27 Aralık 2009 Pazar

Bana bunu neden yaptın Savaş?

.
Evin sessizliğine sokağın ani gürültüsü doldu birden. Sesler birbirine karışıyordu. Pencereyi açtım. “Mahalle kavgası” adlı oyun sahnedeydi. Başrollerde iki kişi, birinin elinde levye, diğerininkinde kan. Onları ayırmaya çalışan birkaç figüran. Belli ki biri anne, hangisinin elinden aldığını kestiremediğim bir bıçağı neresinden tutacağını şaşırmış, ağlıyordu sadece. Başroldekilerden biri, “Bana bunu neden yaptın Savaş?” dedi. Savaş cevap verdi, duymadım ne dediğini. Muhatabı, yaşadığı hayal kırıklığını aynı sorunun her kelimesine ince ince işleyip tekrar sordu. Savaş tekrar cevap verdi. Defalarca tekrarlandı bu. Ama Savaş ne söylerse söylesin, diğeri o soruyu sormaktan vazgeçmedi. “Bana bunu neden yaptın Savaş?” Yaklaşık 1 saat süren bu kavgada, o adam, Savaş’ın yakasından ellerini kimsenin koparmasına izin vermeden, bundan başka tek bir söz söylemedi.

O adam için üzülebilirdim. Hiç beklemediği bir yerden, beklemediği bir darbe aldığı belliydi. Ve Savaş’ın mahcubiyetine bakılırsa, esasen bunu hak etmediği de. Ama üzülmedim. Çünkü öfkesinin bir muhatabı, kavgasının bir yüzü ve düşmanının bir ismi vardı. Aldığı hiçbir cevap onu ikna etmeyecek olsa da, başına gelen her ne boksa artık, hesabını soracağı biri vardı. Onu kıskandım. Onun yanında ben, dolunaya doğru havlayan bir köpekten farksızdım.

Dışarı çıktım. Düşünmekten aklımı aşındıran o soruyu sormak için, ben de kendime bir Savaş bulacaktım.

Bir büfeye uğradım önce. Bir paket kısa Savaş box. Savaş’lardan birini çıkarıp intikam ateşiyle yaktım. İçim Savaş doldu. İçim çoktur Savaş doluydu.

Taksi durdurdum sonra. “Savaş’a çek abi.” Hangi yoldan gidelim? Savaş’a giden her yol mubahtır. Gittik. Savaş meydanında indim. Cebimdeki 19 Savaş’tan birini daha yakıp içime çektim. Bu gece bu Savaş’ı bitirecektim.

Savaş caddesi ana baba günü gibiydi yine. Görebildiğim her yüze ayrı ayrı baktım. Vitrinler yeni yıl Savaş’ı için özel olarak hazırlanmıştı. Milli Savaş biletçileri, yeni Savaş’ın herkese şans getirmesini dileyerek biletlerini satmaya çalışıyorlardı. Önlerinde umutlu kuyruklar. Benim umudum yok. Bana bunu neden yaptın Savaş?

Savaş’an kalabalığın içinden herkese çarpa çarpa yürüdüm. Mutlu görünen insanlara sataştım. Orospu çocukları! Biri de çıkıp bana vursun istedim. Adı Savaş olsun istedim. Elimi kana bulamak istedim. Annem o bıçağı benden almasın istedim. Artık ağlamasın istedim…

Haybeye.

Bir Savaş’a girdim. En kuytu köşede, sırtımı olası bir sikiş uğruna rüsva olan topluluğa çevirip üst üste 5 şişe Savaş içtim. Savaş orada değildi. Yanıma biri yanaştı. “Kolundaki dövme ne anlama geliyor?” dedi. Yüzüne baktım. Savaş o değildi. “Siktir git anlamına geliyor” dedim. Siktirdi gitti. Savaş gelmedi. Bana bunu neden yaptın Savaş?

Çıktım. Kanıma karışan Savaş’ın etkisiyle sendeleyerek yürümeye başladım. Artık herkes Savaş’tı ve kimse Savaş değildi. Savaş orada bir yerdeydi ve hiçbir yerde değildi. İçim Savaş meydanı gibiydi ama Savaş meydanda değildi. Aklım, damperli bir kamyondan dökülür gibi olduğu yere yığıldı. Savaş'ı arayacak, savaşacak halim kalmamıştı. Cinnetime fon niteliğinde bir yağmur başladı. Yüzümü gökyüzüne kaldırıp son gücümle bağırdım;

Bunu bana neden yaptın Savaş?
.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Anlatacaklarım var!

.
Da işte anlatasım yok pek. Bu ara ne yazmaya kalksam depresyon kokuyor. Güzel bir koku değil. Notaları bi acayip. Kokunun notasının olması da ayrıca acayip. Neyse işte, ortalığı pek kokutmamaya çalışıyorum.

Geçen şöylelemesine bir hastalanır gibi olunca doktora gittim. Tıbba inanmıyorum ama işten yırtmaya yarayan rapor diye bir gerçeklik var. Onu alayım dedim. Adam muayene edeyim dedi. Et dedim. Her zaman bu kadar itaatkar olmam. Ama itiraza halim kalmamış. Hep bu depresyon işte. Enivey. Doktor önce ağzımı açmamı istedi. Ağzımı açtığımda genelde konuşurum. Konuşmadan ağız açmak çok zor bir şeymiş. Çoğunuz sapıksınız. İpneler. Burada bir izah gereği duymadan geçiyorum, sapık olanlarınız anladı nasılsa.

Doktor ağzımdan sıkılınca boynuma geçti. Lenf bezi fetişisti miydi neydi bilmiyorum ama orada epey oyalandı. İşin uzaması beni biraz kıllandırdıysa da istikbalim söz konusu olduğu için hadise çıkarmadım. Akabinde, sırtımla baş başa geçirdiği dakikalarda da doktoru ve sırtımı rahatsız etmedim. Sonra iş ilerledi tabi. Göğsümü açmamı istedi bu. Hasta ve çaresizdim.. Off.. Çok utanıyorum peder.

Yanisi muayene adı altında gerçekleştirilen bu ön sevişmeden sonra emeklerimin karşılığı olan raporu alıp 3 gün evden çıkmadım. Ne diyorduk, depresyon.

Depresyon, gebertmek istediğim kelimeler listemde her zaman ilk 10 içindeki yerini korumuştur. Kullandığıma bakmayın, ironi yapıyorum orada, şuursuz musunuz lan! İroniyi anlamayan nesle aşina değiliz. Açıklanamayan fiziksel ve ruhsal tepkilere depresyon diyorlar. Sözlük anlamı bu değildir mutlaka da bu şekil bir şey işte karşılığı. Böylece açıklanmış oluyor. Her şey açıklanmalı çünkü. Ne sikime yarayacaksa.

3 gün evden çıkmadım. Sonra çıktım. İşe gittim. Çalıştım. Geldim. Uyudum. Uyandım. İşe gittim. Geldim... Arada bir şeyler yedim. Aile evine gittim. Bekledim. Beklememe kaldığım yerden devam ettim. Geldim. Uyudum. Uyand...

Böyle.
.

9 Aralık 2009 Çarşamba

Bekleme Salonu

Yayından kaldırıldı.

6 Aralık 2009 Pazar

Yazsam Çıldıracaktım!

.
Belki de Sait, Faik'i öldürmese çıldıracaktı. Belki öldürünce çıldırdı, çıldırınca yazdı. Bilemiyoruz. Esasen Habil'le Kabil arasında ne geçtiğini de bilemiyoruz. Yani belki de ilk taşı hiç günahı olmayan attı.. Bildiğimiz tek şey, hiçbir şey bilmediğimiz mi acaba? Bak bundan bile kuşkuluyuz. Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz bir bok olmadığı açık. Düşünüyoruz diye varolduğumuzu iddia etmek ise, şu çağda, en iyimser ifadeyle ahmaklık olur. Belki de o kapıdan, harbiden geometri bilmediğimiz için giremiyoruz. Belki o kapı artık orada değil. Belki o kapı yok. Kapıyla aramızda Platon'ik bir ilişki kurmanın lüzumu yok.

Not: Bu şekil konularda her türlü Aristo'cuyuz.

Ding dong. Elbette ki bakmıyoruz. Kapı meselesini birkaç cümle evvel halletmiştik.

Zırrr. Telefon sesi bu. Graham Bell'le bir husumetimiz yok. Bakalım.

-Alo götüm n'apıyosun?
-Hiiiiç.
-Bana nihilist nihilist konuşma lan gider borusu! Çaaat!!

Arzuhal: Hazır şiddetin yeri gelmişken, çok kişinin boğazına sığır bacağı sokmak yönündeki bastırılmaz isteğimi ilgilerinize arz ederim. Amin.

İçimdeki çaçaronla yağmur arasındaki paranormal ilişkiden daha önce bahsetmiştim. Yerinin gelmesine bir cümle kala "güherçile" demek istiyorum. Dedim. Arada bir cümleyi zayi ettim ama benim bol fosforlu okurlarım boşluğu tamamlamışlardır muhakkak. Bazen insanın bir cümleye dahi tahammülü olmuyor işte. "Güherçile" demesem çıldıracaktım. Bir an önce "güherçile"den bahsetmeliyim. Fonetik olarak bakarsak "güherçile" çok romantik bir kelimeymiş gibi tınlasa da bu bağını bostanını siktiğiminin rutubet mahsulü, aynı zamanda barut hammaddesi. Mağara ve kayaçlarda doğal olarak oluşabildiği gibi, laboratuar ortamında da geliştirelebilir. Mesela eroin de laboratuar ortamında 1874 yılında geliştirilmiştir ama ondan barut yapmıyoruz. Bi dakka!! Lan!! Yoksa? Tamam la heyecan yapmayın, burada sizi ilgilendiren bir aydınlanma yok. Geçelim. Ne demiştik, kayaç. Dünya'nın katı dış katmanı olan litosfer, kayaçlardan oluşmaktadır. Genel olarak kayaçlar üç tiptir. Bunlar püskürük, tortul ve başkalaşım ...
tr.wikipedia.org/wiki/Kayaç


Güherçileden sıkıldım. Tırnak içine almayacak kadar önemsiz bir kelime benim için artık. Geçici bir hevesmiş, kısmet.

Günün sözü: Cinayet, benim için bir ölüm-kalım meselesi.

Bu araya bir sürü şey yazasım var ama malum, çıldırmam mevzu bahis. Siktiredelim.

09.00 : İlaç saati. Verelim.
16.40 : Uçak saati. Bindirelim.

Ve işte esas mesele: Ben bütün bunların altından nasıl kalkıcam? Kabartma tozu pastayı nasıl böyle kabartır? Kullanılmayan organlar küçülüyorsa ağzım niye kocaman?

-Sizi daha iyi yiyebilmek için yavrum.

Sevgili amına koduğumunun okurlarına not: Depresyona kadar girdim, gelicem.
.

1 Aralık 2009 Salı

Sonradan Körlük

.
Gördüğün en son şeyin, gördüğün en son şey olması.
.

24 Kasım 2009 Salı

Yeri gelmişken yeniden: Think Different Örtmenim!


Bu benim ilk nefs-i müdaafa denemem, kusuruma bakmazsınız umarım örtmenim.
Ne güzel konuşuyorsunuz, ninni gibi...
Az biraz kıssa kesseniz de hissemizi alsak ya örtmenim.
Anlattıklarınızı yersem kilo alır mıyım örtmenim?
Nüfus kâğıdı suretim, sahiden aslı gibi midir örtmenim?
Yedi ceddimin kızlık soyadını ezberledim, işlerim kolaylaşır mı örtmenim?
Periyodik cetvel de cennetten mi çıkmıştır örtmenim?
Vurduğunuz yerde gül bitmiyor, mâlum küresel ısınma örtmenim.
Beni gözümün yaşına bakmadan biçtiniz,
eliniz değmişken hani bir de dikiverseniz diyorum örtmenim.
Bu şerefsiz müdür, müdür müdür örtmenim?
Boynuma Kolombiya Kravatı taksam yakışır mı örtmenim?
Beri beri hastalığını her duyduğumda halay çekmek istemem beni ruh hastası mı yapar örtmenim?
Sirke sineğinde 8 kromozom olduğunu bilmem ne işime yarayacak örtmenim?
Çarpım tablosuna başlarken besmele çekmezsek çarpılır mıyız örtmenim?
Elde var bir’i eve götürebilir miyim örtmenim?
Bir gün bir gün bir çocuk, eve de gelip kimseyi bulamadığı günden sonra hapçı oldu örtmenim.
“Alem göt olmuş”, “Batsın bu dünya”, “Sen de mi Leyla?” gibi fişler daha kullanışlı olmaz mı örtmenim?
Zira Ömer mısır yemeyecek, Ali de artık gelmeyecekmiş örtmenim.
Bizi yoklayacağınıza kendinizi bi yoklasanız ya örtmenim.
Bezirgân başı kapıyı açmıyor örtmenim.
Ali Baba’nın bir çiftliği, 2 alışverişi merkezi, İstanbul’un göbeğinde 3 katlı otoparkı, 23 apartman dairesi ve antika araba koleksiyonu var artık örtmenim.
Sesimizi yer gök su dinlemiyor, sert adımlarla hiçbir yer inlemiyor örtmenim.
Tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar kalasa dönüyor yurdumda örtmenim.
Kolaysa gel sen burda derdi unut, orman ne güzel ne güzel di mi örtmenim.
Bana mutluluğun resmini satırlardan taşırmadan çizebilir misiniz örtmenim?
Şu yıldızı kızıla boyasam suç olur mu örtmenim?
Ortasından delip boynuma astığım kokulu silgimle dünyadaki bokluğu silebilir miyim örtmenim?
Size İzafiyet Teorisini anlatsam, elmamı kimyasal kullanmadan kırmızıya boyayabilir misiniz örtmenim?
Çekirdeğimi çitlediniz, sitoplazmam işinize yarar mı örtmenim?
Yıllar sonra sınıf arkadaşlarıma feysbuktan poke göndereceğime and içerim örtmenim.
Karşıdan karşıya geçerken önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola derken milletçek nereye bakacağımızı şaşırdık örtmenim.
Milletvekillerini vergi numaralarından arıyorum, telesekreter çıkıyor örtmenim.
Yerli malı haftasında politikacı getirsek afiyet olur mu örtmenim?

Korkuyorum sönecek bu şafak
Larda yüzen al sancak örtmenim!
Türküm-doğruyum-çalışkanım
Görmedim-duymadım-bilmiyorum örtmenim.
Küçüklerimi korudum, büyüklerimi saydım,
Şimdi izninizle size sövebilir miyim örtmenim?

Sabahçı, öğlenci bizi kesmedi.
Top yekûn akşamcı olsak ya örtmenim.

Belki de bu dünya, başka bir gezegenin cehennemidir
di mi di mi di mi örtmenim?

Kaldırdığım parmaklar götünüze uydu mu örtmenim?

Manî oluyor hâlimi tasvire hicabım
Yeni nesil sizin esiriniz oldu
memnun musunuz örtmenim?

Şimdi akıllı olduk, sınıfları doldurduk.

Çok kötü kakam geldi, çıkabilir miyim örtmenim?
.
.

15 Kasım 2009 Pazar

Oto-büs!

.
“Kızım kayar mısın?” dedi.

