cümlesini birçok kez duymuşken ağbim hızlandı hızlandı hızlandı… Küüüt! Kafasını çarptı. Ölmedi. Ama sustu. Anlamadım. Ağbimin kafasında orada olması gereken birtakım hücreler yoktu. Ağbimi o hücrelere tıktılar.
Sonra benim biraz kafam tutuştu. Kafayla ilgili düşüncelerim bunlardır. Saçlarımı kestim.
.
12 Ocak 2011 Çarşamba
Son Yemek
.
Koltukta uzanmış miskin miskin uyukluyordum ki içimde birden yemek yapmam gerektiğine dair duygular şelalelendi. Aniden gözlerimi açtım ve içimdeki sesin ciddi olup olmadığına kulak kesildim. Ciddiydi. Tırstım. Bu benim için ilk emirmiş gibicesine kutsal bir sesti. O sesi ciddiye almalıydım.
İçimdeki sesin beni kulağımdan tutup mutfağa sürüklemesi neticesinde önce korkunç manzarayla karşılaştım. Lanetler gelsin, yine bulaşıkları yıkamamıştım. Hiç yemek yapılmayan bir evde bu kadar bulaşık çıkmasını anlamaya çalışmakla zaman harcamadım. Mekanik hareketlerle bulaşıkları yıkayarak kendime tezgâhın üstünde bir yer açtım. O esnada dışımdaki sesin sayıp döktüğü küfürlerden söz etmeme gerek yok zannediyorum.
Şimdi sıra yemek yapmaya gelmişti. İçimdeki ses, bir yerden başlarsam sonuca ulaşabileceğime dair sempatik cümleler kuruyordu. Gerçekten çok şeker bir sesti, yerdim ben onu. Hazır vejetaryen değilken etli bir yemek yapayım dedim ben tamam mı. Buzluktan et çıkardım fakat kazık gibiydi. Hayvancağız adeta donarak ölmüştü. Ne yapacağımı şaşırdım. Önce büyükçesinden bir bıçak çekip hayvanı bıçaklamaya kalktım ama bir sonuca ulaşamadım. Direniyordu. Kolay kolay pes edeceğe benzemiyordu. Ketılda kaynattığım suyun içine atarsam buzun çözülebileceğini düşündüm. Belki acımasız bir teknikti ama bunu yapmaya mecburdum, vahiy gelmişti. Tahmin ettiğim gibi, biraz zaman aldı ama çözüldü. Fakat o da nesiydi? Et sandığım şey kıyma çıkmasın mıydı? Kıyma sevmeyen bir bünyem olduğu için müthiş bir hayal kırıklığı yaşadım. Kaynar suyla haşlanmaktan maviye dönmüş kıymayı tezgâhın diğer ucuna fırlattım ve buzluktan başka bir parça çıkardım. Aynı teknikleri uyguladıktan sonra buzların altındaki kahraman etime ulaştım. Bu gerçekten çok güzel bir etti. Lady Gaga’nın üstündekilerden bile güzeldi. Derhal kendisini kuşbaşı büyüklüğünde doğradım. Bence işin büyük bir kısmını başarmıştım. Sıra lojistik destek için annemi aramaya gelmişti. Kısaca durumu izah ettim. Annem o etin çok olduğunu söyledi çünkü kurban bayramında kendisi poşetleyip dolabıma şeyaptığı için miktarlardan haberdardı. Yoksa benim mutfağımda yenilebilir bir malzeme ne gezer la, saçmalamayın. Her neyse, çoksa çoktu argadaş, ben hepsini pişirecektim. Annem “Böyle müsrif olursan evde kalırsın.” dedi. “Kalıyorsam kendi evimde kalıyorum, senin evinde mi kalıyorum, hayret bi şey!” dedim. Demesem eyiydi çünkü annem “Ne halin varsa gör!” diyerek telefonu kapattı. Gerçekten çok asabi bir kadındı.
