30 Nisan 2009 Perşembe

Ben olmuşum başlık

Yarının tatil olmasıyla ilgili yaşadığım sevinçli duygulanımları anlatabilmemin imkanı yok ulan günlük! Mümkün değil de diyebilirdim ama yeteri kadar etkili olmayacağını düşündüm. Mefailün.

Saba Tümer kafası diye bir kafa var. Türlü çeşit kahkahalar ve arkasından gelen aığğyyyy benzeri nidalar şeklinde kendini gösteriyor. Gözleri belertmeye kadar varıyor durum. Tam öyleyim işte şimdi. Bu gece evde Saba Tümer besliyorum.

Neresinden başlasam ki... Bu gece erken uyumak zorunda olmamak mı desem yarın erken kalkmak zorunda kalmamak mı desem? Bu ikisinden hangisini desem... Onu bırak da en sevmediğim kelimenin "erken" olduğunu farkettim şimdi. Ama tamamen uykuyla ilgili bir durum. Yanlış olmasın. Doğru olsun. 0 /1. Binary düşünmek lazım.

Bir de darbe sonrası kuşak kafası var. Bu kafaların kızsal olanları, 1 Mayıs'ı Paris moda haftasının başlangıcı sanıyorlar. Erkeksel olanların ne sandığını ise Kaba Şimşek daha iyi bilir. Yanlış bir beyanatta bulunmayayım şimdi. Yazdıklarımı bir tek o okuduğu için kendisine de söz hakkı vermek istedim. Bizi niye kimse okumuyor ulan günlük? Nerde yanlış yapmış olabilirim? Ben niye paylaşım için teşekkürler, yüreğine sağlık, böbreğine kuvvet gibilerinden mesajlar almıyorum? Bak buraya yazıyorum, intiharın eşiğindeyim. Sonra da beyin göçü niye oluyor demesin kimse!!

Moralmanlarım motivasyonlarım bozuldu şu anda. Saba Tümer kafasından çıktım.

Bağlayalım. 1 Mayıs önemlidir.
Ne güzelsin 1 Mayıs
Çok güzelsin 1 Mayıs
1 Mayıs rulezzz!!


O gün...


Santimetrekareme düşen yağış miktarı astronomik rakamlara ulaşmıştı. Sabahtan beri başıma gelen aksilikleri unutmak ve bir an önce eve varmak istiyordum. Vapurdan inip dolmuş durağına doğru ilerledim. Yolun kapatılmış olduğunu fark etmem çok sürmedi. Oysa çok sürmemesi gereken şey eve gitmemdi. Herhangi bir cinayet işlemeden evde olabilmek gibi çok insani bir duygu adına mücadele ediyordum. Etrafta bir sürü çeşit ve ebatta polis vardı. Fosforlu yağmurluğunun arkasında trafik polisi yazan birini gözüme kestirdim ancak nasıl sesleneceğimi bilemedim. Bu esnada kafama düşen iri ve semiz yağmur damlaları acele etmem gerektiğini söylüyordu. Gelişine koyverdim;


-Trafik polisiiiiii! Heeyyy! Bakar mısınız?


Bakmadı. Kendisini arkadan dürtmek zorunda kaldım. Bu sefer baktı.


-Harbiye’ye nasıl gidebilirim acaba?

Soru netti. Cevap da öyle oldu.

-İnanır mısınız ben de bilmiyorum.


İnanırdım. O suratın herhangi bir şey bilmesi ihtimal dâhilinde değildi. En son öğrendiği şey “karşıdan karşıya geçerken önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakmalıyız” bilgisi gibi görünmekteydi. Bu da onu meslek sahibi yapmıştı işte. İçimdeki çaçaron, önyargının kitabını yazıyordu. Yağmur benimle dalga geçiyordu. Hiç komik değildi. Yine de gülümsemeye çalışarak teşekkür ettim. Çünkü bir süre önce hanfendi bir insan olmaya karar vermiştim ve bir yağmurla pes etmeyecektim. Rotamı Karayolları Hareket Amirliğine çevirdim.


İstanbul kuşatma altındaydı. Çeşitli boy ve ebatlardaki polisler, gazete kâğıtlarını katlayıp keserek elde ettiğimiz o el ele tutuşan mutlu adamlar gibi birer kulaçlık aralıklarla caddeler boyu sıralanmışlardı. Etrafta tek bir araç bile görünmüyordu ama endişelenmiyordum.

Birazdan Garp Cephesinin en babacan komutanıyla karşılaşacaktım. Karayolları Hareket Amiri beni bağrına basıp önce bir bardak sıcak çay ikram edecek, ben çayımı yudumlarken afili bir ıslıkla 30M’lerden birini ayaklarımın önüne serecek, hiç olmadı bir taksi çağıracaktı. Çok umutluydum. Umutlu ve ıslaktım. Cama tıklattım. Komutanım karargâhında elektrik sobasını açmış çay içiyordu. Beni iplemeyen yüz ifadesini savaş yorgunluğuna verdim ve eve nasıl gideceğimi sordum.


-Valla bütün yollar kapalı. Anca yürüyerek gidersin.


O anda her şey durdu. Havada asılı kalan yağmur damlalarına baktım. Trafiğe kapatılmış yola baktım. Harbiye yokuşuna baktım. El ele tutuşan polis konvoyunun en başındaki “yürüyerek” dedi.