Gömüldüğüm romanın arasında hangi gezegende yaşadığımı bile unutmuşken böyle bir soruyu anlamlandırmam güç oldu. “Kaymam” dedim. Adam belli ki bu cevabı beklemiyordu. “Şunu uzatır mısınız?”dan sonraki en normal toplu taşıma repliği olan bu soru, çoğu zaman bir cevap bile gerektirmeden söylenene riayet etmekle noktalanırdı. İtirazıma bir gerekçe göstermeliydim. “Ben daha önce inicem” dedim. Böylece, adamın nerede ineceğini bilmememe rağmen iddialı tavrım sayesinde oturduğum koltuğu hak etmiş oldum. Aslında koltukla duygusal bir bağım yoktu, sadece adamın onca boş yer varken yanıma oturmak istemesine uyuz olmuştum.

Parmak uçlarına basarak yürüyünce uzayda daha az yer kaplandığına dair yaygın inanışın temsili sofistike hareketlerle yan tarafıma geçen bu adam bir amcaydı ve götü koltuğa kavuşur kavuşmaz bana dönüp bir şeyler anlatmaya başladı. “Her türlü iletişime kapalıyım” mesajı vermek için elimde tuttuğum kalkan niteliğindeki kitap, amcanın hiç sikinde değildi. Kısa bir girizgahtan sonra, “Alacaklılarımdan alacaklarımı alabilsem alacaklarımı alıcam ama alamıyorum ki” gibisinden bir cümle kurdu. Daha önce “almak” kökünden türetilen bu kadar çok kelimeyle aynı cümle içinde karşılaşmamıştım. Bunların “almak” kökünden geldiğine de emin değildim. Belki de amca böyle bir cümleyi hiç kurmamıştı. Ama kesin olan bir şey vardı, o da amcanın dertli olduğuydu.

Kısa bir süre önce, kendim üzerinde yapılan deneylerin de etkisiyle dert paratoneri olduğumu keşfetmiştim. Etrafımdaki insanlar, tanıdık olsun olmasın, çenelerini açar açmaz bütün sıkıntılarını üzerime boca ediyor ve her şeyi düzeltecek cümleler kurmamı bekliyorlardı. Elimde bir sihirli değnek tuttuğum izlenimini nasıl oluşturduğumu bilmiyordum. O dertleri topraklayacak bir mekanizmaya sahip değildim. Ve Allah biliyor ya, bir değneğim olsa o değneği alır…… Neyse.

Amca, her yeni durakta paragraf başı yapıp başka bir alacaklısından bahsediyordu. Yol uzadıkça dolandırılma miktarı ve dolayısıyla dert artıyor, çare azalıyordu. Ben, nereye varacağını bilmediğim bu grafikteki koordinat düzlemiydim. X’ler ve Y’ler, ellerini kollarını sallaya sallaya yanımdan geçerken amcanın yüz ifadesi daha da dokunaklı bir hal alıyor, bu sebeple de inanmayacaksınız ama içim kıyılıyordu. Yaşlı ve çaresiz insanlara karşı oldum olası bir zaafım vardı.

Ben amcacığımın anlattıklarına “hı-hı”, “tabi”, “hayat..” gibi gayet sikko tepkiler verirken amca birden Keynes’in tüketim teorisinden bahsetmeye başladı. Onca anlatılandan sonra kafamdaki vantilatör kayışının* yandığına karar verip hayal gördüğümü sandım. Çünkü kullandığı terimler bir amca için fazla bilimseldi. Ama amcam konuşmasını makro ve mikro iktisat politikalarıyla taçlandırıp Say Kanunu’yla iyi bir orta yaptıktan sonra Kardinal Fayda ile topu ağlara gönderince “nasıl bir senaryonun ortasına düştüm lan” diye endişelenmeye başladım. Az önceki dertli amca gitmiş, yerine adeta bir ekonomi gurusu gelmişti. Bu arada civardaki birkaç yolcu sık sık bize bakıp aralarında fısıldaşıyorlardı. Amca, onlara da acayip görünüyor olmalıydı. Neyse ki birkaç durak sonra tüm bu saçmalıktan kurtulacaktım.

“Kızım kayar mısın?” dedi.

Otobüse yeni binmiş bir teyzeydi bu. Bana diyor olamazdı. Arkama baktım. Arkama da diyor olamazdı çünkü oradaki koltuklar da doluydu. Kadın bakışlarını üstüme saplayıp “kaysana oturucam!” diye sert yaptı. Aklım yerinden çıkmak üzereydi. Yanımda bir amca olduğunu görmüyor muydu? Yoksa görmüyor muydu? Lan yoksa yanımda kimse yok muydu!!! İçimden olduğunu sandığım ama dışıma da taştığını anladığım koca bir “hassiktiiir” çektim. Demek kaderde şizoya bağlamak da vardı.

Anladığım kadarıyla asabi teyzenin yakını olan başka bir teyze kadının koluna girip onu başka bir yere oturttu ama benim için onların rolü bitmişti zaten. Ben yanımdaki amcaya dehşetengiz gözlerle bakıyor ve onun yokluğuna kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Onca boş yer varken yanıma oturmasından işi uyanmasam da iktisat miktisat işlerine girince onun gerçek olmadığını anlamalıydım. İyi de hayal arkadaşım niye bir amcaydı ve nasıl bu kadar bilmediğim şeylerden bahsedebiliyordu ve yani aslında ben bunları nerden biliyordum? Bekleme salonu televizyonlarında açık kalan ekonomi kanallarından fark etmeden mi öğrenmiştim bunları acaba? Ne biçim amına koduğumunun bilinçaltıydı lan bu!

Yeni akıl hastalığımı hazmetmem kolay olmayacaktı ve ben artık bir an önce evime varmak istiyordum. İnmem gerekenden bir durak evvel kalktım ve kapıya yöneldim. Belki biraz yürümek bana iyi gelirdi. Böylelikle durumu daha iyi değerlendirebilirdim. Amcam arkamdan “memnun oldum kızım” diye seslendi. Dışımdan bir cevap vererek fısıldaşanlara kendimi daha fazla rezil etmek istemedim ama içimden “seni bulacağm olum” dedim.

Tam kapıdan inerken asabi teyzenin yakını olan teyze omzumdan tutup “kusura bakma evladım, ablamın sinirleri bozuk bu ara, bazen böyle saçmalıyor işte, o yanınızdaki adama da çok ayıp oldu ama hoş görün artık” diyerek özürler diledi.


Uzunca bir süre toplu taşıma araçlarına binmemeye karar verdim.
.
.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Âsâb-ı Mesel!

.
Bir gün bir cinayet işleyeceksem bunun yağmurlu bir havada gerçekleşeceğine emindim artık. Önümüzdeki 3 yıl boyunca, yanımda kuraklıktan bahsetmeye kalkanların ağzının tam ortasına bi tane geçirecek kadar çok rutubetli anıya sahiptim. Üstelik ihmalkârdım. İhmalkârlığımın konuyla ilgisi ise hala açtırmadığım doğalgaz aboneliğiydi. Doğalgaza, abonesi olacak derecede fanatik duygular beslemiyordum. Ancak sürekli beni takip ederek her akşam evime gelen donmuş götüm benimle aynı fikirde değildi ve karnıma gönderdiği sinyallere bakılacak olursa, tuvalette sürrealist çalışmalara imza atmam an meselesiydi.

İgdaş’a gidip bu meseleyi halletmek üzere işten erken çıktım ve iç organlarıma kadar ıslandıktan sonra bir taksi buldum. Hedefi söylediğimde şoförün suratı asıldı. Belli ki onu tatmin edecek bir mesafe değildi. Böyle havalarda, “Trablusgarp’a çek abi” deseniz bile memnun olmazdı bu ipneler. İçimde yağmur suyuyla beslediğim bir çaçaron olduğundan habersiz şoför, agresif vites hareketleriyle kendince trip atıyor ve aklınca bana bir ders veriyordu. Tam o tuttuğu vites koluna uygun gördüğüm yerlerini seviyeli bir şekilde izah etmeye hazırlandığım esnada bir arkadaşım aradı ve bana, taze ayrıldığı sevgilisiyle yaşadığı tüm hatıralarını depolayabileceği bir harddisk muamelesi yapmaya başladı. Öyle ki o anda ölsem, aşk hayatları bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçecek kadar duruma vakıf olmuştum.

Ben, tüm tahammülsüzlüğüme rağmen kırmak istemediğim arkadaşımı dinlerken, alçak şoför el-kol hareketleriyle trafiği bahane ettiğini belli ederek dandik bir sokağa saptı. Anladığım kadarıyla o sokak ebesinin amına çıkıyordu zira daha önce buraları hiç görmemiştim. Bir İstanbul klasiği olan taksici kazıklamasına maruz kalıyor ancak kulağıma tümör tohumları eken arkadaşımın 4 çekerli çenesinden fırsat bulup duruma müdahale edemiyordum. Çaresiz, telefon konuşmamın bitmesini bekleyecektim. Ama bu sefer bir değişiklik yapıp herifle kavga etmek yerine, inerken, didaktik öğeleri ağır basan bir konuşma yapmaya karar verdim.

Bitmedi. Taksi şoförüne, 4 kişilik bir ailenin bir haftalık mutfak masrafını karşılayacak meblağı paşa paşa teslim ederken de, İgdaş’ın kapısından girerken de o konuşma bitmedi. Neyse ki şarjım bitti. Bu sayede içime girdiğinden beri ayakta bekleyen sinirime oturacak bir yer gösterdim. Biraz zaman ikimize de iyi gelecekti.

Abonelik işlemlerinin yapıldığı kata çıkarken, kendimi sinirleri alınmış bir dana eti kadar pelte ve löpçük hissediyordum. Hatta sıra numarası alırken manasızca gülümsedim bile. Galiba aşırı yüklenmeden kafam güzel olmuştu. Ama o gülümseme, makineden çıkan kağıttaki rakamla yukarıdaki tabeladaki rakam arasındaki farkın 93 olduğunu idrak edene kadar sürdü. Tanrı benden hatırı sayılır bir cinnet geçirmemi bekliyor olmalıydı.

İnanmayacaksınız, bekledim. Benden önceki tam 92 kişinin işlerini halledip kelebekler gibi süzülerek çıkmalarını bekledim. Birazdan ben de onlardan biri olacaktım. Bu sabır imtihanını atlamama ramak kalmıştı. Çok az kalmıştı. Başarmak üzereydim… İşte tam o anda, memurlardan biri mesai saatlerinin dolduğuna dair açıklama cümlesini bitirmeden yerimden fırladığım gibi…

O arayı hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde bir memurun karşısında oturmuş evraklarımı uzatıyordum. Adamın bana karşı gösterdiği endişeli ve muazzam ilgi, az önce içimdeki Hayko Cepkin’i serbest bıraktığıma işaretti. Belki tam da bu yüzden, hiç de gönlüm olmayan bu aboneliğe ödemem gereken paranın 246 TL olduğunu söylemesi için başka bir memurun yardımına ihtiyaç duydu. “Oooohaaa”ydı. Gün yüzü görmemiş küfürlerimi adamların yüzüne yüzüne höykürmemek için hışımla evraklarımı alıp çıktım. Yeteri kadar olay çıkarmıştım.

Binanın önünde çeşit çeşit taksi vardı ancak malum filmdeki hali ve dane dane benleriyle Robert De Niro yanaşıp “götürelim apla” dese bile taksiye binmem söz konusu değildi.

İnsanın yağmur yağarken verdiği refleks bellidir. Ya koşarsın, ya şemsiye açarsın, ya da bir saçak altına saklanırsın filan. Ben yürüdüm. Aheste aheste yürüdüm. Sonsuz bir umursamazlıkla yürüdüm. Çünkü artık daha fazla sinirlenemeyecek kadar sinirli, bir damla daha ıslanamayacak kadar ıslaktım.
.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Paranoyak olmam, herhangi bir anlama gelmez!

.
İçerde bir adam vardı ve ben bunu farkettiğimden beri yerimden kımıldayamıyordum. Bozuk pencere kilidini tamir etmeye bir türlü gelemeyen ustaya küfür etmekle başımdaki bu beladan kurtulmam mümkün değildi. Niyeti sadece hırsızlık bile olsa onunla karşılaştığım anda mutlaka bir delilik yapacaktı. Ki bu, en iyimser tahmindi. Mahalleli, daha yeni taşınmış olmama rağmen yalnız yaşayan, kendi halinde biri olduğumu biliyordu. Bu ecdadını siktiğim de herhalde eve girmeden önce bir zemin etüdü yapmıştırdı. Demek ki pis bir sapıktı bu. Irzıma, iffetime halel getirmek için eve girmişti. Bu arada halel de ne acayip kelimeydi lan. Daha önce hiç böyle düşünmemiştim. Ancak şimdi kelime çağrıştırmakla kaybedecek zamanım yoktu. Acil bir çıkar yol bulmalıydım. İçerdeki hayvan, burnuna dayadığı donlarımla töbe yarabbim şeylerini kurcalaya kurcalaya yanıma gelip beni tenhalara kıstırmadan önce, zekice bir plan yapıp kaçmalı ve hatta adamı kıskıvrak yakalatmalıydım. Ama bu hikayeden sıkıldım ve bugün bir arkadaşım sayesinde gördüğüm yeni bir imaja bürünmüş İzzet Yıldızhan korkunçluğunda tasarladığım bu karakteri, kafamın içindeki başka bir öykünün senaryosunu ezberlemesi için, yine kafamın içindeki figüranlar kahvesine gönderdim. Çaylar bendendi.
.

14 Ekim 2009 Çarşamba

Her ses haddini bilecek!

.
İçimden bir ses yazmam gerektiğini, yazmak için bundan ideal zaman bulamayacağımı, boş boş oturmakla bir yere varamayacağımı söylüyordu. Hiç kulak asmayıp yeni bağlattığım kablo tv kanalları arasında matematiksel bir döngü kurarak hareket etmeye devam ettim. Sıkıntıdan uydurduğum bir oyundu bu. Randomize seçtiğim kanallardan birindeki son cümleyi, bir diğerindeki ilk cümleye bağlayarak, dünyanın en lüzumsuz ve saçma kolajını yapıyordum. Beynim bir bok yiyordu ama ben henüz bunun nedenleri ve sonuçları üzerinde düşünme zahmetine girmiyordum. Yoksa yalnız yaşamak öyle çok süper şahane bir şey değil miydi lan? Göz göre göre delirecek miydim? Tanrı aşkına dostum bu harika olurdu. Ama yok, delirecek adam bunları düşünmez, öpecek olan yanak koordinatları istemezdi. Bunlar hep bilimsel gerçeklerdi. İçimdeki ses, "siktirtme lan biliminin yollarını, otur yaz işte" diye sert yaptı. "Hey dostum sakin ol" dedim. Oldu. Nihayetinde ikna kabiliyeti kuvvetli biriydim. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır sözündeki pornografik çağrışımı ilk kez farketmem de aşağı yukarı aynı ana denk geldi. Ohaydı. Kimi atalarımız gerçekten çok sapıktı lan. "Böyle bir kavme edebiyat yapmak istemiyorum" şeklinde bir artizlik yaptım. İçimdeki ses, alaycı Suzan Avcı kahkahaları atarak beni aşağıladı. Porselen dişlerinin arasından "Sen kim edebiyat yapmak kim lan zaten dingil!" demesi beni biraz demoralize ettiyse de hanfendiliğime bok sürmeyerek kendisini ciddiyete davet ettim. Gelmedi. İkna kabiliyetim de bir yere kadardı. Bu arada içimdeki sesin dişlerinin olmasını neye yoracağımı bilmiyordum. Çok korkunçtu. Bir çıkış yolu bulmalı, kendisini yerin dibine, itin götüne ve başka bir takım deliklere sokmalı, o dişleri eline vermeliydim. Lanet olsun dostum çok sinirlenmiştim. Hemen, yeni yazmaya başladığım polisiye romanımın ilk iki satırını gösterdim. Bunu göstererek ona gününü de göstermeyi planlamıştım. İçimdeki sesi "göstermek" parantezine alıp bir süre çenesini kapamak ve kolaj oyunuma devam etmek istiyordum. Ama o bunun yerine şu anda dilimin ucuna kadar gelip de ismini hatırlayamadığım başka bir Yeşilçam kötü kadını kahkahası koyvermeyi seçti. Buradan çıkarabileceğim tek bir sonuç vardı: Demek ki içimdeki ses bir kadına aitti. Vay anasınıydı. Şimdi taşlar yerine oturuyordu işte. Hayatım boyunca bu gizi çözmeye çalışmış, ancak hep yanlış yerlerde dolaşmıştım. Demek... Ya saçmalamayın. Ciddi ciddi sırrın burada olduğunu düşünüyorsunuz siz de ulan sayın okurlar, pes yani. Bunda şaşılacak ne var! Ben kadın bir insan olduğuma göre içimde bir Murtaza abi besleyecek değilim herhalde. Tamam sesim biraz borusan olabilir ama o kadar da değil yani. Bak yine konudan uzaklaştırdınız beni, girmesenize lan araya!