Annemden iş çıkmayınca internetten filan bakınıp birtakım şeyler yaptım ben. Macera dolu anlar yaşadım, uzatmayayım. Bu yaptıklarımı değerlendirmesi için kardeşimin gelmesini bekledim. Bu arada kardeşim bir süredir benimle kalıyor. Kendisi erkek ve gayet yakışıklı bir insan evladıdır. Uysal ve eğlencelidir. Bir de ortak genler taşıdığımızı düşünecek olursak, “Entel sen erkek olsan kesin ben seninle evlenirdim.” diyen bayan okurlarıma bence gün doğmuş olmalı. Yalnız yaşıyorsanız kendisini derhal size sepetleyebilirim :: Neyse işte geldi bu, masayı hazırladım ve pişirdiklerimi ağzına ağzına sokmaya başladım. Bir iki kaşıktan sonra ayakta yemeye başladı bu. Niye öyle yaptığını sorduğumdaysa ıkına sıkına “Ablacım oturunca kusacak gibi oluyorum da :/” dedi. Ben onca uğraşayım adipislikgötün bana dediği lafa bak! Evden kovdum ibineyi. Gitmedi.
Bütün bu olanlar beni birtakım çıkarımsamalara götürdü sevgili okurlarım. Şimdi bu engin tecrübelerimden sizleri de nasiplendireceğim. Şöyle ki;
- Yemek denilen şey kaynamadan pişmiyormuş. Ocağı kapatmakta acele etmeyin.
- Pilav, dibi tutabilen bir şeydir. Pirinçler tencereye yapışıp kristalleşiyor filan, acayip.
- Salça küflü olabilir. Kullanmadan önce incelemekte yarar var.
- Dondurulmuş doğranmış soğanın son kullanma tarihi varmış. Buzlukta sonsuza dek yaşayacakmış gibi görünmesine aldanmayın.
- Bir tane bıçak kaybettim. Şeytan alıp götürmüş olabilir.
- Mutfağı kimin toparlayacağını tayin etmeden yemek yapmaya girişmeyin.
- İçinizdeki sesi dinlemeyin.
- Annelerinize atarlanmayın.
I love mom ::
.
Koltukta uzanmış miskin miskin uyukluyordum ki içimde birden yemek yapmam gerektiğine dair duygular şelalelendi. Aniden gözlerimi açtım ve içimdeki sesin ciddi olup olmadığına kulak kesildim. Ciddiydi. Tırstım. Bu benim için ilk emirmiş gibicesine kutsal bir sesti. O sesi ciddiye almalıydım.
İçimdeki sesin beni kulağımdan tutup mutfağa sürüklemesi neticesinde önce korkunç manzarayla karşılaştım. Lanetler gelsin, yine bulaşıkları yıkamamıştım. Hiç yemek yapılmayan bir evde bu kadar bulaşık çıkmasını anlamaya çalışmakla zaman harcamadım. Mekanik hareketlerle bulaşıkları yıkayarak kendime tezgâhın üstünde bir yer açtım. O esnada dışımdaki sesin sayıp döktüğü küfürlerden söz etmeme gerek yok zannediyorum.
