30 Mayıs 2009 Cumartesi
Tımarhane Notları #3
-Eyyy Atinalılar!! Sokrates’i ben öldürdüm!!
Paranoyak olması takip edilmediği anlamına gelmiyor tabii, bence haklı.
Öyle hevesliydi ki ölmeye kendimden sağdığım sütümü ona verdim. İçinde bal vardı. Musa onu baldıran zehiri sandı. Bu sefer de ölemedi, ne acı..
Onu diyordum işte, Musa..
Musa çok fena. Mutlaka görmüşsünüzdür. Bazen çok ağırlaşıyor hâli, bağlayıp götürüyorlar.
Geçen yine Umuz Bey'in önüne attı kendini odasından çıkarken;
"Cioran'ı ben öldürdüm Doktor", diye başladı bağırmaya. Ve ağlamaklı devam etti;
-Artık uyuması gerek diye düşündüm. Ben ona Romence ninniler söyledim, o beni Fransızca dinledi. Ana diliyle dilimledim onu Doktor! Nasıl kıydım?
Yarının zalimleri bugünün kafası kesilmemiş mazlumlarından çıkar sandım, öyle demişti. Mazlumdu o Doktor! Nasıl yaptım?!!
Dizleri üstüne çökmüştü çoktan. Derken kollarına girdiler iki yandan.. Sürükleyerek götürdüler. "N'oluuur asın beni..." diye yalvarışları yankılandı Koridor'da bir süre daha. Ben hâlâ duyuyorum...
İçerden haber geldi sonra. Hasta bakıcılar zapt edememiş, Doktor'un odasına kadar koşmuş yarı çıplak. Sesleri duyunca içerden kapıyı kilitlemiş korkudan Umuz Bey. Yetiştiklerinde,
"Tanrı'yı da ben öldürdüm Doktor! Ama Nietzsche suçu üstüne aldı, o çok iyi biri Doktor, Doktor, Dokt..."
Götürmüşler Musa'yı. Diyeceklerini demesini beklememişler..
Musa'nın içinden atlar geçiyor...
NAL'lıyorlar Musa'yı...
(NAL: Bir şifre:
Norodol- Akineton-Largactil...
Acile getirilen akıl hastalarına 60'larda, 70'lerde sunulan meşhur 'kokteyl'.
'Nallayın şunu!' direktifiyle zerk edilirmiş vücutlara)
.
29 Mayıs 2009 Cuma
Tımarhane Notları #2
"Ziyanı yok, söker yine öreriz" dedim.
O sırada dışarıdan Musa'nın bağırışları duyuldu. Koridora çıktığımda iki koluna girmiş götürüyordu hasta bakıcılar. Aysel Gürel şaşkın, Ahmet Hamdi Tanpınar huzursuz, Oğuz Atay ise bıkkın görünüyordu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.
Kendime yeni bir hayat yazıp yazıcıdan çıktımı aldım.
.
27 Mayıs 2009 Çarşamba
Şişedeki Mesaj
"Fitifütü marka cilt kremi kaz ayaklarına çok iyi geliyormuş” dedi. 30 yaşını bir miktar geçmiş olanımızdı bu. Masada 4 kişiydik. Hepimiz 30 etrafında tur atıyorduk. Ben ramak kalmış olandım. Diğer ikiden biri merdiven dayamış, öteki de ipi göğüslemişti. Ortalama 30’duk ve 30 gerçekten çok ortalama bir yaştı.
Muhabbet gittikçe korkutucu bir hal almaya başlamıştı. Gözlerimin kenarına ayaklarını basan orospu kazlar yüzünden hayatım zehir olmak üzereydi. Acil tedbirler almalıydım. 30’giller öyle diyordu. Yoksa ordular halinde gelebilirlerdi. Ağzımın kenarında tavuk makatları, alnımın ortasında hindi dalakları, yanaklarımın her yerinde horoz ibikleri oluşabilirdi. Yüzümde oluşması muhtemel bu bir kümes dolusu hayvanla nasıl baş edebileceğimi bilmiyordum. Ama doğayla inatlaşmaya da zerrece mecalim yoktu.
