26 Eylül 2009 Cumartesi

Faili Muhalif!

Bu "BSSAH" şeklindeki dandik büyük harf dizilimi, "bireysel silahlanma ve savunma hakkı" gibi bir denyoluğun kısaltmasıymış. Ben amblemin üstüne çarpı atan tarafta olmayı tercih edenlerdenim. Bunun birkaç nedeni var: Malum önce görsellik geliyor artık. Bu açıdan bakınca, Amerikan polis rozetleri ve Western film afişleri kırması bu amblemin çok özenti ve özensizce hazırlanmış olduğunu düşünüyorum. Alt metindeki göndermenin gönderildiği kıtaya zaten itinayla ifrit oluyorum. Ayrıca mevzunun içinde bir tabanca varken "vurucu" bir sloganlarının olmamasını da bu oluşumun içindeki herkesin beyinsizliğine bağlamakta güçlük çekmedim. Kafası çalışmayan adamlarla ne işim olur lan benim! Buradan da yakalayamadılar beni. Ve son olarak bireysel silahlanmaya tevellüdümden beri karşıyım. Bence toplu halde silahlanalım. Ahuahaha. Şaka lan. Rahmetli Çehov'a nazire yaptım. Filmin bir sahnesinde silahı gösteriyorsan o silah mutlaka patlar arkadaş! İşte bu benim patladığım andır.

Bitirirken, bu elemanların bireysel mermilerine çizdiğim bir yol haritasını yayınlamak isterdim ama Paint'te yarattığım sanat eserlerini görmeye toplum henüz hazır değil. Şey diye düşünün işte, ateşlenen mermi, estetik bir manevrayla tabancayı tutan elin sahibinin göt nahiyesine doğru gidiyor. Güzergah bu.

Öpüyorum mıncırıklarınızı. Canlarım. Lağğğğn!
.

21 Eylül 2009 Pazartesi

Gölge 2 Buçuk

.
Erken kalkmalıydı. Niye erken kalkması gerektiğini hatırlayamıyordu ama erken kalkması gerektiğini biliyordu bir biçimde. Saat kaçtı? Koluna baktı. Birkaç gün önce bir sinir şenliği esnasında kırdığı saatinin boşluğunu gördü kolunda. Umursamadı. Zaman mühim değildi. Yattığı yerden doğruldu. Bir bardak su içti. Bir sigara yaktı. Hiçbir şey düşünmüyordu. Boş boş odaya baktı biraz. Sigarasını söndürdü. Üstüne bir şeyler giydi. Bahçeye çıktı. Bir bağ makası ve bir çapa, arkadaki kulubenin hemen yanındaydı . Onları aldı. Bahçedeki her çiçekten birer kök çıkardı. Birkaç da ağaç fidanı... Malzemelerini bir kovanın içine doldurdu. Çapa kovaya sığmadı, onu eline aldı.

Yürümeye başladı. Yolda ne bir insan, ne bir ağaç, ne bir ev, ne bir araç.. Görmedi. Onun için sadece yol vardı. Ve nasılsa her hâlükârda onu durduracaktı. Yürüdü. Hiçbir ses duymadı yol boyu. Yürüdü. Ayağı bir toprak yükseltiye çarpınca durdu. Durması gereken yer burası olmalıydı. Kovasını yere bıraktı. Hırkasını çıkarıp işe koyuldu. Çapayı ilk kaldırışında, karşıdaki ağacın dibinde oturan çocukla göz göze geldi. Çocuk aceleyle gözlerini çevirdi. Bundan rahatsızlık duydu. Çapayı toprağa vurdu. Şu meyve vermeyen ağaçların isimlerini hep karıştırıyordu. Bi tanesini tam da buraya dikmeliydi. Acaba bu mevsimde dikse tutar mıydı? Bilmiyordu. Tutsun istedi.

Sonra yan tarafa geçti. Bunlar nergisti. Şu köşe iyiydi. Tam istediği yere dikti. Bu onu gülümsetmişti. Düşünmeden çocuğun olduğu tarafa doğru baktı. Çocuk, sıkıca kapadığı avuçlarına öfkeyle bakıyor ve kımıldamıyordu. Tedirgin oldu. Görmezden gelmeye çalışarak zambaklar için toprağı eşelemeye başladı. Bir solucan çıktı. Solucandan korkar mıydı? Hatırlayamadı. Korkmamaya karar verdi. Devam etti. Zambaklar biraz hırpalanmıştı. Onların tutmama ihtimalini düşündü. Bundan korkmaya karar verdi.

Yine ismini ezberleyemeyip de kendince "lamba çiçeği" adını taktığı fidelere geldi sıra. Bunlar sarı açardı. Şöyle her yere serpiştirse güzel görünür diye düşündü. Elleri çamur içindeydi. Ayak sesleri duydu. Çocuğun olduğu tarafa doğru baktı hemen. Hâlâ ağacın dibindeydi. Onun orada olmasından garip bir mutluluk duydu.

Filbahri çiçeğini düşündü. Kelimenin tonlaması masal gibiydi. Ama ilkokulda şişman olduğu için kendisine fil lâkâbı takılan bir Bahri'ye ait olduğu da düşünülebilirdi. Bu düşünce onu çok eğlendirdi. Güller ve akşam sefaları da o köşeye çok yakışmıştı. Bir övgü bakışı alabilmek umuduyla çocuğun olduğu yöne baktı. Sırtını dönmüştü çocuk. Başına kapişonunu geçirdiğine göre hava soğumuş olmalıydı. Hırkasını giydi tekrar. Son çiçekleri dikmeye hazırlanıyordu ki yağmur başladı. Yağmuru sevmediğini hatırladı. Ama üstünde durmadı.