Devam edelim. İçimdeki ses polisiye romanımın ilk ve son iki satırını gördükten sonra abdesti bozulana kadar güldü. Hassiktir. İçimdeki ses dininde imanında porselen dişli bir kötü kadına dönüşmüştü. Ne acayip bir bileşimdi lan bu? "Siktiminin heterojeni, ne gülüyosun lan!" diye asabi bir çıkış yaptım. Asabi çıkışlarda üstüme tanımazdım zaten. Üniversitedeyken komikçi arkadaşlarım, bir yılbaşı müsameresinde, sikko sikko boyadıkları bir Pringles kutusunu "yılın en iyi asabi çıkışı" ödülü olarak bana layık görmüşlerdi. Hayattaki en muazzam başarımın bu olması biraz acıklı tabi.. Neyse neyse. İçimdeki ses akıllı olsundu lağğğn!! Süper bir roman yazmıştım işte. En taşaklı yayınevlerinden biri bu yapıtımı sarsıcı, olağanüstü ve son derece eleştirel ve hatta ironik bulacak, ilk sayfada ilk cümlem, son sayfada son cümlem olacak şekilde dizgiye verecek ve ülkenin hatırı sayılır entellerinden birine arka kapak yazdıracaktı. Kurgu muhteşemdi. Başını ve sonunu tayinden aciz olduğumuz ömrümüzün boşluklarını nasıl kendimiz dolduruyorsak, romanın boşluklarını da okuyucu dolduracaktı. Ve bu boşluğu doldurdukları için artık onlar da birer yazar olacaktı. Vatanımı milletimi de düşünüyordum yani. Gül gibi istihdam alanı yaratacak, muasır medeniyetler seviyesine kombine bilet ayarlayacaktım. Kurduğum bu algoritmayı anlatırken içimdeki sesin gülmekten gözlerinden yaş gelmesi bile beni bu haklı mücadelemden vazgeçirmeye yetmedi. Ama osurması yetti. Osurdu lan. Resmen gülerken osurdu. Bu kadarına katlanamazdım artık. Kendisine; görgü kuralları, benim için küçük ama insanlık için büyük adımlar, Aynştayn için "okumaz bu çocuk, gidin buna mahalleden bir karı bulup evlendirin" diyen öğretmen, Timuçin Esen'in maruz kaldığı magazin terörü ve küçük baş hayvanları kızıştırma zamanı hakkında, Ezel'deki Tuncel Kurtiz nasihatleri tadında bir nutuk çektim. Çok duygulandı. Elimi ayağımı öpmeye kalktı ama yüz vermedim. Aklını başına toplaması için onu bir süreliğine 12 parmak bağırsağıma hücre hapsine gönderdim.

Sonra bir sessizlik oldu. Kablo tv kanalları arasında fink atmaya devam ettim.
.

8 Ekim 2009 Perşembe

Kabarabilirsin Kel Fatma!

.
Buna inan! İnanmak başarmanın yarısıdır. İstersen her şeyi yapabilecek güç var sende. Mutluluğu uzaklarda arama. Mutluluk kanatlarında.
Öncelikle kendini sevmeyi öğrenmelisin. Sabah uyandığında aynaya bakıp gülümse mesela. Kendine kocaman bir günaydın de. Sonra bahçeye çık ve doğayı selamla. Yaydığın pozitif enerji mutlaka sana geri dönecektir. Hayatını güzelleştirmeye önce kendinden, sonra da kümesinden başla. Elbette yürüdüğün bu kutlu yolda seni yıldırmaya çalışanlar, annen güzel sen çirkin diyenler çıkacaktır. Ama sakın pes etme!! Zira kabarabilirsin Kel Fatma!

Şimdi bak canım okur. Ben bu kişisel gelişim siki işlerine gerçekten çok uyuz oluyorum. Bunları okuyup da bir reçeteymiş gibicesine uygulayan insanlardan itinayla tiksiniyorum. Kendisini sevenlere katlanamıyorum. İnsan olan kendisini sever mi lan! Tamam, atsan atılmaz satsan satılmaz bi şeydir sonuçta insanın kendisi. Çiğ sütü de dayamış analarımız ağzımıza. Ama birlikte yaşamaya alışırsın en fazla, ötesi yok. Kötü bir evlilik gibi düşün. Karşıma bunlarla çıkma, okur mokur demem ağzını burnunu kırarım. Tersim pistir.

Yaa bak hemen suratını astı orda biri. Yok lan yok sana demedim. Kullanılmayan organlar küçülür tezinin ispatı bi takım arkadaşlarım var da ondan dellendim.

Neyse şeyapmiyim daha fazla. Dediklerimi unutmayın. Öpüyorum nöronlarınızı. Canlarım.

Laaağn!
.

6 Ekim 2009 Salı

Münferit Telkin!

.
Koşma. Dur. Sakin ol!

Kaçan bir şey yok. Başka bir hayat yok. Maruz kalacaksın. Taarruzun sonu yok.

Sokaklara çık. Çocukların yüzüne bak. Yaşlıların yüzüne bak. Onlardan büyük milli eğitim bakanlığı yok.

Önemseme. Unutmaman gereken çok az şey var. Geçmiş geçti. Bugün geçiyor. Yarın geçecek. Zamanın sonu yok.

Dahil olma. Üstünde durma. Çok soru sorma. Sorularının cevabı yok.

Kimseye kızma. Kimseyi üzme. Kimseye değme. İki kişinin sığacağı herhangi bir ömür yok.

Acziyetini bil. Kendini bil. Haddini bil. Bilmekten usanma. Oku. Sayfalara sıkışma. Ağacı oku. Toprağı oku. Suya bak. Göğe bak. Dinle. Anla. Dur.

Koşma. Dur. Sakin ol!

O taş ordaysa ordadır. Değiştirecek kudretin yok. Elinden gelen bir şey yok. Hiçbir dilde izahı yok.

Mütevazı olma. Ukalalık yapma. Herkes kadarsın. Değişik bir şey yok. Mertebe atlamanın gereği yok. Mesela şimdi, dünyanın herhangi bir yerinde ölen herhangi bir osuruk böceği için farkeden bir şey yok.

Rabıta sadece akıl ve yürek arasında. Başka yollar aramanın lüzumu yok.

Koşma. Dur. Sakin ol. Sakin ol. Sakin ol...
.

26 Eylül 2009 Cumartesi

Faili Muhalif!

Bu "BSSAH" şeklindeki dandik büyük harf dizilimi, "bireysel silahlanma ve savunma hakkı" gibi bir denyoluğun kısaltmasıymış. Ben amblemin üstüne çarpı atan tarafta olmayı tercih edenlerdenim. Bunun birkaç nedeni var: Malum önce görsellik geliyor artık. Bu açıdan bakınca, Amerikan polis rozetleri ve Western film afişleri kırması bu amblemin çok özenti ve özensizce hazırlanmış olduğunu düşünüyorum. Alt metindeki göndermenin gönderildiği kıtaya zaten itinayla ifrit oluyorum. Ayrıca mevzunun içinde bir tabanca varken "vurucu" bir sloganlarının olmamasını da bu oluşumun içindeki herkesin beyinsizliğine bağlamakta güçlük çekmedim. Kafası çalışmayan adamlarla ne işim olur lan benim! Buradan da yakalayamadılar beni. Ve son olarak bireysel silahlanmaya tevellüdümden beri karşıyım. Bence toplu halde silahlanalım. Ahuahaha. Şaka lan. Rahmetli Çehov'a nazire yaptım. Filmin bir sahnesinde silahı gösteriyorsan o silah mutlaka patlar arkadaş! İşte bu benim patladığım andır.

Bitirirken, bu elemanların bireysel mermilerine çizdiğim bir yol haritasını yayınlamak isterdim ama Paint'te yarattığım sanat eserlerini görmeye toplum henüz hazır değil. Şey diye düşünün işte, ateşlenen mermi, estetik bir manevrayla tabancayı tutan elin sahibinin göt nahiyesine doğru gidiyor. Güzergah bu.

Öpüyorum mıncırıklarınızı. Canlarım. Lağğğğn!
.

21 Eylül 2009 Pazartesi

Gölge 2 Buçuk

.
Erken kalkmalıydı. Niye erken kalkması gerektiğini hatırlayamıyordu ama erken kalkması gerektiğini biliyordu bir biçimde. Saat kaçtı? Koluna baktı. Birkaç gün önce bir sinir şenliği esnasında kırdığı saatinin boşluğunu gördü kolunda. Umursamadı. Zaman mühim değildi. Yattığı yerden doğruldu. Bir bardak su içti. Bir sigara yaktı. Hiçbir şey düşünmüyordu. Boş boş odaya baktı biraz. Sigarasını söndürdü. Üstüne bir şeyler giydi. Bahçeye çıktı. Bir bağ makası ve bir çapa, arkadaki kulubenin hemen yanındaydı . Onları aldı. Bahçedeki her çiçekten birer kök çıkardı. Birkaç da ağaç fidanı... Malzemelerini bir kovanın içine doldurdu. Çapa kovaya sığmadı, onu eline aldı.

Yürümeye başladı. Yolda ne bir insan, ne bir ağaç, ne bir ev, ne bir araç.. Görmedi. Onun için sadece yol vardı. Ve nasılsa her hâlükârda onu durduracaktı. Yürüdü. Hiçbir ses duymadı yol boyu. Yürüdü. Ayağı bir toprak yükseltiye çarpınca durdu. Durması gereken yer burası olmalıydı. Kovasını yere bıraktı. Hırkasını çıkarıp işe koyuldu. Çapayı ilk kaldırışında, karşıdaki ağacın dibinde oturan çocukla göz göze geldi. Çocuk aceleyle gözlerini çevirdi. Bundan rahatsızlık duydu. Çapayı toprağa vurdu. Şu meyve vermeyen ağaçların isimlerini hep karıştırıyordu. Bi tanesini tam da buraya dikmeliydi. Acaba bu mevsimde dikse tutar mıydı? Bilmiyordu. Tutsun istedi.

Sonra yan tarafa geçti. Bunlar nergisti. Şu köşe iyiydi. Tam istediği yere dikti. Bu onu gülümsetmişti. Düşünmeden çocuğun olduğu tarafa doğru baktı. Çocuk, sıkıca kapadığı avuçlarına öfkeyle bakıyor ve kımıldamıyordu. Tedirgin oldu. Görmezden gelmeye çalışarak zambaklar için toprağı eşelemeye başladı. Bir solucan çıktı. Solucandan korkar mıydı? Hatırlayamadı. Korkmamaya karar verdi. Devam etti. Zambaklar biraz hırpalanmıştı. Onların tutmama ihtimalini düşündü. Bundan korkmaya karar verdi.

Yine ismini ezberleyemeyip de kendince "lamba çiçeği" adını taktığı fidelere geldi sıra. Bunlar sarı açardı. Şöyle her yere serpiştirse güzel görünür diye düşündü. Elleri çamur içindeydi. Ayak sesleri duydu. Çocuğun olduğu tarafa doğru baktı hemen. Hâlâ ağacın dibindeydi. Onun orada olmasından garip bir mutluluk duydu.

Filbahri çiçeğini düşündü. Kelimenin tonlaması masal gibiydi. Ama ilkokulda şişman olduğu için kendisine fil lâkâbı takılan bir Bahri'ye ait olduğu da düşünülebilirdi. Bu düşünce onu çok eğlendirdi. Güller ve akşam sefaları da o köşeye çok yakışmıştı. Bir övgü bakışı alabilmek umuduyla çocuğun olduğu yöne baktı. Sırtını dönmüştü çocuk. Başına kapişonunu geçirdiğine göre hava soğumuş olmalıydı. Hırkasını giydi tekrar. Son çiçekleri dikmeye hazırlanıyordu ki yağmur başladı. Yağmuru sevmediğini hatırladı. Ama üstünde durmadı.

Hava kararmaya başlamış, kovada hiç çiçek kalmamıştı. Sırılsıklamdı. İlerideki çeşmeden kovaya su doldurdu. Bu "can suyu"ydu. 'Yağmur bunun yerine geçmez, hem o dua etmeyi de bilmez.. ' Bu sözü kim söylemişti? Hem sahi kendisi bilir miydi dua etmeyi? Hatırlayamadı. Her damlayı sadece "Amin" diyerek döktü toprağa. Bazen bu en güzel duaydı...

Tekrar duydu ayak seslerini. Ve sonra bir ses;

-Kızım, kim yatıyor orada?

Yaşlı bir kadındı. Yüzünde asılı kalmış yaşları gördü önce. Elinde şömiz ciltli, altın varaklı bir kitap vardı. Kitabı tanıdı. Bu Kitab-ı Azam'dı.. Kadın seslendi tekrar;

-Yavrum, neyin oluyor?

-Kim teyze?

-O çiçek diktiğin mezardaki işte...

Kadının gösterdiği yere baktı. Ektiği çiçeklere baktı. Servi ağacına baktı. Uzun uzun baktı. Sanki her şey az önce olmuş gibi baktı. Ve dudaklarından cılız bir kelime döküldü..

-Babam.

"Başın sağolsun" dedi kadın. Başını yokladı. Başı sağdı.

Karşıdaki ağacın dibinde oturan çocuk ayağa kalktı. Avuçlarından birkaç bayram şekeri döküldü. Mezarların arasında gözden kayboldu.
.

8 Eylül 2009 Salı

Aleni İntihal

.
"Hiçbir işe yaramam ben. Bunun için de sağ kalmama müsaade ediliyor herhalde. Ben işe yaramasını bilmem. Ben, insanın karşısında oturmasını bilirim. Bazen anlayışlı bir görünüşle susmasını bilirim. Bir şeyler yapmak gerektiğini hissettiğim zamanlarda, bir şeyler yapıyormuş gibi yapmasını bilirim. Mevzu ne olursa olsun sonunda kendimden bahsetmeden kendimi methetmesini bilirim. İyi ve güzel insanlar, kendileri ve başkaları için hayatlarının bir manası olan insanlar ölürken sağ kalmasını bilirim. Ve bütün bunları başkalarından biraz daha iyi ifade etmesini bilirim. Şimdi yaptığım gibi…."