“Ben alnımdaki şu çizgilere botoks yaptırıcam” dedi ipi göğüslemiş olan. Bir yandan da alnını gözümün içine sokmaya çalışıyordu. “Hangi çizgilere?” dedim. “Hani şu gülünce çıkanlar var ya, şurdakiler bak, onlara işte” dedi. Aslında bu cümleyi komik bulmuştum ama öyle bi dedi ki gülesim kaçtı. Mütereddit bir biçimde alnımı yokladım. Sevgili alnım, gülmediğim sürece mesele çıkarmayacak gibi duruyordu. Derin bir nefes aldım. “Botoksu memelere yaptırmak lazım bence” dedim. Ama beklediğim reaksiyonu alamadım. Her beklediği reaksiyonu alamayan insan gibi açıklama yapmak zorunda kaldım. “Hani yerçekimi merçekimi, felç edersek hep öyle kalırlar sanki, mantıklı değil mi la” dedim. Boş gözlerle bana bakmalarından bu konularla dalga geçilmemesi gerektiğini anladım.
Masanın katlanılırlık oranı her geçen dakika düşüyordu. “Ben de selülitler için bir şeyler düşünüyorum” dedi merdiven dayamış olan. “Sende selülit mi var lan?” dedim. “Başladı ufak ufak, sende yok mu?” dedi. Daha mütereddit bir biçimde götümü yokladım. Şık olmadı tabii. Böyle langıdık lunguduk davranma yaşlarımızın geçtiğini 30’gillerin bakışlarından anladım. Sonrasında hikaye daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz bir noktaya sürüklendi. Ama benim için bardağı taşıran son damla “mezoterapi” demeleri oldu. Eski arkadaşlarla şöylelemesine kafa dağıtmak için çıkılan bir gece için bu kadar bilimsellik fazlaydı.
Masayla ilişkilerimi kesip uzaklara doğru bakmaya başladım. Uzaklar dediğim de yan masalar falan işte. Peyote yine ana baba günü gibiydi. Yok lan ne anası ne babası, bildiğin çoluk çocuk günüydü. Masada konuşulanlar kendimi yeteri kadar yaşlı hissetmeme neden olduğu için herkes bana küçücük görünüyordu. Bir masada 3 tane civan gibi delikanlının yanında patates bi kız vardı. Patatesti ama gençti işte. Dünya yalandı. Hatta “adaletin bu mu ulan”dı. Çok içlendim. Hey gidi hey dedim. Az ötede bir süredir beni izleyen tüyü yeni bitmiş gence anne şefkatiyle baktığımı fark ettim. 15 dakikada pisikolocilerimin içine sıçmışlardı.
Tekrar bizim masadaki muhabbete dahil olmak istedim. Hala aynı şey dönüyordu ve ipin ucu yakalayamayacağım kadar uzağa kaçmıştı artık. Bahsi geçen konularda alenen cahildim. Böyle olmasına içten içe sevindim. Onlar gibi olmamak kendimi bir bok sanmama neden oldu.
Masada 3 şişe Miller vardı. Efesimi yudumlarken şişelerde bir ironi aramam ise gerçekten çok saçmaydı.
.
25 Mayıs 2009 Pazartesi
Tımarhane Notları
Bugün zurnanın zırt dediği deliği elimle koymuş gibi buldum.
Doktor Ütü hızla düzeldiğimi söylüyor.
Bir ayağım süper safir taban, diğeri parlamayı önleyen ek taban, bir garip atlas kumaşın üstünden kayıp geçiyorum.
Geçip kayıyorum.
Kirecimi söktüler Doktor!
Ömrümün buharındayım!
14 Mayıs 2009 Perşembe
/Kayıp Zamanın İzinde/
Annem 11 yıl karnında taşımış beni, doğurmaya kıyamamış.
Bu yüzden abimin ablasıyım ben.
Doktor da öyle demişti. “Ablanıza da anlatmaya çalıştım………” demişti...
Başa dönelim. Big Bang. Toz bulutları, dinozorlar falan. Fazla mı oldu?
Biraz daha kestirmeden gitmeli o zaman.
Sümela Manastırı’na orman yolundan çıkmayı tercih ederseniz “Kestirme yollar tehlikelidir!” diye bir tabelayla karşılaşırsınız. Tehlikelidir evet. O yoldan giderseniz düşünürsünüz. O zamanın zamanında, kuş uçmaz kervan geçmez bir tepeye, öylesine dâhiyane ve şairane bir yapıyı nasıl ve neden yaptıklarını düşünürsünüz. Düşünmek tehlikelidir. Hatta suçtur. Düşündükleri için 301 kere ebesi bellenen insanlarla doludur memleketim! Sırf bu yüzden bile bir başkadır loy loy diye türkü çığırılabilir!