Hava kararmaya başlamış, kovada hiç çiçek kalmamıştı. Sırılsıklamdı. İlerideki çeşmeden kovaya su doldurdu. Bu "can suyu"ydu. 'Yağmur bunun yerine geçmez, hem o dua etmeyi de bilmez.. ' Bu sözü kim söylemişti? Hem sahi kendisi bilir miydi dua etmeyi? Hatırlayamadı. Her damlayı sadece "Amin" diyerek döktü toprağa. Bazen bu en güzel duaydı...

Tekrar duydu ayak seslerini. Ve sonra bir ses;

-Kızım, kim yatıyor orada?

Yaşlı bir kadındı. Yüzünde asılı kalmış yaşları gördü önce. Elinde şömiz ciltli, altın varaklı bir kitap vardı. Kitabı tanıdı. Bu Kitab-ı Azam'dı.. Kadın seslendi tekrar;

-Yavrum, neyin oluyor?

-Kim teyze?

-O çiçek diktiğin mezardaki işte...

Kadının gösterdiği yere baktı. Ektiği çiçeklere baktı. Servi ağacına baktı. Uzun uzun baktı. Sanki her şey az önce olmuş gibi baktı. Ve dudaklarından cılız bir kelime döküldü..

-Babam.

"Başın sağolsun" dedi kadın. Başını yokladı. Başı sağdı.

Karşıdaki ağacın dibinde oturan çocuk ayağa kalktı. Avuçlarından birkaç bayram şekeri döküldü. Mezarların arasında gözden kayboldu.
.

8 Eylül 2009 Salı

Aleni İntihal

.
"Hiçbir işe yaramam ben. Bunun için de sağ kalmama müsaade ediliyor herhalde. Ben işe yaramasını bilmem. Ben, insanın karşısında oturmasını bilirim. Bazen anlayışlı bir görünüşle susmasını bilirim. Bir şeyler yapmak gerektiğini hissettiğim zamanlarda, bir şeyler yapıyormuş gibi yapmasını bilirim. Mevzu ne olursa olsun sonunda kendimden bahsetmeden kendimi methetmesini bilirim. İyi ve güzel insanlar, kendileri ve başkaları için hayatlarının bir manası olan insanlar ölürken sağ kalmasını bilirim. Ve bütün bunları başkalarından biraz daha iyi ifade etmesini bilirim. Şimdi yaptığım gibi…."

Alıntı işini sevmiyorum ama bu burada dursun her daim çünkü mühim. Nereden alıntı olduğunu bulmak da sizin işiniz olsun zira ben buradayım, sen neredesin sevgili okur?
.

7 Eylül 2009 Pazartesi

Gölge II

.
Son kez evde olup olmadığımı kontrol ettim.
Evdeydim.
Arkamdan sessizce kapıyı çektim.
İçime 2 litre bol mineralli su serptim.
Koridorda ilerledim. Dile gittim. Dilsiz geldim.
“Çürümenin Kitabı”ndaki çürük portakallar gibiydim.
Portakal ağacını kökünden kestim!

Sonra bir kat içeri çıktım.
Hayat denilen kısır inekten umut sağdım.
Kızarmaya yüz tutmuş yapraklarımdan sarma sardım.
Ucuz numaraların hepsine inanıyormuş gibi yaptım.
Şahidinden satılık birkaç cinayet aldım. Hiçbirini kullanmadım!
1. dereceden hasta yanığıydım.
Ateşi düştüğü yerden kaldıramadım.

“Gecenin Sonuna Yolculuk”taydım.
Eski sevgilime uğradım. Yüzüne şöyle bir baktım.
Vay anasını lan! Ben unutulacak kadın mıydım!
Ömrümün 6 yılını bir kayık tabağa doğrayıp sinirle çıktım. Kaldırıma bi tekme attım.
Ayakkabımın birini olay mahallinde bıraktım.
Diğerinin derisini Türk Hava Kurumuna bağışladım.
Artık yalınayaktım.
Ve ben de bundan sonra hatırı sayılır bir alçak olacaktım!

Piedra ırmağının kıyısında oturdum. Ağlamadım.
Olan biten her şey için tek kişilik törenle hayıflandım.

Bir tepeye çıktım. Sigaramı yakıp dünyaya baktım.
Uçakları izledim. Otobüsleri izledim. Gemileri izledim.
Gidenleri izledim…
Dönenleri görmedim!
Kendimi izledim.
Yaşadıklarımdan öğrendiğim her şeye lanet ettim.
Mutluluğun resminin içine sızmaya çalışan tecrübesiz bir mülteciydim.
Beceremedim.

Yine başladığım noktadaydım. Işıkları yaktım. Kapıyı çaldım. Tam karşımdaydım.
Beni gördüğüme sevinmedim.
Bir şey söylemesine izin vermedim.
Aklımdaki metal soğukluğunu elimde de hissettim.
Kararımı vermiştim.

“Çok şey gördüm, beni yüzüstü gömün!” dedim.

Tetiği çektim.



Kanepedeydim.
Kalbime boncuklu bir kılıf işledim.
.

(Meraklısı için Gölge!)
.