Alıntı işini sevmiyorum ama bu burada dursun her daim çünkü mühim. Nereden alıntı olduğunu bulmak da sizin işiniz olsun zira ben buradayım, sen neredesin sevgili okur?
.

7 Eylül 2009 Pazartesi

Gölge II

.
Son kez evde olup olmadığımı kontrol ettim.
Evdeydim.
Arkamdan sessizce kapıyı çektim.
İçime 2 litre bol mineralli su serptim.
Koridorda ilerledim. Dile gittim. Dilsiz geldim.
“Çürümenin Kitabı”ndaki çürük portakallar gibiydim.
Portakal ağacını kökünden kestim!

Sonra bir kat içeri çıktım.
Hayat denilen kısır inekten umut sağdım.
Kızarmaya yüz tutmuş yapraklarımdan sarma sardım.
Ucuz numaraların hepsine inanıyormuş gibi yaptım.
Şahidinden satılık birkaç cinayet aldım. Hiçbirini kullanmadım!
1. dereceden hasta yanığıydım.
Ateşi düştüğü yerden kaldıramadım.

“Gecenin Sonuna Yolculuk”taydım.
Eski sevgilime uğradım. Yüzüne şöyle bir baktım.
Vay anasını lan! Ben unutulacak kadın mıydım!
Ömrümün 6 yılını bir kayık tabağa doğrayıp sinirle çıktım. Kaldırıma bi tekme attım.
Ayakkabımın birini olay mahallinde bıraktım.
Diğerinin derisini Türk Hava Kurumuna bağışladım.
Artık yalınayaktım.
Ve ben de bundan sonra hatırı sayılır bir alçak olacaktım!

Piedra ırmağının kıyısında oturdum. Ağlamadım.
Olan biten her şey için tek kişilik törenle hayıflandım.

Bir tepeye çıktım. Sigaramı yakıp dünyaya baktım.
Uçakları izledim. Otobüsleri izledim. Gemileri izledim.
Gidenleri izledim…
Dönenleri görmedim!
Kendimi izledim.
Yaşadıklarımdan öğrendiğim her şeye lanet ettim.
Mutluluğun resminin içine sızmaya çalışan tecrübesiz bir mülteciydim.
Beceremedim.

Yine başladığım noktadaydım. Işıkları yaktım. Kapıyı çaldım. Tam karşımdaydım.
Beni gördüğüme sevinmedim.
Bir şey söylemesine izin vermedim.
Aklımdaki metal soğukluğunu elimde de hissettim.
Kararımı vermiştim.

“Çok şey gördüm, beni yüzüstü gömün!” dedim.

Tetiği çektim.



Kanepedeydim.
Kalbime boncuklu bir kılıf işledim.
.

(Meraklısı için Gölge!)
.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Tımarhane Notları #7

.
Doktor beni kesti.

İçimden 7 trakeostomi kanülü, 1 solunum cihazı, 1 tekerlekli sandalye, işe yaramış kalp masajları, işe yaramamış ameliyatlar, bir parça beyin, 1 baba, 1 kardeş ve birkaç kullanılmamış intihar girişimi çıkardı. Kendimi hafiflemiş hissediyordum. Yer çekimi kanununa inanmamak için haklı gerekçelerim vardı zira yer beni o derece çekmiyordu artık. Doktor bu rahatlamanın geçici olduğunu, anestezinin etkisi geçince işlerin tekrar sarpa saracağını söyledi. Haklıydı. Çünkü tam 1 yıldır hergün aynı şey oluyordu. Yıl dönmüştü ancak onun dışındaki hiçbir şey dönmemişti. Zamanın yatay değil dikey bir eksende hareket ettiğini ispatlayabilir, teorinin amına koyabilirdim. Neyse ki halim yoktu.

Rahmetli Hipokrat, her derdin devasını bulup da söylememeye yemin eden orospu çocuğunun tekiydi nazarımda. Yüzlerce yıldır bütün doktorlara da aynı yemini ettiriyordu. Bunu keşfettiğim günden sonra tababet benim için bitmişti artık.

Doktor; maneviyatımda bir takım eksiklikler olduğu için taşların yerine oturmadığına, belki uzun bir seyahatin bana iyi geleceğine, hem o ara gerçeği de bulabileceğime dair bir şeyler söyledi.

"Ben gerçeği bulmaya değil unutmaya çalışıyorum" dedim.

Umutsuz yüz ifadesini çantasına itinayla yerleştirdikten sonra odadan çıktı. Neştersiz kestiği yerlerime kendi ellerimle overlok çekip radyoyu açtım. İçinde "uyan" kelimesi geçen bir ağıt bütün odayı kapladı.

"Mevsimlerden yazdı ve tercüme-i halime ne söylesem azdı."
.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Bana kaderimin bir oyunu mu bu?

.
Uzun zamandır uzun yol yapmamıştı. Kış boyu "nerde kaldı lan bu, başına bi şey gelmiş olmasın" diye endişeyle beklediği gül gibi yaz günlerini, aile evinde, balkondan kirpilerin çiftleşmesini izleyerek, her seferinde "bırakıcam bu namussuzu" diye diye sigara içerek ve götü başı göz alabildiğine yayarak geçiriyordu. Aslında bu ayar iyiydi. Ama bir arkadaşı kendisini arayıp da "yoldayım, geliyorum, gidiyoruz" dediğinde itiraz etmedi. Zira "veni-vidi-vici"nin yandan yemişi kıvamındaki telekomünikasyon harikası bu tek yönlü konuşma, artık hareket vaktinin geldiğinin habercisiydi.

Kahramanımız, sırt çantasına tatil için gerekli olabilecek eşyalardan eser miktarda tıkıştırıp beklemeye başladı. Bu arada yazar da hiç fena değildi yalnız. "Sırt çantası" diyerek kahramanımızı satır arasından bohemin önde gideni yapmıştı. Ama mevzunun bu kısmını uzatmasa iyi olurdu. Nihayetinde yola çıkma aşamasının bir atraksiyonu yoktu. Mühim olan yoldu.

Diye düşünmüş olsak da yolda da pek bir şey olmadı aslında. Arabayı Bolu'da bir kuaföre çekip arkadaşının ağda yaptırmasını beklemesi ve beklerken hasbelkader açtığı bagajda Şanzelize'ye hazırlıkmış gibicesine yerleştirilmiş koca valizi görmesi kahramanımız için bir travma niteliği taşıyordu zaten. Yazar bunlardan hiç bahsetmese daha iyi olurdu. Bunun dışında, atıştırmak için ıvır zıvır bir şeyler almak üzere girdikleri bir dükkanın ilk müşterileri olmaları hasebiyle 41 pare top atışıyla karşılanmaları ve yerel gazete için boy boy fotoğraf çektirmek zorunda kalmaları, ayrıca dükkanın bereket mevlidine katılmalarının icap etmesi ve ellerine tutuşturulan türlü çeşit açılış kurabiyesiyle beraber şenliklerle uğurlanmaları da atlatılabilecek gibi durmuyordu. Öyle ki, yol boyu olayın saçmalığı yüzünden konuşamadılar ve bütün bu olanları unutmaya çalıştılar.

Kahramanımız, kulağı buradan göstermek varken teee şuradan göstermenin manasızlığı üzerine düşünürken Ankara'ya varmışlardı bile. Rahmetli Pisagor, Hipotenüsü es geçerek İstanbul'dan kalkıp Antalya'ya gitmek için seçilen bu güzergahı görse göz yaşları içerisinde kalırdı. O değil de bu insanlar ne zaman Afyon'a varacaklardı? Vejetaryenler rahman ve rahim olan Afyon sucuğu gerçeğini nasıl inkar edebiliyorlardı? Bunların hepsi merak edilen konulardı ve muhtemelen bu yazı içerisinde cevap bulamayacaklardı.

Zorlu bir yolculuk sonunda Antalya'ya varıldı ve bahsi geçen tatil yapıldı. Yazarımız tembelin teki olmasa o kısımları da anlatırdı muhakkak. Ama bence onun aklında başka bir şey vardı ve esas meseleye bir an önce gelebilmek için yanıp tutuşmaktaydı. Heves ediyordu işte garibim, n'apsındı.

Kahramanımız ve hendese öğrenmemekte ısrar eden arkadaşı dönüşte tekrar Ankara'ya uğradı. Bu arada yazarın, geometriye hendese diyerek artistlik yaptığı da dikkatli okurun gözünden kaçmadı. Neyse işte bunlar Ankara'da birkaç saat vakit geçirmeye karar verdi. Ne de olsa ikisinin de öğrencilik yılları burada geçmişti. Kişisel hatıralarının peşlerinden gitmek üzere bir süreliğine ayrıldılar. Kahramanımız, bu kısıtlı zamandaki tek tercih hakkını, yıllarının geçtiği Olgunlar Sokak'tan yana kullandı. Niyeti oralarda bir miktar nostalji yapmaktı. Ama nerdee... Gül gibi sokağın amına komuşlardı. Bunu görünce çok üzüldü desek olmaz, hüzünlendi desek kimse inanmaz... Elbette ki sinirlendi kahramanımız. Çünkü kendisi gerçekten çok asabi bir insandı. Kitapçı tezgahlarının arasında söylene söylene dolaşırken tanıdık bir ses duydu. O da nesiydi? Yoksa bu, kadim dostu Ali miydi lan? Vay anasınıydı. Demek hala buralardaydı. Hemen tükkanın önüne birer tabure atıp muhabbete koyuldular. Kendisi de zamanında bu tezgahta az kitap satmamıştı. Bayaa bi konuştular işte. Eski günleri yad ettiler. Çeşitli ipnelikler yaptılar. Çaydı oraletti derken gitme vakti geldi. Giderken günün hatırası olsun diye çok kıral arkadaşı Ali ona bir kitap hediye etti. Ah canım benimdi.

Kahramanımız neşe içerisinde yol arkadaşıyla yeniden buluştu. Artık dönmek zamanıydı. Yaklaşık 400 km süren bu son ve zorlu etapta, arkadaşının bütün ısrarlarına rağmen arabayı kullanmayıp pencereden dışarı ayaklarını uzatarak hediye kitabını okudu. Çok hayvan bir insandı bu kahramanımız. Hanfendilikten zerre nasibini almamıştı.
Eve yaklaştıklarında artık kitabın sonuna gelmişti ama o da nesiydi? Kitabın en arka sayfasında oynanmış ama yatırılmamış bir Sayısal Loto kuponu vardı. Kitabın kahramanımızdan önceki sahibi kimbilir ne umutlarla doldurmuştu o kutucukları? Acaba hayaller el değiştirebilir miydi? Kader, trikotaj işinde kendini aşmak üzere miydi? Aşılan bunca yol ve çekilen onca eziyet sırf bu kupona ulaşabilmek için miydi? Yoksa olasılığın muhteşemliği yüzünden 5 dakkada mis gibi tatili harcayan yazar kolpacının teki miydi?

Aklında bir takım yırtma planlarıyla nihayet aile evine, kutsal topraklara varmış gibi büyük bir sevinçle varan kahramanımız, aynı hafta o sayısal kuponunu yatırmayı da kafasına koymuştu. Şeytanın bacağını, feleğin çarkını ve daha nice belirtili isim tamlamasını kırmak üzere olduğunu düşünüyordu. Fakat gel gör ki bu kahramanımızın bi sikime sürülecek aklı yoktu ve kuponu yatırmayı unuttu.

Bunu farkettiği saatlerde, sayısal topları, dolambaçlı yollardan geçip Ziraat Bankası memuresi kılıklı bir TRT sunucusunun avuçlarına düşüyor olmalıydı. Hay sıçayımdı. Fırsat kırk yılda bir ayağına kadar gelmişti ama o bunu da kullanmayı becerememişti işte. Oysa ilerde toruna torbaya anlatacak ne güzel bir hikayesi olacaktı. Kazanan numaralara bakmaya götü yemiyordu. Beti benzi attı. Ama kaçınılmaz son geldi ve satırı çaldı cellat...

Gözleri Milli Piyango'nun resmi web sitesine kilitlenmiş bir biçimde baktı bir süre boş boş. Bir süre de elindeki kupona baktı. Durumu idrak etmesi biraz zaman aldı.

Saçmalama lan sayın okur. Elbette ki büyük ikramiye kahramanımızın elindeki kupona çıkmadı.
Ama alternatif bir son istiyorsan şöyle diyebilirim; yazar ve kahramanımız aynı insandı.

Bitti
.

11 Ağustos 2009 Salı

Böyleyken böyle

.
Komik şeyler yapasım var. İçim karikatürlerle dolu. Daha önce niye yazıyormuşum bilmiyorum. Bundan sonra yazacak mıyım bilmiyorum. Çünkü her şey resimmiş bende. Aslında bunu hatırlıyor olmalıydım. İlkokula başladığımda,babama söylenen gerekçeyle anlatacak olursam, okumayı ve yazmayı bildiğim ve sair şeylere de çok hızlı hakim olduğum için öğretmen en arka sıraya oturtup resim defterimi açıyor ve elime boyalar tutuşturuyordu. Sıkıldığımı anımsıyorum. Okul çok saçma ve gereksiz bir yerdi gözümde. Ki hala öyledir. Ama işte o gün bugündür de okullarla olan münasebetim bitmiyor ne yazık ki. İnsanoğlu olmak istemeyeceği yerde olmaya mahkum bir mahluk sanırım. Ya da normalde maraz arayacak kadar izansız. Oysa sana dayatılan normalin yerini değiştirdiğinde her şey bambaşka oluyor. Bu bilgiyi ömür boyu cebinde taşısan hiç sıkıntı kalmayacak aslında. Ama olmuyor işte. Geçmeyen bir memnuniyetsizliğe dönüyor her şey. Bunun ne kadar şımarıkça bir davranış olduğunuysa eşşeği kaybedince anlıyorsun. O zaman da tezeği avuçnan yemiş oluyorsun zaten. Misal şimdi geçen yıl tam da bugüne dönsem oohoooo, dünya on numara gezegen olur nazarımda. Ama geçen yıl tam da bugün bunu söylemek aklıma bile gelmezdi. Ya neyse yazı samanyolu tv'deki ibret hikayelerine dönmeden tornistan yapalım.

Ne diyordum işte resim. Resim yapmayı çok seviyordum. Evin en çıkma odasının duvarına sulu boyalarla nebçim güzel resimler yapmıştım. Annem kızacak diye korka korka böyle. Annem gördüğünün ertesi günü elinde küçük bir kağıtla geldi. Yeteneğimi ondan almadığımın isbatı niteliğindeki değişik bir eskiz tekniğiyle, masa üstünde bir vazo ve sözlü ifadesinden anladığım kadarıyla rengarenk çiçekler çizmiş. Meğer uslanmaz bir natürmort düşkünüymüş kadın. Odanın tüm duvarlarını nebatatla doldurmak zorunda kalmıştım.