Hem ne gerek var canım, düşünmeyelim diye şahane bir yol yapmışlar işte. Dümdüz git, karşında restorasyon harikası (!) Sümela!
Üstelik çok sevgili orospu çocuğu din kardeşlerim, günaha girmeyelim diye duvarlardaki ikonların gözlerini de oymuş.
Süper bir seyahat. Ne şiş yanıyor ne kebap. Buyrun size tatlı hayat!
Yine dolandırdım lâfı. Bu mesafeden pek kestiremiyorum, beni böyle sevin sevecekseniz.
Neyse. At iziyle it izi birbirine karışmadan konuya dönelim.
Günlerden 1 gün doğmuşum. Kayıtlara geçmiş de kayda değer bulunmamış pek. Herkese bir isim verilmesi adettendir ya, bir ismim de olmuş elbet. Bir kahramanlık yapıp kendi adımı kazanmamı bekleyemeyecek kadar sabırsız bizimkiler..
Küçükken bir Kızılderili kabilesi olduğumuzu hayal ederdim bazen. Bazen buna çok inanırdım hatta.
Bunda, babaannemin uzun ve gri saçlarını 2 yanda örgü yapıp savaş boyalarını sürerek dedemi beklemesinin,
amcamın sürekli barış çubuğu içmesinin,
babamın Oturan Boğa yanında bok yemiş türünden sözler sarf etmesinin,
köpeklerle konuşmamın, bahçedeki ağaçların ve bambaşka masallar dinlemiş olmamın payı büyük elbette.
Berbat bir sebeple de olsa bu hayalimin gerçek olduğu bir dönem de olmadı değil. ’99 depreminden sonra incir ağacının altına kendi öz kaynaklarımızı kullanarak ( kazıklara çakılan halılar, eski karavan, dondurma şemsiyesi v.s.) kurduğumuz çadır kentte bunları konuşacak çok vaktimiz oldu. O zamanlar üniversiteye yeni başlamışım ve Ankara’nın taşına bakarken gözlerimin yaşını şuursuzca harcamışım. Sonraları çok lâzım olacağını hesaba katmamışım…
Gecelerden bir gece, çadır ve bilumum konaklama zımbırtısının önünde yaktığımız ateşin etrafında; elma kasalarının hiç rahat oturaklar olmadığını tecrübe ederken, sivrisineklere kan nakli yaparken, ağaçtan incir düşse de yesek diye beklerken, etraftan yükselen kokunun sebebinin birkaç gün öncesine kadar biraz ilerde çay içtiğimiz komşularımız olmamasını dilerken ve hâlâ yaşıyor olduğumuza sessizce şükrederken, hasta ruhlu abim, başrollerinde bizim ailenin olduğu bir Kızılderili hikâyesi anlatmaya başladı. Hikâye uzun, anlatacak değilim. Ama o hikâyede bana uygun gördüğü isim, sonraki hayatımda gizliden üstüme yapıştı adeta: Uzaklara giden kadın…
Uzaklara gittim hep. Adımı söyledikten sonra “özledim”lerini susmak düştü sevdiklerime. Ailenin, valizi olan tek çocuğuydum ben…
Düzen tarafından düzülen biri olarak, eskisi kadar olmasa da hâlâ uzaklardayım onlara göre.
Ve bana Kızılderili olduğumuzu düşündüren şeyler, motorlu taşıtlarla ulaşamayacağım mesafelere gitmiş…
Uzaklık kavramı çok daha garip artık…
Bu da büyümenin, biyoloji kitaplarında yer almayan tanımı sanırım.
Demem o ki,
tüm teorisyenlere, postulatlarını ve aksiyomlarını rahmetli götlerine sokmalarını salık vererek kurduğum yeni matematiğe göre 40 yaşıma girdim artık.
Şimdi aradaki “kayıp zamanın izinde”yim…
13 Mayıs 2009 Çarşamba
İçine sevgimi kattım!
Dün gece, sizlere faideli bilgiler verebilmek adına bir takım çeşitli bazı araştırmalar yaptım sevgili okurlarım. Meğer ben çok yanlış bir yolda ilerliyormuşum.