Şimdi sıra yemek yapmaya gelmişti. İçimdeki ses, bir yerden başlarsam sonuca ulaşabileceğime dair sempatik cümleler kuruyordu. Gerçekten çok şeker bir sesti, yerdim ben onu. Hazır vejetaryen değilken etli bir yemek yapayım dedim ben tamam mı. Buzluktan et çıkardım fakat kazık gibiydi. Hayvancağız adeta donarak ölmüştü. Ne yapacağımı şaşırdım. Önce büyükçesinden bir bıçak çekip hayvanı bıçaklamaya kalktım ama bir sonuca ulaşamadım. Direniyordu. Kolay kolay pes edeceğe benzemiyordu. Ketılda kaynattığım suyun içine atarsam buzun çözülebileceğini düşündüm. Belki acımasız bir teknikti ama bunu yapmaya mecburdum, vahiy gelmişti. Tahmin ettiğim gibi, biraz zaman aldı ama çözüldü. Fakat o da nesiydi? Et sandığım şey kıyma çıkmasın mıydı? Kıyma sevmeyen bir bünyem olduğu için müthiş bir hayal kırıklığı yaşadım. Kaynar suyla haşlanmaktan maviye dönmüş kıymayı tezgâhın diğer ucuna fırlattım ve buzluktan başka bir parça çıkardım. Aynı teknikleri uyguladıktan sonra buzların altındaki kahraman etime ulaştım. Bu gerçekten çok güzel bir etti. Lady Gaga’nın üstündekilerden bile güzeldi. Derhal kendisini kuşbaşı büyüklüğünde doğradım. Bence işin büyük bir kısmını başarmıştım. Sıra lojistik destek için annemi aramaya gelmişti. Kısaca durumu izah ettim. Annem o etin çok olduğunu söyledi çünkü kurban bayramında kendisi poşetleyip dolabıma şeyaptığı için miktarlardan haberdardı. Yoksa benim mutfağımda yenilebilir bir malzeme ne gezer la, saçmalamayın. Her neyse, çoksa çoktu argadaş, ben hepsini pişirecektim. Annem “Böyle müsrif olursan evde kalırsın.” dedi. “Kalıyorsam kendi evimde kalıyorum, senin evinde mi kalıyorum, hayret bi şey!” dedim. Demesem eyiydi çünkü annem “Ne halin varsa gör!” diyerek telefonu kapattı. Gerçekten çok asabi bir kadındı.
Annemden iş çıkmayınca internetten filan bakınıp birtakım şeyler yaptım ben. Macera dolu anlar yaşadım, uzatmayayım. Bu yaptıklarımı değerlendirmesi için kardeşimin gelmesini bekledim. Bu arada kardeşim bir süredir benimle kalıyor. Kendisi erkek ve gayet yakışıklı bir insan evladıdır. Uysal ve eğlencelidir. Bir de ortak genler taşıdığımızı düşünecek olursak, “Entel sen erkek olsan kesin ben seninle evlenirdim.” diyen bayan okurlarıma bence gün doğmuş olmalı. Yalnız yaşıyorsanız kendisini derhal size sepetleyebilirim :: Neyse işte geldi bu, masayı hazırladım ve pişirdiklerimi ağzına ağzına sokmaya başladım. Bir iki kaşıktan sonra ayakta yemeye başladı bu. Niye öyle yaptığını sorduğumdaysa ıkına sıkına “Ablacım oturunca kusacak gibi oluyorum da :/” dedi. Ben onca uğraşayım adipislikgötün bana dediği lafa bak! Evden kovdum ibineyi. Gitmedi.
Bütün bu olanlar beni birtakım çıkarımsamalara götürdü sevgili okurlarım. Şimdi bu engin tecrübelerimden sizleri de nasiplendireceğim. Şöyle ki;
- Yemek denilen şey kaynamadan pişmiyormuş. Ocağı kapatmakta acele etmeyin.
- Pilav, dibi tutabilen bir şeydir. Pirinçler tencereye yapışıp kristalleşiyor filan, acayip.
- Salça küflü olabilir. Kullanmadan önce incelemekte yarar var.
- Dondurulmuş doğranmış soğanın son kullanma tarihi varmış. Buzlukta sonsuza dek yaşayacakmış gibi görünmesine aldanmayın.
- Bir tane bıçak kaybettim. Şeytan alıp götürmüş olabilir.
- Mutfağı kimin toparlayacağını tayin etmeden yemek yapmaya girişmeyin.
- İçinizdeki sesi dinlemeyin.
- Annelerinize atarlanmayın.
I love mom ::
.
6 Ocak 2011 Perşembe
Tımrhane Notları #16
.
Doktor Umuz Bey, “Gözlerinizi kapatın ve bana neler gördüğünüzü anlatın.” dedi. Anlattım.