Sonra işte lisede verdiler bana gazı. Dahisin sen. Sayısal zekan çok kuvvetli. Resim de güzel bi şey ama onu hobi olarak da yapabilirsin filan.. Para konusu da açıldı tabi. E asiyiz ya sözde, "reşit olunca evden ayrılıcam kendi evimi tutucam para lazım olucak olum" diye kendimi de telkin ederek kişisel tarihimin tozlu yaprakları arasına gömdüm mis gibi kabiliyeti. Kabiliyetliydim tabi lan ne sandınız! Ama işte okuldu deneylerdi devrelerdi levyelerdi filan derken... Levyeler derken şey işte solcuydum ben böyle illegal hikayeler yani. Dövüşlü mövüşlü. Yok lan abarttım. Kız bi insanım sonuçta, şiddete karşı X kromozomu şeklinde bir kalkanım var nerdeyse her hemcinsim gibi. Oradaki "nerdeyse" nitelemesindeki göndermeyi gördün di mi sevgili okur. Yazı arasında adam örgütleyecek kıvamdayım lan şu anda kafam çok acayip. Tamam bokunu çıkarmayayım dur. Ben tabi resim yapmayı bıraktım. Çok siyasiyim artizler bildiğiniz gibi değil. Akşamları da rock barlar tabi. O zamanlar özentiliğimi sikecek ölçüde gelişmemiş kafa, kendimi bi bok sanıyorum yani. Sonra heykeltraş bi sevgilim oldu uzun yıllar. Onunla birlikte resim yapıyorduk bazen salak salak. Aklına birbirimize bakıp nü resimler yaptığımız gelen okurlar var ya, hah işte onlar insan değil. Ben şimdi tek tek isim vererek kendilerini burada teşhir etmek istemiyorum. Ama hepinizin IP'si kayıtlı olum. Ona göre yani. Bu arada heykeltraş sevgilime de buradan selamlar gönderiyorum. Canım benim ahuahau. Sikeyim.


Bu da İstanbul'daki ilk evimin duvarına çizdiğim organizma

Girişi gelişmeyi kazasız belasız atlatabildiysek sadede geliyorum. Geçenlerde şeyi farkettim. Kafamın içinde bütün kavramların tarif edemeyeceğim resimleri var. Şemalamışım onları böyle. Şematik dönemi geçememişim yani. Bi de dahi diye dravdan gazlamışlar beni. Olmadığım gerçeğiyle yüzleşeli çok oldu tabi orda sıkıntı yok da bu resim işi enteresan iş. Kafamın içindekileri boyalara dökebilirsem...
Bazen öyle ben'im, öyle ben'im ki, bütün dünyayı avuçlarımda ufalayabilirim sanki.

Neyse birazdan geçer..

Öpüyorum nöronlarınızı. Canlarım.
Lağğn?
.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Koma'dan bildiriyorum!

.
Yani diyorum ki ne acayip dünya bu.. Bundan önce bir şey söyledim mi? Hatırlamıyorum. Başımı çok kötü çarptım, kask kırıldı. Kask benim başımda değildi. Kimin başındaydı? Tam çıkaramıyorum. Peki bu hikayenin en başı nasıldı?

Birkaç kaza ve ölüm vardı. Oğlu evet oğlu, 3 buçuk yaşındaydı. Eşi 24... Çok küçüktüler, çok hızlıydı o araba onlara çarparken evet. 10 yıl önceydi. İkisi birlikteydi. Günlerden Perşembeydi. Eylüldü..


Ne diyordum, çok kötü çarptım başımı. Motorun içine binlerce beygir girmişti ve sakinleşmiyorlardı bir türlü. At olsa böyle yapmaz, beygir işte, laftan anlamadı. Durmadı bir türlü ah durmadı! Motoru ben kullanmıyordum. Kim kullanıyordu? Çıkaramıyorum şimdi. Bi de işin içinden çıkamadığımız zamanlar vardı, nasıldı?


Birkaç kaza ve ölüm vardı. Babası evet, gözünün önünde, günden güne... Beynini yedi tümör, alıp götürene kadar da doymadı. Çok güzel gülerdi, çok güzel bakardı. Biraz daha öyle gülse, biraz daha öyle baksa iyiydi ya, olmadı tabii, olamadı. 6 yıl önceydi. Günlerden Pazartesiydi. 9'du Eylül, 10 olmadı.


Başımı diyorum, çok kötü çarptım. Nefes alamadım bi süre. Şimdi alabiliyor muyum? Emin değilim. Sanırım bir takım cihazlar bağladılar yaşayabilmem için. Cihazları bana bağlamadılar. Kime bağladılar? Tam kestiremiyorum şimdi. Kesmek istediğim zamanlar olmuştu. Bileklerimi ve dileklerimi... Nasıldı?


Çokça kaza ve ölüm vardı evet. Çok fazlaydı. Üşüşüyor hepsi kafama ama anlayamıyorum, ayıklayamıyorum şimdi bir türlü.


Dedim ya...


Başımı..


Çok kötü..


Abimin, aklımın almadığı o kazayı yapışından kısa bir süre sonra, yoğun bakım günlerinde yazmıştım bu yazıyı. Muazzam bir anlayamamak hali. Nasıl olur? Sinan abinin kazasını kaç kere konuşmuştuk. "Gözü kapalı dönerdi o pisti" diyerek şaşkınlığını atamıyordu abim. Sinan Sofuoğlu fren kaçırmak gibi hayati bir hata yapmıştı. Bu hatayı yapacak türden bir yarışçı değildi o. Abim de değildi. Şampiyondu. Hem de pistlerdeki en fazla beygirli kategorinin, 1000 cc A klasmanının şampiyonuydu. Aynı hata. Aynı şigan. İsminde bile meymenet olmayan kara şigan. Düştü abim.. O gün bugündür de kalkmadı... "Fren kaçırmak" üzerine düşünmek için çok zamanım oldu yani.

Koma'nın ne demek olduğunu anlamak için zihnime attırmadığım takla kalmadı. Hiçbir müsekkinin ulaştıramayacağı nokta. Sonu görmek. Gitmekle kalmak arasında bir tercih hakkı tanınmış, "bu sonsuzlukta istediğin kadar kalabilirsin, sıkıldığında da gitmek ya da kalmak senin bileceğin iş" denmiş gibi. Yani bir tarafıyla Allah'ın kıyağı. Başıma gelse hiç üzülmeyeceğim, ama abimin başına geldiği için son derece üzgün olduğum bir hadise.

347 gündür o gülüşü tekrar görebilmek için gelmiş geçmiş tüm ilahlara dua ettim ben. Bazen hazinemdeki son kelimeye kadar unutmuşum gibi hissettim. Konuşamadım. Anlatamadım. En çok anlayamadım. Anlayamadıkça isyan ettim. Hedef kestiremedim. Her şeye sitem ettim. Herkese küfrettim. Ağladım. Ağlayamadım. Ağlamamam gerekti. Ağlamak istemedim. Ağlamakla dindiremedim. Tövbe ettim. İnkar ettim. Kabul ettim. Israr ettim. Olmadı. Oldur dedim. Oldurmadı. Nefret ettim...

Bu gece ilk kez güldü abim.. Tam olması gereken zamanda, kısacık bir anda güldü.. Bildiğim her şey üzerine yemin ederim ki güldü.. O gülüşü gördüm ben. İnsan çok sevinince n'apıyormuş unutmuşum. Sokağa çıkıp şuursuzca koştum biraz. Kahkahalarla ağlamak şeklindeki klişe tamlamanın ne anlama geldiğini gördüm. Her geçen gün daha da uzaklaşan bir kıyıya yanaşmak gibi.. Artık yaklaşmak gibi.. Olmaz denilen şey olacakmış gibi.. Hiçbir dilde karşılığı olmayan, söylemesi çok güzel bir kelime gibi... Yani kralı gelse anlatamaz bir acaib-ül vakıa.



Şindi ne yalan söyleyeyim Allah var ben Allah'a pek inanmam.
Ama bu gece ilk defa defa sabah ezanı kulağıma hoş geldi...

İçimde en ufak bir istihza olmadığını bilen , diyorum ki;

-Ulan kerata, yine gönlümü aldın.
Teşekkür ederim.
Amin.
.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Söylesem tesiri yok sussam gönül razı değil...

.
Tamam, bi daha yapmayacaktım. Kararlıydım. Tüm tedbirleri almıştım. Haplarımı hiç aksatmamıştım. Aklıma spiral bile taktırmıştım. Ben beceremiyorum deyip benim hayatımı yaşama işini ebeme bırakmıştım hatta. Ancak hâlihazırda kendisi sikilmiş bulunmaktadır ve bu satırlar onun anısına saygı mahiyetinde kaleme alınmıştır. Yaşlı kadının hâlini bi gör Allahım.

Biliyorum yapmamalıydım. Elime geçen tüm parayı son kuruşuna kadar keyfim için harcamalıydım. Hem zaten saçlarım da kırmızıydı. Onları almamalıydım. Taşınırken zorluk çıkaracaklarını düşünmeliydim. Kırmızı saçlarımın altında taşımaya çalışırken bile böylesine zorlanmamdan çıkarmalıydım bunu. Çıkaramadım. Ama yine de keşke hayat kitapta durduğu gibi dursaydı be Allahım?

Sobasız odalarda ders çalışırken ellerim üşüyordu lan benim! Bence siz atıyorsunuz. Böyle demiştim. Hocaya söylemiştim. Saçlarım kırmızıydı. Bir sürü osuruktan cümle kurduktan sonra anlattıkları hakkındaki fikrimi sormuştu. Yalan mı söyleseydim! Öyle dedim işte.“Bence siz atıyorsunuz.” Dersten attı beni. Atıyor yani. Haksız çıkmadım. Haklı ve kırmızı saçlıydım. Okulu uzattım. Oysa sobasız odalarda ders çalışırken ellerim üşüyordu lan benim! Neymiş? Bu da böyle bir dersmiş. Hoca kılığında gönderdiğin elçin çok güzel anlattı da benim temelim zayıf, anlayamadım. Ama bi güzellik yapıp şu ömrü dışardan bitirme gibi bir hak tanırsan, muvaffak olacağıma dair sonsuz inancım samimiyetle sürmektedir, lütfen bu da bir dilekçe olarak kayıtlara geçsin Allahım.

Ben aklımı, başarılı bir operasyonla tam 99 yerinden kestim inanmak için. Ama steril olamadığım için beklenmeyen bir etki görüldü Allahım. Görüldü yani. Herkes gördü. Gördü de görmezden geldi. Ulan oraya ne zaman gitmiştiniz? Görmez illerinde sazım çalınmadı Allahım. Geldikleri gibi gittiler. Başvuracak doktor bulamadım. Yapılan klinik testleri atlatamadım. Prospektüsten bi bok anlamadım. Her dikişten enfeksiyon kaptım. Zaten saçlarım da kırmızıydı. Ama yine de ellerimi açmadım mı? Kurbanlık bir öküz gibi devrilmedim mi? Tamı tamına 99 isimle. İğne ve çuvaldız diye bir şey yok mu? 99 kere diyorum. Kabalaşmak istemem ama herkese cemâlini gösterdin de, bize hep mi celâl Allahım.

Başım ağrıyor şimdi misal. Misal değil ağrıyor. Bunu söylemeye hakkım yok mu? Ha yok yani öyle mi? “Bu da bir şey mi” öyle mi? Değil tabi lan! Lan derken seni kastetmedim Allahım. Niye değil onu sormak istedim. Bu bir şey olsaydı. Başka bir şey olmasaydı örneğin. Olamaz mıydı? Ol deyince olmuyor muydu bu işler? Olma demek de bir ihtimal nihayetinde. Kapı gibi bilimsel kanıtlarımla geldim Allahım, boş değilim. Saçlarım kırmızı ve boş değilim. İçimde atlar var. “Başım ağrıyor ulan benim!” diyen atlar var. “Duydunuz mu orospu çocukları, size söylüyorum, başım ağrıyor lan benim!” diyecek kadar ileri giden atlar bile var. Var bunlar, boş değilim. Ama N.A.L.’lıyorum onları. Çünkü bi tatsızlık çıksın istemiyorum. Çünkü adını mıh gibi aklımda tutuyorum. Çünkü eşyanın kanunundan termodinamiğin 2. yasasına ve dahi tüm kutsal kitaplara ve mülkün temeli niteliğindeki yazılmış ve yazılacak olan tüm anayasalara kadar her türlü kuraldan haberim var. Var yani, boş değilim. Beni, o atları kullanmak zorunda bırakma Allahım.

Bi de bahsettiğin kader hususuna hâlâ iknâ olmuş olmasam da kazaya inanıyorum Allahım. Valla inanıyorum. Mecbur inanıyorum. Sike sike inandım diyeceğim ama olmayacak şimdi. Mizacım ters ya, hep ondan kaybediyorum Allahım. En azından kanaat notu kullanırken bunun göz önünde bulundurulmasını rica edeceğim.

Bi de.. Neyse.. Devam etmeyeceğim. Saçlarımın kırmızıları döküldü Allahım.
.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Oluyor İşte...

.
Bir insanı meczup gibi seviyorsun örneğin.. Uğruna, vaadedilen her türlü cennetten geçiyorsun... Hergün "artık ölebilirim" diyorsun.. Onun seni asla bırakmayacağını düşünüyorsun. Bırakıyor.. Katlanıyorsun... Küçücük bir kutusun zaten.. Kendini kendine kapatıyorsun.. Aslında dünyaya karşı durmakla meşhursun ama artık yorgunsun.. İçine larciverd lavlar akıtıyorsun.. Birilerini üzüyorsun. Birilerinin senin için üzülmesinden nefret ediyorsun. Uyuyamıyorsun.. Uyuyamadığın her gece, herkese ve her şeye lanet ediyorsun.. Piromanik hayaller kuruyorsun.. Gülümsüyorsun.. Ateşten korkmuyorsun.. Ama yine de yangında ilk abini kurtarıyorsun.. Dışarı henüz çıkmışken deprem oluyor. Kaçmazsan öleceksin.. Kaçarsan abin ölecek.. Bedenin kaçıyor ama aklın kalıyor.. Ölüyorsun.. Bunu zerrece umursamıyorsun.. Gördüğün hiçbir şeye şaşırmıyorsun.. Bütün olan biteni mütebessim karşılıyorsun.. Kameralara el sallıyorsun.. "Bu numarayı yemedim" diyorsun.. "Hadi gözlerimi kapadım bak, görmemiş olayım" diyorsun.. Ve ciddi ciddi görmemiş olacağın günün geleceğini sanıyorsun.. Fakirsin lan.. Ummaktan başka ne yapacaksın ki.. Kendine hak veriyorsun.. Herkese hak veriyorsun.. Allah'a o kadar kızmıyorsun artık.. O da bıktı diyorsun.. Bıkmayı biliyorsun.. İğreniyorsun.. Çok yavaş bir intiharı seçiyorsun.. Yani yaşıyorsun.. Her şey olmaya devam ediyor.. "Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem" diyor ve şaha kaldırıyorsun atını.. Çünkü içinde atlar var.. Başından beri biliyorsun.. Bildikçe lanetleniyorsun.. Her söylenene gülüyorsun.. Yine gülüyorsun.. Çok gülüyorsun.. Gülmekten başka çare bulamıyorsun.. Üstelik deliremiyorsun.. Yazık ki deliremiyorsun... Delileri anlıyorsun.. Delilerden sen anlıyorsun ama mor çiçeklere inanmıyorsun.. Çok şeye inanmıyorsun.. İnanmak istiyorsun.. İşin içinden çıkamıyorsun. Acz içinde kalıyorsun.. Kandan geçiyor, revan oluyorsun.. Kusuyorsun.. En karmaşıklarını dahi dize getirebilecekken dünyanın en basit cümlelerini kuruyorsun.. Sonra susuyorsun.. Biraz susuyorsun.. Artık en çok susuyorsun...
.