Baktım bu alemde en çok aratılan konulardan biri yemek tarifleri, hemen işe koyuldum. Ancak önce kendim denemeliydim ki yüzüm kara çıkmasın. Zaten acıkmıştım. Ne pişirseydim? Aklıma ilk gelen seçenek koyun makatında sotelenmiş hindi pane idi. Ne de olsa orada kabaramazdı kel Fatma. Ama eşcinsel bir koyun bulmak çok zamanımı alır diye vazgeçtim. Çeşitli baharatlarla baharatlayarak başka bir şeymiş gibi yutturulmaya müsait Portakallı Pekin ördeği her ne kadar favorim olsa da evde hayvan olarak tavuktan başka bir şey olmadığını fark etmem uzun sürmedi. Ah ah dedim, keşke ev arkadaşım burada olsaydı. Çünkü kendisi köri ile tavuğu fantastik bir şekilde aynı tavada eritebilen yüce bir şahsiyettir. Ama yoktu. Çok üzüldüm. Hüzün doldu yüzüm. Mutfakta bir tavuk cesedi ile geçirdiğim bu çileli saatlerde açlığıma mı yanayım yalnızlığıma mı yanayım bilemedim. En iyisi hayvanı tost makinesinde iyice öldürmekti. Ancak bu arada hevesim kaçtı. Ben de rahmetlinin naaşını buzluğa defnettim.
Tüm bu olanlara rağmen gayet ciddi bir görev bilinciyle sizler için bir yemek tarifi buldum. Bu yemeğimiz tamamen buzdolabındaki malzemelerle yapılıyor. Şöyle ki:
Malzemeler
1 parça salam
Yarım kalıp peynir
3 tane et bulyon
Yarım şişe nar ekşisi
Yoğurt (bozulmuş)
2 şişe bira
Hazırlanışı: Bu malzemeleri tezgahın üstüne yerleştirin. Biraz düşünün. Aklınızı başınıza toplayın. Nöron yakın biraz. Bunlarla yemek yapılır mı lan? Göz var izan var. Akıl var mantık var. Anne var ananne var. Hayatınızda bunları aynı tencerede gördünüz mü hiç! Olur mu? Olur mu?
Olmaz tabii. Aferin. Baskıyla da olsa doğruyu buldunuz. Şimdi biraları için. Afiyet olsun.
Bir başka ilgi çeken konu da temizlik için püf noktalarıymış meğer. Bununla ilgili de deneysel bir çalışma yapmak istedim. Evi bok götürdüğü için bu çalışma için uygun zeminim de hazırdı. Bir yerden başlarsam mutlaka bir püf noktası yakalayabileceğimi düşündüm. Ancak neresinden başlayacağımı bilemedim. Her başarılı kız çocuğunun arkasında bir anne vardır, bunu sakın unutmayın sevgili okurlarım. Ben de lojistik destek için annemi aradım. Aramızda şöyle bir konuşma geçti.
-Anne, temizlik yapıcam.
-Yok artık!
-Valla. Napiyim şimdi? Süpürüyüm mü mesela?
-Hemen olmaz o. Önce tırmıkla kabasını al.
Konuşmanın tamamını yazmayayım buraya. Annemin küfür etmesi beni biraz incitiyor, incitmiyor değil. Neyse ama sonuçta bir püf noktası yakaladım. Tırmıkla kabasını alın. Elinize her tırmık alışınızda aklınıza ben geleyim.
Sanıyorum şu andan itibaren okur sayım tavan yapacak. Ama henüz asıl bombayı patlatmadım. Yakında ergen postlarıyla karşınızda olacağım.
Müstehzi müstehzi gülerken öpüyorum mıncırıklarınızı. Canlarım.
Lan!
12 Mayıs 2009 Salı
Yumuk yumuk elleri var, kömür kömür gözleri var...
1999 depreminden bir hafta önceydi. Uzaylılar beni yatak odamdan alıp götürdüler.
Seni nereye götürdüler?
Sabaha karşı 04.30 civarıydı. Bir adam geldi, uzun boylu siyahlar giyinmişti. Yatak odama geldi. Kel, burnu büyükçeydi. Aldı beni pencerenin önüne getirdi. Uzay gemisini gördüm. Birden beni ışınladı. Ama o ışınlama değilmiş onlar benim odamı uzay gemisi haline getiriyorlarmış. 5-6 tane aynı görünüşte uzaylı vardı. Düşünce yoluyla haberleştik.
Uzaylılar neye benziyor?
Tenleri karides kabuğu gibi. Kocaman kafaları var. Gözbebeği olmayan siyah gözler. Boyları uzun değil. Cinsel organları yok. Dört uzun parmakları var. Burunlar sadece delik. Ağız küçük, dudak yok. İnanılmaz sıcaklar. insana güven veriyorlar.