Gözlerimi kapadığımda gözlerini açmaya üşenen filler görüyorum. Otlamaya üşenen filler. Birkaç yüzyıl önce ölmüş olmalarına rağmen mezarlarına gitmeye üşenen filler. Bu kadar üşendikleri için filleri çok seviyorum. “Üşenen Filler” adında bir şarkı yazmak istiyorum. Şarkıma bir sürü üşenen fil arasında klip çekmek istiyorum. Tabi tüm bunları yapmaya üşeniyorum. Keşke bir filim olsaydı. Neyse, filleri geçiyorum.
Gözlerimi kapadığımda kendilerini kıyıya vurmuş balinalar görüyorum. Denize dönmek istemeyen balinalar. Bıkmış balinalar. Gidip aralarına uzanıyorum. “İyiymiş böyle” diyorum. “İyidir” diyorlar. “Peki niye?” diye soruyorum. “Yüz yüz nereye kadar” diyorlar. Nereye kadar diye düşünüyorum. Deniz bitiyor. Balinalar çok konuşmayı sevmiyor.
Gözlerimi kapadığımda toplanıp bir nehir kenarında intihar eden kelebekler görüyorum. Kelebek gördüğüm için kendime kızıyorum. Fazla romantik. Yanlarına gidip “Kelebek halinizle karşıma çıkmaya utanmıyor musunuz?” diyorum. Utanmıyorlar. Çünkü onlar meğer sinekmiş. Bilim adamları öyle söyledi. İçim rahatlıyor. Bilime inanıyorum. Sineklere Allah’tan rahmet diliyorum.
Boynu tutulmuş zürafalar… Giyinmeyi unutmuş zebralar… Kırmızı pipili yılanlar… Metroseksüel aslanlar…
Diye devam ediyordum ki Doktor sözümü “Çok fazla belgesel izliyorsunuz.” diyerek kesti. Yakalandım. Kırmızı pipiyi hiç karıştırmayacaktım.
.
Doktor Umuz Bey, “Gözlerinizi kapatın ve bana neler gördüğünüzü anlatın.” dedi. Anlattım.
Gözlerimi kapadığımda gözlerini açmaya üşenen filler görüyorum. Otlamaya üşenen filler. Birkaç yüzyıl önce ölmüş olmalarına rağmen mezarlarına gitmeye üşenen filler. Bu kadar üşendikleri için filleri çok seviyorum. “Üşenen Filler” adında bir şarkı yazmak istiyorum. Şarkıma bir sürü üşenen fil arasında klip çekmek istiyorum. Tabi tüm bunları yapmaya üşeniyorum. Keşke bir filim olsaydı. Neyse, filleri geçiyorum.
Gözlerimi kapadığımda kendilerini kıyıya vurmuş balinalar görüyorum. Denize dönmek istemeyen balinalar. Bıkmış balinalar. Gidip aralarına uzanıyorum. “İyiymiş böyle” diyorum. “İyidir” diyorlar. “Peki niye?” diye soruyorum. “Yüz yüz nereye kadar” diyorlar. Nereye kadar diye düşünüyorum. Deniz bitiyor. Balinalar çok konuşmayı sevmiyor.
Gözlerimi kapadığımda toplanıp bir nehir kenarında intihar eden kelebekler görüyorum. Kelebek gördüğüm için kendime kızıyorum. Fazla romantik. Yanlarına gidip “Kelebek halinizle karşıma çıkmaya utanmıyor musunuz?” diyorum. Utanmıyorlar. Çünkü onlar meğer sinekmiş. Bilim adamları öyle söyledi. İçim rahatlıyor. Bilime inanıyorum. Sineklere Allah’tan rahmet diliyorum.
Boynu tutulmuş zürafalar… Giyinmeyi unutmuş zebralar… Kırmızı pipili yılanlar… Metroseksüel aslanlar…
Diye devam ediyordum ki Doktor sözümü “Çok fazla belgesel izliyorsunuz.” diyerek kesti. Yakalandım. Kırmızı pipiyi hiç karıştırmayacaktım.
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)