28 Temmuz 2009 Salı

Mezhebi Geniş Zamanlar yahut Medeniyetler Buluşması

.
Teknik olarak prehistorik çağlardan bugüne pek bir aşama kaydedememiştik. Süpermarketlerdeki raf düzenleri, tamamen insanoğlunun avcı-toplayıcı dönemine göndermelerle doluydu. Göz hizasından sepete.. Dalından koparıyormuş gibicesine.. Et reyonlarında her nevi küçük ve büyük baş hayvanların kanlı canlı cesetleri... Mümkünse en tazeleri.. Karıncalar gibi ne bulursak evlerimize taşıyorduk. Hem sonra yerleşik hayat... "Başımı sokacak bir evim olsun." Sosyo-kültürel seviyesi ne olursa olsun nerdeyse herkesin sloganı bu cümleydi. Ne başmış anasını satiyim, bi yere sokmadan rahat edemiyorduk. Platon'un mağarası, Diyojen'in fıçısı, halamgilin kutu gibi evi.. Aralarında yüzlerce yıl.. Niyet aynı niyet. Ya da geçen gün plajda olan şey mesela. Birer et parçasıydık. Oturduğumuz yerin etrafı sarıldı hemen. Farkettirmeden. Sonra gitgide daralan çember. Saldırmak için uygun zamanı kollamak.. Diğerlerinden daha hızlı davranmak.. Ürkütmeden sokulmak.. Bunların hepsi genlerimize kodlanmıştı. Hangi biçimde hangi davranışlarla süslenirse süslensin özündeki hikaye belliydi. Olmuyor olmuyordu. Ne yapsak evrilemiyorduk. Nerden geldiğimizi önemsemiyor, nereye gittiğimizi umursamıyorduk. Kafamın içindeki Darwin portresi ağlamaklıydı. Bir yerlerde bir şekilde bir takım büyük hatalar yapılmıştı. Ve aslında bunların hiçbiri sikimde bile değildi.

Önümde geçirmek zorunda olduğum kısa bir zaman vardı. N'olcaktı lan, bana koyar mıydı. Şöyle azcık daha dişimi sıksam tamam. Ben ki ne uzun beklemelere sabretmişim, bu mu geçmeyecekti. Gözlerimi kapasam.. I-ııh. Nefesimi tutsam... Yok yemedi. Kafayı dağıtmalı. Tamam işte. Büsbüyük bi ağaç. Kimbilir kökü nasıldır. Buzdağının görünmeyen yüzü hesabı. O da ne sonsuz bir geyik oldu yaa. Yemişim buz dağını. Ama şu dağ ne güzel. Tanrıların dağı. Az ilerde yanartaş. Haha. O ateşlerden birini şarap döküp söndürmüştüm zamanında. Kusura bakma Prometheus. İçimdeki haylaz afacan çocuk işte.. Al sana sonsuz bir geyik daha. Orda pedofilik göndermeler var bence. Herkes sapık lan. Sikeyim. Neyse dur. Masayı toplamaya başladılar. Birazdan bitecek bu işkence. Az daha...

Bir gergefe geçirilmiş adi bir kumaş gibi hissediyordum. Her yanımdan çekiştirilirken yırtılmamak için verdiğim mücadeleyi kimseye belli etmemek gibi de bir görevim vardı. Aklımdan geçenlerin hepsini yakalamam mümkün değildi. Beynim o hızla çalışmaktan tutuşacak gibi olmuştu. Ama duramazdım. Durursam fenaydı. Durursam bağırabilirdim. Durursam küfür edebilirdim. Durursam cinayet işleyebilir, annemi üzebilirdim. İçim ne kadar ilkel olsa da dışımda medeniyet gibi bir kabuk vardı. Modern zamanlar hepimize bunu dayatmıştı. Ne de olsa imajlar dünyasıydı.

Saçma sapan tesadüfler sonucunda olmadık bir yerde, olmadık bir şekilde, hiç olmak istemeyeceğim bir haldeydim. Karşımda bir eski, bir de epeski sevgilimle oturmuş yemek yemeye gayret ederken, Adem babamızdan bu yana erken boşalmamak için alakasız şeyler düşünmeye çalışan bütün erkekleri anlıyordum. Tek derdim, erken kusmamaktı.
.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Bitse de gitsek!

.
Hayat için söylenecek başkaca bir sözüm kalmadı ulan günlük. Tatil için de söylenebilir aslında. Düşününce bayaa bi kullanışlı cümle olduğunu farkettim şimdi bak. Neyse işte mevzular son derece alengirli, göz alabildiğine çetrefilli durumda. Bi ara şeyapçam ben. Öbdüm.
.

17 Temmuz 2009 Cuma

Kakofoni!

.
Diyalektiğin dibine dibine vurasım, yabancı sözcüklerle ortamı şenlendirip anlaşılmaz olasım vardı. Kitaplığıma şöyle bir göz gezdirdim. Birinci sürrealist manifesto ne alengirli isimdi lan. Keşke ben de öyle manifesto kıvamı şeyler yazabilseydim. Ya da ne biliyim, minimalist kaygılar güdülerek döşenmiş evimin en feng shui köşesinde, bir yandan şarabımı yudumlarken bir yandan da Bob Ross vcd'leriyle geliştirdiğim yağlı boya resim yeteneğimi sürrealist sürrealist yansıtabilseydim. Kafamın içinde yazıdan resime bu hızla geçişim, hiçbir şey yazamayacağımla ilgili yeterli bir ipucuydu aslında ama o esnada buna ikna olacak durumda değildim. Tekrar konsantre olmaya çalıştım.

Adamlar tuğla gibi kitaplar yazmışlardı işte. Ordan bir konu araklamam yeterli olacaktı. 3 cümleyle anlatılacak mevzuyu 10 sayfaya yaydım mıydı ahan da sana akademik çalışma! Hayır ne yapacaksam. Olsundu. Eş dost muhabbetlerinde, benim de işte vırt zırt konusuyla ilgili küçük bir akademik çalışmam var demenin tadı paha biçilemezdi muhtemelen. Üstelik ordaki "küçük" kelimesine verilecek tonlamanın sağlayacağı mütevazı insan imajını da başka yerde bulmam zor görünüyordu. Bunları düşünürken usanmıştım. Düşünürken usanmasam çok pis akademik çalışmaya sahip biri olabilirdim şu anda. Valla.

Tarih, siyaset, felsefe, psikoloji ve sosyoloji kitapları resmiyet ve ciddiyetlerini bozmadan bana bakıp, kolaysa gel bizimle ilgili bir şeyler yaz diyormuş gibicesineydi. Yok eşşeğin sikiydi. Nasıl yazacaktım lan! Ben topraktan bir candım altı üstü. Ayrıca daha geniş bir kitleye ulaşmak istiyordum. Evet evet, öykü yazacaktım ben. Hatta şansım yaver giderse roman bile olurdu icabında. Öyle bir olay örgüsü kuracaktım ki kralı gelse sökemeyecekti. Satır aralarından herkese pandik atacak, karakter analizlerimle dudak uçuklatacaktım. Derhal konu bulmalıydım. Bir kahve hazırlayıp iyice tribe girdim. Kahırlı ve yalnızdım. Ambiyans on numaraydı. Ama bağını bostanını siktiğiminin ilhamı gelmiyordu bir türlü. Az biraz kopyanın kimseye zararı dokunmazdı. Gerekirse giriş kısmına kopya çektiğim yazardan bir epigraf yerleştirip kendisini onore ederdim. Nedir yani, elime mi yapışacaktı. Önce Oğuz Atay'a göz kırptım, pas vermedi. Tanpınar duymazdan geldi. Bilge Karasu, Vüsat O. Bener, Sait Faik, Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu, Sabahattin Ali ve daha niceleri, ayağımızın altında dolaşma der gibiydi. Gençler belki beni biraz anlar diyerek İhsan Oktay, Murat Menteş, Alper Canıgüz, Murat Uyurkulak, Barış Bıçakçı, Hakan Günday gibi isimlerin bulunduğu rafı yokladım ama hiçbiri sikine takmadı beni. Türkler böyle yaparsa yabancılardan ne hayır gelirdi ki. Bir Dostoyevski, bir Tom Robbins, bir Palahniuk, ne biliyim işte bir Çehov nerden bilecekti benim çilelerimi. Gorki'nin Ana'sının oğlu muydum! Ve dahî tohumuma para mı saymışlardı!

Boynum bükük bilgisayarın başına döndüm. Yazsam tesiri yok, yazmasam gönül razı değildi. Dert çok hemdert yoktu. Çıldırmak üzereydim. Yok lan ne çıldırıcam, etkiyi artırmak için öyle dedim. Yol, yordam, usûl ve erkân bilen biriydim neticede.

Alelâde bir yaz gününün alelâde bir sabaha karşısında, kendi kendime yarattığım bu kaos ortamının içinde debelenip duruyor ve motivasyonumu bozan nalet gelesi bütün yazarlara "vurun ulan vurun, ben kolay ölmem" diye bağırıyordum. Kendi kendime bağırmam hoş bir şey değildi.
.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

! nayU

.
O konuyu mesele etme, biliyorsun, oldum olası geceleri uyumayı sevmedim ben. Hem ne güzel işte birlikte sabahlıyoruz. Gerçi muhabbetinin tadı yok artık ama.. Şaka lan şaka. Muhabbet etsen en tatlısı olur yine de işte…

Benim hayatım çorbaya döndü iyice. Orospu ev sahibim sevgilisiyle rahat rahat sevişebilmek için evden attı beni. Kocası medeni bi insan olsa buna gerek kalmazdı belki. Hangi ara “Alamanyadan oğlum gelecek” kısmından bu noktaya gelindiğini ben de anlamadım valla. Aman zaten bi şey anlayacak hâlim mi var, siktirettim. Sağa sola koşturmaktan para da kalmadı tabii, yenisini tutamadım. Orda burda kaldım epey bi süre. Sağ olsunlar iyi insanlar var hâlâ. Zaten her fırsatta kaçıp senin yanına geldim. Hatırlamıyor musun? Ayıp ulan! Biraz hatırlasan ya...

Hem sonra iş yerim de değişti. Önce hık mık ettim ama insan alışıyor her şeye. Sahi insan alışır mı her şeye abi? Onca kaza, onca ölüm gördün sen. Küçük oğlunu toprağa verdiğin gün çıktı mı aklından mesela? Abi aklında bir şey kaldı mı? Ne bileyim, babamı hatırlamazsan o hiç yaşamamış gibi olacak senin için… Bunları düşünmeyelim tamam. Densizliğimin kusuruna bakma.

Unutmak bi tarafıyla da güzel aslında. Ben o kazayı unutsam belki biraz uyurum, kardeşim unutsa belki biraz yemek yer, annem unutsa belki güler biraz… Yok abi yok.. Her şeye alışamıyor insan. Örneğin ben hala gözlerinin nasıl görmediğine inanamıyorum. Nasıl konuşamadığına, nasıl öyle yatıp durduğuna, nasıl kımıldamadığına… Oysa sen yerinde duramazdın. "Götünde kurt var" derdi annem sana. Annem başka şeyler de söylerdi. "Bırak artık" derdi mesela. Ben kıyamıyordum pek ama Sinan Abi’den sonra ben de bırakmanı istiyordum. Yarım ağız konuşmamdan anlıyordun sen de. "Bari sen yapma kardeşim" demiştin hani o gece. "Bir tek motorun üstünde unutuyorum ben" demiştin… "Unutmadan yaşamak kolay mı" demiştin… Kolay olmadığını o zaman da biliyordum. Bilirken gitme diyemedim. Gittin...

327 gün oldu be abi… Dile kolay 327 gün! Ele kolay abim. "Hiç olmazsa nefes alıyor" diyorlar. "Buna da şükretmek gerek" diyorlar. Ne çok konuşuyorlar abi! Nasıl da her şeyi biliyorlar öyle. Ben hiçbir şey diyemiyorum artık. Herkese hak veriyorum, vermemeye hâlim yok. Doktorlara ve hemşirelere ve her nevi hastane personeline küfretmekle bi yere varamadım. Allah’a sataştım biraz ama O da oralı olmadı. Dualarımı da sallamadı zaten. Geçen sene ramazan ayında n’aptım biliyor musun, tam iftar saatinde Kur’an okudum biraz. Herkes yemek yemekle meşgul olduğu için dua hatlarının boş olacağını düşündüm. Yani belki aşırı yüklenmeden sesim kaynıyordur arada diye. Böyle ellerimi aça aça… Böyle salya sümük yalvara yalvara… Ama O’nun repertuarında bizim istek parçalara yer yok galiba…

Tevekkülden başka seçeneğim kalmadı. Ama şu özlemek marazı var yaa.. Ahh..
“Yanımdayken bile hasretimdin” diyor hani şarkı. İşte o sözün mealindeyim şimdi.

Diyorum ki henüz kimse delirmemişken…
Diyorum ki hazır sabah olmuşken…
.
.

10 Temmuz 2009 Cuma

Bas gaza yavrum bas gaza!

.
Otobüs tıklım tıklım doluydu. İstanbul'da oturduğunu iddia ederken hiç yüzü kızarmayan bir arkadaşıma gitmeye kalkmak gibi bir gaflet içindeydim. İsmail YK eşliğinde sürdürdüğümüz nerdeyse şehirlerarası bu yolculukta, kucaktaki kellelerimizle sılaya kavuşabilmeyi beklerken, uzak bi yeri tarif ederken anlamı güçlendirmek için kullanılan "ebesinin amı" deyiminin ne kadar yerli yerinde bir ifade olduğunu düşünmeye başlamıştım. Çılgın şoförün ani fren darbeleri neticesinde karşımdaki yaşlı amcayla periyodik olmayan aralıklarla öpüşmek zorunda kalıyor ve yine yüzüme gülmeyen makus talihime küfürler savuruyordum. Az önce kendisine yer veren o yakışıklı, biraz orospu evladı olsa şu anda bambaşka bir hayatım olabilirdi. Ama bende şans ne gezerdi. Hay sikeyimdi.

Burdan bana ekmek çıkmaz diyerek empeüç playerımı kulağıma takıp tam hayatla bağlantılarımı kesmek üzereydim ki yolculardan biri şoföre oldukça kibar bir biçimde yavaş gitmesini, öyle ani frenler filan yapmamasını, nihayetinde can taşıdığını, hepimizin bi yerde insan sayıldığını filan söyledi. Bunu duyan şoför durur mu, hemen yapıştırdı cevabı. "Seni hamuğa godumun pezevengi" diye başlayan cümle olaylı bitti. Sinirle tıklım tıklım yolcu güruhunun içine dalan şoför, o sözlerin sahibi, mevzunun müsebbibi, birazdan başlayacak tuhaf olaylar silsilesinin mimarı kibar beyfendiyi bulana kadar arada birkaç yolcuyu zayi etti. Bulduğunda da adamı ensesinden yakaladığı gibi camdan aşağı sallandırıp bastı gaza yavrum bastı gaza. Bir süre bu şekilde ilerledik. Kimsenin gıkı çıkmıyordu. Sonra sıkılmış olacak ki otobüsü kenara çekip adamla beraber indi. Dövdü biraz işte. Ağzına ağzına tekme attı böyle. Bi ara kafasını otobüse doğru çevirdi ve şahin bakışlarıyla hepimizi süzdü. Belli ki tanrılar yeni kurbanlar istiyordu. Biz daha ne olduğunu anlamadan yaşlı amcaların olmuşlarından 4 tanesini seçip otobüsün lastiklerine bağladı. Yaşlılara gıcık olduğu belliydi. Çünkü onların ücretsiz geçiş kartları vardı ve şoför akbil fülülüsü duymadığında asapları bozuluyor, tepeleri atıyordu. Hiçbirimiz itiraz etmedik. Adam bu şekilde deşarj oluyordu demek. Anladığım kadarıyla amcalardan birinin karısı olan teyze ağlamaya başladığında kadının kafasını gösterge tablolarına gömdüğünde de sesimizi çıkarmadık.