Sana ne sordular?
Sormadılar. Ben onlara kanserin ilacını sordum. Bana verdiler ama sonra, "Hazır değilsin" dediler, aldılar. Sonra saniyelerle bütün dünyayı gezdirdiler bana. Siyahlı adam, "Her şeyi hatırlayacağın zaman olacak ama şimdi değil, uyu" dedi. Geçen yaz Kumburgaz'a gelen UFO'lardan bahsedildi. Onlar benim gördüğüm uzay gemisiyle aynıydı.
Röportajın tamamına şuradan ulaşılabilir.
Şimdi, bu hanım kızımızı anlamaya çalışıyorum. Hem de öyle böyle değil, ciddi efor sarfediyorum bunun için. Empatinin kralını kuruyorum ama olmuyor. İnsanlar, zor dönemlerinde nereye saracaklarını şaşırırlar, bunu hoşgörüyle karşılarım. Hem sonra kardeşi hasta kadıncağızın, kardeş hiçbir şeye benzemez, buna da eyvallah.
Ama bu mudur yani! Bu mudur! Bu nedir! Biri bana bu kafayı açıklasın.
Tenleri karides kabuğu gibiymiş.
Lan!
11 Mayıs 2009 Pazartesi
Kalanı şimdi / Yarısı iş bitince !
“Bir kitap, eğer tekrar okunma hissi yaratmıyorsa, hiç okunmasa da olur” diyor ünlü yazarlardan biri. Kim diyor? Vallahi hatırlamıyorum. Hangi sözü kimin söylediğini iyice bellemek için her şeyi tekrar okumalıyım. Sonra da o “tekrar okunma hissi” yüzünden bir daha. Ama sürekli yenileri yazılıyor ve benim ilgim ve algım sürekli değişiyor…
İşte tüm bu değişimleri takip etmesi için kendime bir dedektif tutacağım. Diyeceğim ki ona; “Çok sayın dedektifçiğim, ben kendime yetişemiyorum n’olur bana yetiş! Tut kolumdan yakala, gerekirse ağzımı burnumu kır da bir yere kımıldayamayayım. Düşüncelerim bi rahat dursun” diyeceğim. Sonra, diyeceğim ki; hakkımda her nevi bilgiyi topla.
Nerde doğmuşum? Kaç kişiyi ilgilendirmiş doğuşum?
Herhangi bir şeyi değiştirmiş mi var oluşum? Tam olarak hangi yıl bu kadar yorulmuşum? Hangi gecenin sabaha karşısında solmuşum? İnsanlara karşı neden böyle soğumuşum? Esasen hangi olaydan sonra kaybolmuşum? Hayatta kalmaktan neden böyle korkar olmuşum? Günün kaç saati içmeden sarhoşum? Niye bu kadar dolmuşum?
diyeceğim.
Bunlara bulduğun cevapları, diyeceğim, önce bir doktora göster. Dr. Umuz Bey yakinimdir, muhakkak bir kolaylık gösterir. Çok rica ettiğimi ve kendisini her zaman takdirle tahlil ettiğimi belirtirsen belki ilaç da verir. Bir kutu antienflamatuar bir kutu da antiromatizmal kâfidir. O ilaçları, sevgili dedektifçiğim, bana getiriver de oyalanayım. Hangi saatte hangisini alacağıma odaklanayım. Günlerim bir haptan bir diğerine koşarak geçsin. Bu geçişlerle beraber zaman resmileşsin. Sonra o zamanın 2 nüshalı fotokopilerini alayım. Notere gidip birini, aslı gibidir diye onaylatayım. İmzayı beklerken devlet dairelerinin neden köşeli olduğuna kafa yorayım. Gerekirse bugün gideyim yarın geleyim. Taksi şoförüne acelem var diyeyim. Mal beyanımdaki “derdim" yanına “acelem”i de ekleteyim.
İşte sevgili hijyenik dedektifçiğim, ben bunlarla meşgul olurken sen de kafamın içindekileri bir güzel yıka. Akşamdan suya atmayı, yumuşatıcı katmayı, ön yıkamalı program düğmesine basmayı ve işin bittikten sonra asmayı unutma. Siyahları ve beyazları birlikte kurutma.
Sonra sevgili prebiyotik dedektifçiğim, bu karışıklık ve kırışıklıklarımın nedeninin anamın mı yoksa babamın mı sütünden kaynaklandığını araştır. Kardeşlerimi de bu işin içine karıştır. Bilimsel ve etraflı bir çalışma olsun. Sonuçları görünce gözlerim dolsun.
Ondan sonra çok sevgili objektif dedektifçiğim, “benden beklenen olgunlukta olmayan düşüncelerim”in uygunsuz pozisyonlarda fotoğraflarını çek. Gerekirse başka uygunsuz düşüncelerimle yan yana getirip panoramik bir kolaj yap. Flaş flaş flaş, şok şok şok falan olayım. Neresinden bakılsa sakıncalı bulunayım. Kulaklarımı çekeyim de bir daha yapmayayım. Bir daha boyumdan büyük işlere kalkmayayım.
Ve en sonunda sevgili redaktif dedektifçiğim, bendeki bu imlâ hatalarını tesbit et. Şapka devrimine isyan eden kelimelerimi tenkit et. Eli yüzü düzgün birkaç kelâmımı takdir et. Cümle olmamakta isyan eden düşüncelerimi tehdit et. Küfür ettiğim yerleri imha et.
Ya da boş ver be dedektifçiğim, siktir et!
7 Mayıs 2009 Perşembe
Bırak peşimi Facebook!!
Bakkal çakkal bile yoktu. Kardeşlerim ve ben paranın ne olduğunu uzun yıllar bilmedik. Bayramlarda dedemin verdiği harçlıkları ne yapacağımızı bilmediğimizden yakmıştık birkaç kere. Bildiğin para yakmış bir insanım lan ben! Ona göre yani, bi terbiyesizliğinizi görmeyeyim!
Ama dedim ya yazları her türlü olanak var. Kabile hayatı şeklinde geçirdiğimiz kıştan kalma ilkelliklerimize rağmen nasıl havalıyız anlatamam. Şehirli veletler "ay ne güzel, siz hep burda mı yaşıyorsunuuuuz" diye bize özendikçe de "ne sandınız olum, buralar bizden sorulur" diye artizlik yapıyorduk. Bu tezi doğrulamak için de hemen İskender Abinin yazdan yaza işlettiği tükkana gidiyor, markalı kıyafetler içerisindeki her biri sevgi kumkuması gibi görünen yeni arkadaşlarımıza, psikanalitik nefretimizi içimize iteleye iteleye bissürü şey ısmarlıyorduk. Hah işte biz küçükken o aldığımız abur cuburun bedava olduğunu sanıyorduk. Yıllar sonra öğrendim babamın arkamızdan gidip borcumuzu ödediğini.. Tiksindim İskender abiden. En kısa zamanda kendisini Facebook'tan bulup annesine sinkaf etmeyi düşünüyorum.
Neyse işte asıl mevzuya geleyim. Kışları yalnızlık çekmeyelim diye bütün komşular anlaşıp aynı dönemde hamile kalıyorlarmış. Döllenme dönemleri varmış lan bizimkilerin! Bildiğin diskaviri çenıl! Örneğin o dönemde yeni bir çocuk istemeyen komşu bir dönem atlama hakkını filan kullanabiliyormuş. Benim dönemimden 4 arkadaş daha vardı. 2'si kardeş, Ahmet ve Kerim. Bunlar ortamın erkek kısmısı. Ama zaten hepimiz erkek gibiyiz. En büyük eğlencelerimizden biri, yazlıkçılar gidip kamp kapandıktan sonra barakalara girip ganimet aramak. En iyi ihtimalle birkaç sabun, birkaç eski mayo, bazen de püsküüt müsküüt... 6 yaşlarında filandık, bir seferinde 3 şişe bira bulduk. Babam içki içmezdi. Sarhoşluğu Muhsin Abiden biliyordum ve o da gayet eğlenceli bi adamdı. Kısa bir tereddütten sonra içmeye karar verdik. Daha öncesinde de çok yaramazlık yapmıştık ama bu ilk illegal eylemimiz olacaktı. Heyecanlıydık. Akşam oluyordu. Barakanın içinde yerlere oturup içmeye başladık. Güldük ettik falan. Biraz Muhsin Abi taklidi yaptık. Kerim, dağdan inen orospu çocuğu bir kurdun köye inip çocukları yediği bir hikaye anlattı. Doğu'da falan hep oluyormuş böyle şeyler ama belli olmazmış, biz de dikkatli olmalıymışız falan diye de hepten korkuttu bizi. Sonra çişimiz geldi tabii. Hava iyiden iyiye kararmış o ara. Kimsenin gidip çişini yapmaya götü yemiyor. Birbirimize sırtımızı dönüp daire biçiminde ve senkronize işemeye karar verdik. Çok ciddi bir iç hesaplaşması yaşadım. Alkolik olduğum yetmiyormuş gibi bir de götüme bakarlarsa orospu olacaktım. Bakardı o ipneler. Kesin bakarlardı. Çaresizdim. Mesanem söz dinlemiyordu. Direnemedim. Pozisyonumuzu aldık ve donlarımızı indirdik. Bakıyorlar mı diye meraktan kuduruyordum ama dönüp bakarsam da yakalanırım diye ödüm patlıyordu. Buna da direnemedim ve kafamı çevirdim. İşte o an gördüğüm götler gözümün önünden hiç gitmez...