Şoförümüz böylelikle bir miktar sakinleşip kendine geldikten sonra, az önce ağzını burnunu kırdığı kibar beyfendiyi vites koluna oturtup yola devam etmeye başladı. Yaşlı amcalar tekerlere bağlı olduğu için otobüs bir miktar sallanıyordu ama iyi kötü gidiyorduk işte. Ancak densiz yolculardan biri durağa yaklaştığımızda inecek var düğmesine basınca olanlar oldu. Yeniden gözü dönen şoför, hazır eli değmişken, vites kolunda iyice homojenleşmiş kibar beyfendiyi ön cama göçürttükten sonra şaha kalktı. Sıradaki talihliler ayaktaki yolculardı. Hepsini yukarda duran tutunmaçlara astı da biraz rahatladık. Şoför, belli ki trafik kurallarını son derece önemsiyor ve ayakta yolcu istemiyordu. Elbette bu duyarlılığa da söyleyecek sözümüz yoktu.

"Allah belanı versin" isimli güzide eser çalmaya başladığında köprüye gelmiştik artık. Şoförümüz, şarkıya bağıra bağıra eşlik ederken bir yandan da kalan yolcuları tek tek boğazın serin sularına doğru yollayarak serinlemelerini sağlıyordu. Gerçekten çok düşünceli bi insandı. Ağırlıkların çoğundan kurtulduğumuz için artık daha hızlı gidiyorduk. Şoför iyiden iyiye coşmuştu. Bütün numaralarını sergilemeye başladı. Ne oldum demeye kalmadan İstanbul Park'ta bulduk kendimizi. Akrobatik bir gösteri denedikten sonra otobüsle tek teker hareketinin mümkün olmadığını farketmesi hepten yatak sarmasına neden oldu. Kalan 3-5 yolcuyu start-finish çizgisine yatırıp kesin olmayan bir rakam kadar kere üsünden geçti. Arkamızda bir enkaz bıraktığımıza emin olduğunda da tekrar normal güzergahına döndü.

Yolculuğun sonunda artık tek sağlam yolcu ben kalmıştım. İneceğim durağa yaklaştığımda düğmeye bastım. Şoför estetik bir hareketle durup kapıyı açtı. Teşekkür ettim. Rica etti.

İndim.
.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Tebdil-i mahlasta ferahlık vardır!

.
Sıkıntıdan nereye dalacağını bilememek de olabilir. Tam bilemedim şimdi.
.

5 Temmuz 2009 Pazar

Gölge!


Bir ömürden yarım saat çaldım.

Yaşananların suyundan çorba yaptım.
Kendime mükellef bir sofra hazırladım.
Mumları yaktım, karşıma geçtim.
Bir kaşık aldım iştahım kaçtı.
Açıkçası karşımdaki ayıkken hiç çekilmiyordu.
Tüm şarabı içtim, yine de ayık kaldım.
Bari kendim, kendime ayıp etmeyeyim dedim, masadan kalkamadım.
Konuştu. Dinledim.
Uzun uzun konuştu. Özetle dinledim.
Tam bir hanımefendi gibiydim, kendimi takdir ettim.
Baldıran zehirini ballı bir içecek sandım, içtim, ölmedim.
Kusmak istedim, karşımdakinden çekindim.

Sonra sıkıldım, aklımın içine kaçtım.
4 şehirden geçtim, 5 plaka ezberledim.
Hepsinin üstüne benzin döktüm, çakmağım tutukluk yaptı..
Ceza-i ehliyet için başvurumu yaptım, renk körü çıktım.
Bıçağı elime alıp karşımdakine fırlattım.
8 yerine saplandı, ağlamadı..
Masaya bir yumruk attım, oralı olmadı..
Pişkinliğine kızdım, dişlerimi sıktım.
Sigarama uzandım, nezaketen yaktı, biraz yumuşadım.
Duman dikkatimi dağıttı, başka çağlara uzandım..

Kendimi, Son Yemek'te İsa’ya arkadan tavşan işareti yaparken yakaladım,
eline bir tane patlattım.
Düşünüyordum, öyleyse var mıydım?
Öyleyse yok olanları düşüncesiz ilân ettim, biraz rahatladım..
Bu benim için büyük, insanlık için önemsiz bir adımdı,
üstünde durmadım.

Bana bir dayanma noktası verseler dünyayı yerinden oynatacaktım!

Canetti Körleşme’kten söz edince doktora uğradım.
Kalbim ileri derece miyop çıktı, alçıya aldırdım.

Suç’u Dostoyevski işledi, Ceza’sını ben yattım.
Ama çok ses çıkaramadım,
Zira Hayvan Çiftliği’nde Farelere İnsan muamelesi yapmıştım.

Bir gemiye bindim, karanlıktım..
Yönümü çizmek için Puslu Kıtalar Atlası’na baktım..

Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman aradım,
Kendimi o limana çıkaramadım.

Okyanusun ortasında sihirli bir lâmba buldum, okşadım,
İçinden kendim çıktı, sordu sorusunu.

Dedim:

“Gölge etme, başka ihsan istemem…”

Masadan kalktım!
.
.

26 Haziran 2009 Cuma

Sıcak Başlığıma Geçti!

.
Leş gibi sıcakta, ne yapacağımı bilmez vaziyette işten çıkmıştım. Şuursuzca Beşiktaş'a doğru yürümeye başladım. Aklımda sadece soyunmak vardı. Soyunmaktan başka bir şeye konsantre olamıyordum. Teşvikiye Caddesinde, öyle birdenbire soyunsam neler olabilir diye düşünmeye başladım. Çok geçmeden hiçbir şey olmayacağını anladım zira etrafımdaki herkes nerdeyse tamamen soyunuk vaziyetteydi. Buradan hadise çıkmazdı. Hanfendiliğime bok sürmemeye karar verdim.

Derken önüme o çıktı. O ki ne o. Of ki ne of. Oy ki ne oy. Boy desen boy, pos desen pos, göt desen göt! Adam kelimenin tam anlamıyla taş gibiydi. Acaba hepsi kendisinin miydi? Henüz sadece arkadan görmüş olsam da arka taraf önde neler olabileceğine dair gayet belirgin ve yeterli ipuçları veriyordu. Aklınıza hemen fesatlık gelmesin ipneler! Ben sadece ona sarılıp uyumak istiyordum :(

Üzerine geçirdiği ipince ve laplacivert tişörtünün altından sırtının kıvrımları belli olurken ben çoktan oralarda kaydırak yapmaya başlamıştım bile. Güneş beynimi yakmıştı, 3 kuruşluk aklımı da olay mahallinde bırakmak üzereydim. Niye böyle müstehcen düşüncelere gark olduğumu anlamaya çalışıyor ancak işin içinden çıkamıyordum. Galiba ben de insandım. Bunu farkedince sarsıldım tabi biraz ama çok sürmedi. Bari şu dünya gözlerimle iyice bi inceleyeyim mübareği derken elindeki kitabı gördüm. Eleman, Kafka'nın Dava'sını dolaştırmaya çıkarmıştı. O artık benim de davamdı. Bu dava uğruna her şeyi göze alır, gerekirse silahlı mücadeleye kadar vardırırdım işi. Dağlara çıkar, tehlikeli şiir okurdum icabında. Gözüm karaydı. Benim yerim sevdiceğimin yanıydı. Onunla evlenmeye karar verdim. Nasıl olsa çocuklarımız doğduğunda onun da bundan haberi olurdu. Evet. Ona milyonlarca çocuk doğuracaktım. Hiçbir spermini zayi etmeyecektim sevdiceğimin. Bir batında dünya nüfusunu hoplatacaktım adeta. Biz büyük ve mutlu bir aile olacaktık. O Yaşar Usta olacaktı. Ben zaten onca çocuğu doğurduktan sonra Adile Naşit olmakta pek güçlük çekmezdim. Kendimize bir de Şener Şen bulduk muydu gelsindi Neşeli Günler. Ama bunları düşünmek için henüz çok erkendi. Zira aklım çocuklarımızın üretim sürecinin ne kadar şahane olabileceğinde takılıp kalmıştı. Danrım bana neler oluyordu? Ne biçim anasını sattığımının kiraz mevsimiydi lan bu!

Evliliğimizin bu ilk dakikalarında ayaklarım yere basmıyormuş gibicesineydi. Herkesi kıskandıracak güzellikte bir çift olmuş, adeta birbirimiz için yaratılmıştık. Sevdiceğim bu hususta yorum yapmaktan kaçınsa da onun da benim gibi düşündüğünden son derece emindim. İbrahim Kutluay'ın ağzını açmasına fırsat vermeyen Demet Şener gibi olmuş, yolda yanımızdan geçen herkese bakışlarımla aşkımızın büyüklüğünü ve kutsallığını anlatmaya başlamıştım. Artık kaçarı yoktu, biz de Slav ırktan bir dadıya çocukları iteleyip birlikte pilates milates yapacaktık. Bütün hayatımızı organize etmiştim. Ne de olsa atalarımız, yuvayı yapma işini bizim cinse kastırmışlardı çoktan. Ama ziyanı yoktu, biz yeter ki mutlu olalımdı, ben hepsini hallederdim. Gerçi perde seçiminde biraz zorlandığımı itiraf etmeliyim.

Derken gitti. Bıraktı gitti! Beni milyonlarca çocuğum ve acaba öbürküsülerini mi alsaydım diye içime dert olmuş perdelerimle baş başa bırakıp gitti. Göz göre göre karşı kaldırıma geçti. Sevdiğim erkeği tanıyamıyordum artık. Durum gerçekten inanılır gibi değildi! Nasıl böyle birden bire değişebilmişti! Onun için yaptığım onca fedakarlıktan ve sarılarak uyuduğumuz o masum gecelerden sonra nasıl da böyle dımdızlak bırakabilmişti lan beni! Orospu çocuğu muydu neydi!

Yol boyu bu şoku atlatmaya çalıştım. Maçka Parkına gidip bir ağaca isimlerimizin baş harflerini kazıdım. Elemanın adı bence Osman'dı. Olsa olsa Osman olurdu o. Böyle düşünüyorum. Neyse işte. İçimdeki aşk acısı beni dişi Werther'e çevirmişti nerdeyse ve ben o yavşaktan gerçekten hiç hazetmezdim. Hemen bu işe bir çözüm bulmam gerekiyordu. Zaman her şeye ilaçtı belki ama geçmek bilmiyordu. Sanırım daha fazla direnemeyecektim. Deniz kenarına gidip kendi kendilerimi intihar etmeye karar verdim. Hem bu sıcakta da mis gibi serinlerdim hee. İyi düşündüm bunu. Yolda beni vazgeçirmeye çalışan kaslı maslı başka adamlar oldu, ama ben hala kimle sevişsem yine onu aldatıyordum :(

Yapacak bir şey yoktu. Hayatın sonundaki o ince kırmızı hatta gelmiştim artık. Ama filmin en heyecanlı yerinde canım dondurma çekti. Ölmeden kendime bi güzellik yapayım dedim. Ne de olsa onca yıllık kendimdim. Sevimli de bi şey, kıyamıyor tabi insan. "Al hadi al kerata" deyip dondurmayı elime verdim. Oha!! Bak bak şurdakinin aklına nasıl da pis pis şeyler geldi son cümleden sonra. Sigdirgit lan sen okuma bi daha beni ipne!

Sonra neyse işte bi serinlik geldi böyle bana. Aşk acım filan geçti. İntihar etmekten vazgeçtim.
Bitti.
.


24 Haziran 2009 Çarşamba

Boktan mevzular!

.
Benim bi yeğen var, adı Emre. Bundan sonra kendisinden Emre diye bahsettiğimde kimse şaşırmasın yani. Ayrıca ona hareket yapan hareketin Allahını görür! Tersim pistir. Yok yere sinirleniyorum işte böyle. Sonra da millet bi araba laf ediyor. Ya mevzu bu değil. Şu. Bizim bu Emre geçen sene motordan düşüp bacağını kırdı. Ama komple kırıldı bacak, kalçaya kadar alçıya aldılar. Yazın alnında hayvan gibi alçının içinde çürüdü tabi çocuğun bacağı. 2 ay filan geçti geçmedi aldı testereyi geldi salonun ortasına kesti alçıyı bu. Etrafa misk-i amber kokuları yayılacak değil ya, annem dedi ki, " öff Emre" dedi burnunu kapayarak, "bok böyle koksa kimse sıçmaz yemin ediyorum" dedi. Annemin o sözü efsane oldu sonra bizim arkadaşlar arasında. Böyle işte.

Bu lüzumsuz postu okuyup da ağzını yüzünü yamuşturan sevgili okurlarıma da bir çift sözüm olacak: Yapmayın evladım.
.

23 Haziran 2009 Salı

Ottan mevzular!

.
Bizim bi Hayati amca var, komşu bu. Kardeşimin en yakın arkadaşının babası. Neyse işte kardeşim diyor ki, Aylin diyor, Aylin der o bana çünkü adım bu! Neyse işte diyor Aylin diyor, bu Hayati amcanın diyor OT odası var diyor. Nasıl lan diyorum ben ona, böyle lanlı lunlu konuşuyoruz biz ailecek, işte diyor ki o da, lan diyor bildiğin OT odası. Adam diyor, adam derken Hayati amcayı kastediyor, diyor işte adam otları balya yaptırmış. Böyle balya balya dizmiş odaya diyor, 3 ineğe 5 ay yetecek kadar ot var onda diyor. Hani girip tırtıklamaya kalksan, tırtıklamak derken şey işte, şöyle sırt çantanı doldursan filan, ruhu duymaz diyor. Balya diyor!

Böyle işte. Bu lüzumsuz postu okurken ağızlarının suyu akan terbiyesiz okurlarıma da bir çift sözüm var: Yapmayın evladım.
.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Böyledir. Şöyledir. Öyle değildir!


Bazı insanlar bir gün uyanırlar ve hayatları bombok olur.
Hastaneler ilaç ve kolonya ve beyaz önlük kokar.
Beyaz önlükler hep ölüm bakar.
Ambulansta çalınan şey şarkı değildir!
Ve sol şerit asla işgal edilmemelidir.

Bazı doğum günlerinde pasta kesilmez, biçilir!
Ve bazı insanlar ham iken yanar. Pişememek kronolojik bir eksikliktir.
Neyse ki Mevlana’nın gözü kusurda değildir.
Ama Darwin efendi bok yemiştir.
Çünkü bazı kuşlar uçmayı hiç öğrenemeyecektir.

Bazı fotoğraflar asla bakamayalım diye çekilmiştir.
Ben şimdi ağlamam çünkü saat 9.25 değildir.
Ve çünkü tüm 9.25’ler kısa namlulu bir silaha benzemektedir.
Akrep ve yelkovan organize çalışırlarsa ömre balistik bir hicran sirayet ettirebilir.
Yani bazı depremler 7.4’den daha şiddetlidir.