Sonrasında arkadaşlığımız bozuldu biraz. Bir süre ablamların devreyle takıldım ama onlar da çok sıkıcıydılar. Abimler şenlikliydi ama beni aralarına almıyorlardı. Ben de gittim okuma yazma öğrendim ve babamın kitaplarına hallendim. Böyle böyle geçti zaman..
Yıllarca o günü unutmaya çalıştım. Bu olay bende bir iz bıraktı elbette. O gün bugündür götlerini gördüğüm insanlara zerre saygım yoktur. Şu anda aklına Freud gelen okurların da annelerini sinkaf edeyim.
Bugün Facebook'tan Kerim buldu beni. Arkadaşlık davetini görünce kanım dondu. Ne kadar uzaklaşsam da başaramamıştım. Geçmişim peşimi bırakmıyordu. Şimdi Kerim'i eklesem diğerleri de çorap söküğü gibi gelecekti. Birbirimize poke gönderme ihtimalizden ise hiç bahsetmiyorum..
Sonuç olarak Facebook hesabımı kapadım. Bu hikayeden çıkaracağınız bir ders yok. Boşuna okudunuz. Bunu okuyacağınıza gidin 6 Mayıs 1972'de ne olmuş onu okuyun! Cahiller!!
Bu arada OBBŞ ekibindekilerin de annelerini sinkaf edeyim.
Bitti.
6 Mayıs 2009 Çarşamba
Münasip bir başlık bulamadığım için 3 nokta koyasım var!
Bir kere bilim adamları bu uyku hadisesini açıklayamıyor. Yani çeşitli zırvalar var bununla ilgili ama insanın aklında illa ki bir “niye?” sorusu kalıyor. Benim uyku ile ilgili niyelerim ve niyetlerim ise çok daha başka. Hayatımın aşkı uyku, sokaktaki hanfendim, yataktaki fahişem. Birlikteliğimiz seviyeli, ciddi düşünüyorum. Bazen ciddi ciddi bir uyusam da bir daha uyanmasam diye düşünüyorum yani. Yani sizin gibi.. Yani herkes gibi.
Yani ki bir farkımız yok aslında birbirimizden. Hepimiz kardeşiz bu kavga ne diye oğoyyy oy. Bu derece mahsun, bu derece kırmızıgülüm bugün.
Yani yazar içimizden biri. Ama hangisi?
Öteki ve beriki. Yabancılaşma. Kayboluş. Tutunamamaca. Günde 3 öğün antidepresan. Prozac şişesinde balık olsam temennileri. Sarhoş olamıyorum teraneleri. Armudun sapı, üzümün çöpü, eşşeğin siki, yerin dibi edebiyatı!
Hepimiz alkoliğiz bi kere, bu olmazsa olmaz. Mutlaka ki uyuşturucuya yakın ve yatkınız. O bize hep baskın.
Kusursuzuz. Mükemmeliz. Kimse bizi anlamıyor. Biz buralara 3 beden büyük geliriz.
Hepimiz intihara meyilliyiz. Köprüden aşağı şahane bir kestirme yol biliriz. Biliriz de gitmeyiz. Dünyaya bizi anlaması için zaman veririz. Hem daha sevişmelere doyamadık canım, acelemiz yok, nasıl olsa bi gün gideriz. Onu diyorum işte, bir farkımız varsa da cinsel uzuvlarımızdandır. Bu farkı da birbirimizin gözüne gözüne sokarız. Basit bir kromozom meselesi deseler kıyameti koparırız.
Şehir hepimizi boğmaktadır ve bir gün mutlaka her şeyi bırakıp Ege’de ya da Akdeniz’de küçük bir kasabaya yerleşmek hayalimizdir. Ama “hadi gel köyümüze geri dönelim” deseler hakaret sayarız. İçimizden bazı delikanlılar “o köy bizim köyümüzdür” deme cesaretini gösterir ancak yine de o köyün orda ve uzakta olması her zaman tercihimizdir. Zaten ebeveynlerimiz aslında birer İstanbul Hanfendisi ve Beyfendisidir.
Şikayet edilmeyecek gibi değil, normal olarak mevcut şartlarımızdan hep şikayet ederiz. Değiştirmek için de çabalarız ama. Converse’lerimiz yırtılmayacak, Levi’s’lerimiz kirlenmeyecek olsa eylemlere bile gideriz yani o derece. Acayip muhalifiz.
Ve illa ki hepimiz bağlanmaktan korkar, evlilik kurumunu reddederiz.. Hem evlensek bile asla bu lanet dünyaya bir çocuk getirmek istemeyiz.
Biz süperiz, biz şahaneyiz.
Bunların hiçbirini söyleme derdinde değildim. Derdim bu değil. Ve zaten bunlar artık dert değil!
Ama bir Allahın kulu da görmeyecekse böbreğimi*
Bütün gün işemişim ne fayda!
-----------------------------------------------------------------------
Metin üzerinde ince elemeler:
(*)Yazar burada böbreğim derken tam olarak böbreğini kastetmiştir.
Ve aslında tam olarak kalbine kast etmiştir.
Ve siz bilmeseniz de isabet etmiştir.
Akabinde 4 cinayet işlemiştir.
Yakalanmamak için parmaklarını kesmiştir
Faildir. İngilizce fail gibi bile okunabilir.
Ve meçhuldür. Ç kullandığına bakmayın, biraz cahildir.
Ve sizden gizleyecek değilim sayın okur, bu yazar, küçükken ıslak pamukta yetiştirdiği fasulyeleri yemiştir. Hatta “yemişim ulan fasulyesini” diyerek bu kutsal durumla dalga bile geçmiştir.
Böbrek mevzuundan önce anlattıklarına bakılırsa rahat yazarın kıçına batmaktadır.
Zaten aslında yazar diye biri yoktur, farkında olmamız gereken evrensel bilinç vardır.
Görüldüğü üzere yazar söyleyeceklerini söylememek için türlü çeşit dümen çevirmiştir. Çünkü üstadın da dediği gibi ne kadar kussa olmayacak, birazı hep içinde kalacaktır.
Ama okur için artık çok geçtir. Çünkü yazı bitmiş, okur alenen taklaya getirilmiştir.
Yine de eğer lâzımsa arkada bir soru bırakılabilir:
Asiye’yi nasıl kuruttunuz?
2 Mayıs 2009 Cumartesi
İşçiler bayram yapınca biz de bayram yapmış sayıldık!
Ben eskiden solcuyken sırf okuldan işten filan kaytarmak için eylemlere giderdim. Şimdi zaten tatil olunca bıraktım solculuğu. Unumu eledim parkamı astım bilader, kimse ilişmesin bana. Artık hayatımı teorisyen olarak sürdürüyorum.
Dün, öylesine güzel bir tatil gününde, çatışma-kavga-dövüş-gözaltı ve biber gazı faaliyetleri bittikten sonra uyanıp Starbucks'a gittim. Aslında Firuzağanın oralara gidecektim ama üşendim. Mochamı yudumlarken bazı şeyler beni bir takım düşüncelere gark etti. Gark. Bu kelimeyi önemseyelim. Neyse işte. Hemen elimi başıma yasladım ve kafamı biraz eğip uzaklara doğru baktım. Bu esnada elbette ki siyah beyaz ve vesikalıktım. Bunları atlamayın. Atlarsanız olmaz. Şimdi de düşüncelerime geçelim:
1 Mayıs'ın tatil yapılması Türk soluna vurulmuş en büyük darbedir!
Kesinlikle böyledir. Bu tatil, solcu kesimde "ulan 40 yılda bir tatilimiz olmuş onda da kim kalkıp eyleme gidecek yeaa" diye çok rasyonel bir yaklaşım oluşmasına neden olmuştur. Alçak hükümet, solcuların en büyük zaafı olan "tembellik"i kullanarak solculuğu bu topraklardan kazımayı planlamaktadır.
Genel hatlarıyla teorim budur. Şimdi uzun uzun anlattırmayın bana. Özümde iyi bir insanım.
Damat Lafargeue Paşa’yı seviyoruz.
Öptüm.