Anahtarlar hep kapılardan içeri girmek içindir.
Ve annem evimizi hep kırmızıya boyamak istemiştir.
Ama bazı ağaçlar selvidir. Selviler boyun'a doğru uzar.
Bazı ağaçlardan düşülür. Düşmek iyidir ama güzel değildir.
Ben babamı 5 yıl öncesinden ve sonrasından beri çok özlemekteyimdir.

Bazı yazılar alt alta yazılsa da aslında şiir değildir.
Bitmiştir!
Şimdi yine hiçbir şey olmamış gibi çay içilebilir.
.

Ulan Günlük!

.
Bugün efkarlıyım, açmasın güller ulan günlük!
.

19 Haziran 2009 Cuma

Kutub-u Şikeste


"Kuyulardır, derindir, içinde adam vardır.

Yusuf bile düşmüştür Aleyhisselam.."

18 Haziran 2009 Perşembe

Bir tatlının gözyaşları...

İşbu yazı, çok sevgili ve bir o kadar da adi "fevkalade olağan" biladerimin yazısıdır. Niye ben yayınlıyorum? Bu kısmı açıklayamayacağım kadar karışık. Ama az önce kendisinden adi diye bahsetmiş olmam siz sevgili okurlarıma bir ipucu vermiştir olsa gerek diye düşünüyorum.
Şöyle buyrun:

bazı icatlar var ki.. insanı düşünmeye sevk ediyor.. bu da ne sikimtırak bi giriş oldu.. gün geçmiyor ki bir gün daha geçmesin gibi bişey.. baştan alalım.. öhhühöhöm.. (bu bir boğaz temizleme efektidir..) (yazarken boğaz temizlemeye ne gerek var demeyin.. pis mi kalsın..)

kimi tesadüflerin hatta kazaların sonucunda farkedilen bi takım gerçeklerin daha sonra hayatımızda yer etmesi ilginç.. misal.. viagra.. bildiğim kadarıyla bu minik kaldıraç kalp hastaları için yapılmış ama ortaya çıkan yan etkisi amaçlananın çok daha fevkinde bi başarı olarak adını insanlık tarihine yazdırmış.. yazdırma sırasında altın harf kullanılıp kullanılmadığı hususunda hiç bi bilgim yok.. burda götümden sallayıp sizi yanıltmak istemem.. sonra arkamdan konuşursunuz.. ne kolpacılığımız kalır ne palavracılığımız..

şimdi siz sandınız ki bu yazının konusu viagra.. ve tabi ki ters köşe oldunuz.. çünkü değil cınım.. şu dakka kendimi izleyicisini kasten yannış yönlendiren ve filmin sonunda şaşırtan cin fikirli bi yönetmen gibi hissediyorum.. o ipnelere de sinir oluyorum he.. misal bi ususal suspect filmini hatırlayın.. biz gariban izleyici olarak önümüze konan sınırlı bilgiyle olayı çözmeye çalışıyoruz.. ama o ipne senarist taa sona kadar bütün gerçekleri saklayarak.. hatta çeldirici bi takım sahte ipuçları vererek bizi yanıltıyo.. filmin finalinde de vay efendim olay aslında çok farklıymış da bilmen ne.. bu düpedüz izleyiciyle dalga geçmektir ulan.. şimdi siz sandınız ki yazının konusu sinema ama tabi o da değil.. her ne kadar ben o yönetmen biladerimize ipne dediysem de.. sakın ha siz bana sizi kandırdığım için öyle bişey demeyin.. bak bozuşuruz.. hatta döverim.. dövemezsem de tükürür kaçarım..

sanırım siz de benim gibi bu yazının nereye bağlanacağını merak ediyosunuz.. sizi daha fazla merakta bırakmıyorum ve bombayı patlatıyorum.. kazandibi.. evet bildiğimiz yediğimiz sindirdiğimiz o tatlı olan kazandibi.. ben o tatlının bi kaza sonucu keşfedildiğini düşünüyorum.. sanki biri tavuk göğsü yaparken telefon çalmış.. arayan manitasıymış.. bunlar boş beleş sevgili muhabbetine dalmışlar.. tabi bu arada tavuk göğsünün dibi tutmuş.. ocakta tatlının olduğunu hatırlayan şaşkın aşıkımız "anaaaooov.. yandı gülüm tavuk göğsü.." diyerekten ve bade süzerekten mutfağa koşmuş.. tatlının dibinin yandığını görmüş ve fakat ben diyim pintiliğinden.. siz deyin emeğine kıyamamasından.. adının açıklanmasını istemeyen bi diğer kişi desin oburluğundan.. atmaya kıyamamış.. oturmuş bi güzel yemiş.. çok hoşuna gitmiş.. sonra bunu teyzesinin kızının alt komuşusunun avro gününde diğer hatunlara anlatmış.. onlar da denemiş.. herkes çok beğenmiş.. ve olaylar bugüne değin baya bi gelişmiş.. sonuç olarak biz de bu şahane tatlıyı yer.. mevsimine göre üstüne dondurma bile kor olmuşuz.. sonra işte herkesler çok mutlu olmuş.. kırk gün kırk gece kazandibi yemişler..

evet konu buydu işte.. çok şaşırın tamam mı..
.

11 Haziran 2009 Perşembe

Ulan Günlük!

.
Sigarayı bırakmak hiç iyi bir fikir değilmiş! Bunu farkettim. Bunun ayırdına vardım. Bu gözüme çarptı. Bundan etkilendim. Bunu benimsedim. Bundan çocuğum olsun istiyorum.

Sigarayı bırakma günlüğü şeklindeki yazılardan da çok sıkılıyorum. Yalnız şunu da farkettim, insan o durumda ondan başka bi şey düşünemiyor. Başka bir şey düşünemediğin için başka bir şey konuşamıyor ve yazamıyorsun da tabi. Onu da farketmem iyi oldu. Onu da farkedince gözüm daha bi açıldı. Onu da farkettiğim için artık daha sağlıklı düşünüyorum. Ama ondan çocuğum olmasın. Tavşan gibi üremenin lüzumu yok!!

Bi de şey oldu tabii, az biraz sinir hasıl oldu bünyede. Ama çok az, yani farkedilmiyor hiç.
"Ayrılık kolay değil, bunu gel de bana sor" diye bi şarkı çalıyor şu an içimde. Hah işte o sana girsin ulan günlük!
.

3 Haziran 2009 Çarşamba

Tımarhane Notları #6

.
Öğle yemeğinde "yaprak" sarma vardı. Ben yiyemedim.
Hemşire Nimet'in bir ziyaretçisi gelmişti. Adamın ağzı alnında olsa da yakışıklı sayılırdı. Nimet Hemşire, çayına süt, sesine işve katarak adama;
"Aaaa, bana Naymıt de amaaa" diyordu. O artık bir İngilizdi.

Anladım ki herkes kendini bir şey sanıyordu.
Ben herkesi bir şey sanıyordum.
Oysa kimse aslında o şey değildi.

Anladım ki ben hiçbir şey değildim.
Var değildim.
Yok değildim.
Hiç, hiç değildim.
Herkes beni ne sanıyorsa, işte ben o şey değildim.

Eğildim.
Ve sarma'dan arta kalan son yapraklarımı yerden topladım.
Artık ticaret yapmayacaktım.
.

Tımarhane Notları #5

.
Bu gece Doktor Fritöz nöbetçi. Cinai helezon lambasını açık unutmuş. Uyumadığımı görünce ciğerlerime liposakşın yaptı. Artık pastörizeyim.

Aklım lambada kaldı...
.

2 Haziran 2009 Salı

Tımarhane Notları #4

Nicedir susuyor olmamı iyi bir şey sanan Doktor Umuz, bir ödül vermek adına beni buranın seyyar yatıcısı ilân etti.Arada bir yatıyorum. Sair zamanda çeneme kuvvet.

Ben de, gömleğimin cebine alelade tıkıştırdığım yaprakları satmaya karar verdim. Şimdi titizlikle müşteri arıyorum. Ancak bir yanları uysa diğer yanları uymuyor. Yaprakların üstünde damar olduğunu kimse görmüyor. Hâl böyleyken satmaya kıyamıyorum.

Her adımımda bir yaprak zayi oluyor.
Koridor uzun...
Ticaretten zerre anlamıyorum.
Birinin bunu Doktora söylemesi gerek.
.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Tımarhane Notları #3

Ve yemek masasına çıkıp bağırmaya başladı yine Musa;

-Eyyy Atinalılar!! Sokrates’i ben öldürdüm!!

Paranoyak olması takip edilmediği anlamına gelmiyor tabii, bence haklı.
Öyle hevesliydi ki ölmeye kendimden sağdığım sütümü ona verdim. İçinde bal vardı. Musa onu baldıran zehiri sandı. Bu sefer de ölemedi, ne acı..

Onu diyordum işte, Musa..

Musa çok fena. Mutlaka görmüşsünüzdür. Bazen çok ağırlaşıyor hâli, bağlayıp götürüyorlar.
Geçen yine Umuz Bey'in önüne attı kendini odasından çıkarken;
"Cioran'ı ben öldürdüm Doktor", diye başladı bağırmaya. Ve ağlamaklı devam etti;

-Artık uyuması gerek diye düşündüm. Ben ona Romence ninniler söyledim, o beni Fransızca dinledi. Ana diliyle dilimledim onu Doktor! Nasıl kıydım?
Yarının zalimleri bugünün kafası kesilmemiş mazlumlarından çıkar sandım, öyle demişti. Mazlumdu o Doktor! Nasıl yaptım?!!

Dizleri üstüne çökmüştü çoktan. Derken kollarına girdiler iki yandan.. Sürükleyerek götürdüler. "N'oluuur asın beni..." diye yalvarışları yankılandı Koridor'da bir süre daha. Ben hâlâ duyuyorum...

İçerden haber geldi sonra. Hasta bakıcılar zapt edememiş, Doktor'un odasına kadar koşmuş yarı çıplak. Sesleri duyunca içerden kapıyı kilitlemiş korkudan Umuz Bey. Yetiştiklerinde,

"Tanrı'yı da ben öldürdüm Doktor! Ama Nietzsche suçu üstüne aldı, o çok iyi biri Doktor, Doktor, Dokt..."

Götürmüşler Musa'yı. Diyeceklerini demesini beklememişler..

Musa'nın içinden atlar geçiyor...
NAL'lıyorlar Musa'yı...

(NAL: Bir şifre:
Norodol- Akineton-Largactil...

Acile getirilen akıl hastalarına 60'larda, 70'lerde sunulan meşhur 'kokteyl'.
'Nallayın şunu!' direktifiyle zerk edilirmiş vücutlara)
.

29 Mayıs 2009 Cuma

Tımarhane Notları #2

Doktor Umuz Bey bugün yanıma gelip "Günlerdir yaptığım araştırmalar ve meteoroloji raporları sonucunda gördüm ki, sizin kişilik örüntünüzde bozukluk var" dedi.

"Ziyanı yok, söker yine öreriz" dedim.

O sırada dışarıdan Musa'nın bağırışları duyuldu. Koridora çıktığımda iki koluna girmiş götürüyordu hasta bakıcılar. Aysel Gürel şaşkın, Ahmet Hamdi Tanpınar huzursuz, Oğuz Atay ise bıkkın görünüyordu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.

Kendime yeni bir hayat yazıp yazıcıdan çıktımı aldım.
.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Şişedeki Mesaj

.
"Fitifütü marka cilt kremi kaz ayaklarına çok iyi geliyormuş” dedi. 30 yaşını bir miktar geçmiş olanımızdı bu. Masada 4 kişiydik. Hepimiz 30 etrafında tur atıyorduk. Ben ramak kalmış olandım. Diğer ikiden biri merdiven dayamış, öteki de ipi göğüslemişti. Ortalama 30’duk ve 30 gerçekten çok ortalama bir yaştı.

Muhabbet gittikçe korkutucu bir hal almaya başlamıştı. Gözlerimin kenarına ayaklarını basan orospu kazlar yüzünden hayatım zehir olmak üzereydi. Acil tedbirler almalıydım. 30’giller öyle diyordu. Yoksa ordular halinde gelebilirlerdi. Ağzımın kenarında tavuk makatları, alnımın ortasında hindi dalakları, yanaklarımın her yerinde horoz ibikleri oluşabilirdi. Yüzümde oluşması muhtemel bu bir kümes dolusu hayvanla nasıl baş edebileceğimi bilmiyordum. Ama doğayla inatlaşmaya da zerrece mecalim yoktu.

“Ben alnımdaki şu çizgilere botoks yaptırıcam” dedi ipi göğüslemiş olan. Bir yandan da alnını gözümün içine sokmaya çalışıyordu. “Hangi çizgilere?” dedim. “Hani şu gülünce çıkanlar var ya, şurdakiler bak, onlara işte” dedi. Aslında bu cümleyi komik bulmuştum ama öyle bi dedi ki gülesim kaçtı. Mütereddit bir biçimde alnımı yokladım. Sevgili alnım, gülmediğim sürece mesele çıkarmayacak gibi duruyordu. Derin bir nefes aldım. “Botoksu memelere yaptırmak lazım bence” dedim. Ama beklediğim reaksiyonu alamadım. Her beklediği reaksiyonu alamayan insan gibi açıklama yapmak zorunda kaldım. “Hani yerçekimi merçekimi, felç edersek hep öyle kalırlar sanki, mantıklı değil mi la” dedim. Boş gözlerle bana bakmalarından bu konularla dalga geçilmemesi gerektiğini anladım.

Masanın katlanılırlık oranı her geçen dakika düşüyordu. “Ben de selülitler için bir şeyler düşünüyorum” dedi merdiven dayamış olan. “Sende selülit mi var lan?” dedim. “Başladı ufak ufak, sende yok mu?” dedi. Daha mütereddit bir biçimde götümü yokladım. Şık olmadı tabii. Böyle langıdık lunguduk davranma yaşlarımızın geçtiğini 30’gillerin bakışlarından anladım. Sonrasında hikaye daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz bir noktaya sürüklendi. Ama benim için bardağı taşıran son damla “mezoterapi” demeleri oldu. Eski arkadaşlarla şöylelemesine kafa dağıtmak için çıkılan bir gece için bu kadar bilimsellik fazlaydı.

Masayla ilişkilerimi kesip uzaklara doğru bakmaya başladım. Uzaklar dediğim de yan masalar falan işte. Peyote yine ana baba günü gibiydi. Yok lan ne anası ne babası, bildiğin çoluk çocuk günüydü. Masada konuşulanlar kendimi yeteri kadar yaşlı hissetmeme neden olduğu için herkes bana küçücük görünüyordu. Bir masada 3 tane civan gibi delikanlının yanında patates bi kız vardı. Patatesti ama gençti işte. Dünya yalandı. Hatta “adaletin bu mu ulan”dı. Çok içlendim. Hey gidi hey dedim. Az ötede bir süredir beni izleyen tüyü yeni bitmiş gence anne şefkatiyle baktığımı fark ettim. 15 dakikada pisikolocilerimin içine sıçmışlardı.

Tekrar bizim masadaki muhabbete dahil olmak istedim. Hala aynı şey dönüyordu ve ipin ucu yakalayamayacağım kadar uzağa kaçmıştı artık. Bahsi geçen konularda alenen cahildim. Böyle olmasına içten içe sevindim. Onlar gibi olmamak kendimi bir bok sanmama neden oldu.

Masada 3 şişe Miller vardı. Efesimi yudumlarken şişelerde bir ironi aramam ise gerçekten çok saçmaydı.
.