Sonra yanındaki…

Ve sonra onun yanındaki…

Barbaros Caddesi boyunca her bir polisin ayrı ayrı ve uzaklaştıkça boğuklaşan bir sesle “yürüyerek” demesini bekledim.

“Lavuk musunuz lan hepiniz, şaka mı yapıyorsunuz laaağğğnnn!” diye bağıran biri vardı. Hasssiktir. Bu bendim. Yağmur, üzerimdeki hanfendi kostümünü eritmeye başlamıştı. Islandıkça çirkefleşiyordum.


Üstelik tüm bunların yanı sıra artık kadraja çiş de girmişti…


29 Nisan 2009 Çarşamba

Entel Larousse: Kakalamaya

Mitolojik Hint Destanı.

Yazılı örneklerine ilk olarak ben diyeyim M.Ö. 100, siz deyin 200 yıllarında rastlanılan bu dillere destan destan, yer yer Ramayana'daki mitlerle benzer özellikler taşır.
Nasıl ki Ramayanada ana karakter Rama ise, Kakalamayadaki ana karakter de Kaka'dır.
Ülkemizde emsalleri kadar kıymet görmemiş ve dilimize çevrilmemiş olmasının nedeni, kahramanımızın adıdır.
Ayıptır.

28 Nisan 2009 Salı

Acı Yok Rocky!



-Rocky, o bir insan değil, o bir makine unutma!

-O şerefsiz insan değil abi! Makine de değil. Bunların hepsi orospu çocuğu! Ne kolay vuruyorlar abi. Karşılarında bir can olduğunu görmüyorlar! Ağız dolusu yalanlar söylüyorlar, hiç utanmıyorlar abi! Binbir çeşit kılığa giriyorlar. Her durumdan muaf tutuyorlar kendilerini. Ben bu dünyaya bir türlü alışamadım abi!

-Acı yok Rocky!

-Nasıl yok abi! Benim gibi adama yapılır mıydı? Gitti abi. O adama gitti. Bıraktı gitti. Aşık oldum dedi. Bir gün önce bana diyordu. “Sevgilim” diyordu abi! “Sensiz yaşayamam” diyordu. Yanımda olmadığında uyuyamıyordu. Bana bakınca gözlerinin içi gülüyordu. Adrian abi. Bildiğin Adrian.
Bildiğin gibi değil abi!

-Siktiret koçum! Geçer bunlar. Acı yok unutma!

-Babam abi. Dağ gibiydi... Ona bir şey olmaz sanırdım... Görsen nasıl büyük adamdı... Oldu abi, ona bir şey oldu! Bir gün düştü. Bayılmıştı. Sarıldım ona. Gözlerini açtığında “iyi misin” dedi, kendini bıraktı da yine beni merak etti. Nasıl iyi olacaktım ki abi? Kanser olmuş dediler. Kafasında yumruğumdan büyük tümör var dediler. Geri dönüşü yok dediler. Doktorlar ne kadar da acımasız abi! Şimdi benim ağzımı burnumu kırdılar ya, bu çektiğim acı hiçbir şey değilmiş onun çektiğinin yanında. Ama bilsen nasıl acıyor abi, daha beteri nasıldır? O dayandı abi! “Ah” bile demedi.
Günden güne düşecek, sonunda seni bile hatırlamayacak dediler. O beni unutmazdı abi. Unutmadı! Haklı çıkarmadı onları. “Seni çok seviyorum” dedim. Özür diledi. Öleceği için özür diledi benden abi...
Ben nasıl acı yok diyeyim şimdi!!

-Rocky, yapma evlat, düşünmemeye çalış bunları.

-Bunları düşünmediğim tek bir gün yok abi...

-Rocky, kendine gel evlat! Aç gözlerini! Bu kaç söyle çabuk?

-Şimdi sen onu 2 sanıyorsun ya, o 2 değil abi, mavi! Masmavi hem de. Çocukken yüzdüğüm denizler kadar mavi… Ağaç dallarına uzanıp yukarı baktığımda gördüğüm gök kadar mavi… Biz büyüyünce mi kirlendi bu dünya abi?
Siktiret abi, cevap verme. Büyüklerin söylediklerinin yalan olduğunu anlayacak kadar büyüdüm. Büyüdüm ve bıktım. Hayat sadece tekrar filmlerinden ibaret...
Çok uykum var abi...

-Hayır Rocky! Sakın kapama gözlerini!

-Her taraf kan kokuyor abi...

-Rocky!

-Abi….

-ROOOCCKKYYYYY!!!

-………….

Davşan

Densiz bir alarmla uyandım. Son zamanlarda densiz alarmlarla ilgili çok ciddi sorunlarım vardı. Yorganı başımın üstüne çekip bir süre yeni başlayan günü protesto ettim. Gün beni umursamadı. Tavşan ve dağ hikâyesini düşündüm. Sonra öyle bir hikâye olmadığını fark ettim. Ama yine de ortada bir küslük vardı ve tahminimce çözülecek gibi de durmuyordu. Fazla zorlamadım. Dünyanın bütün tavşanlarının üstünü örttüm ve dağa sırtımı dönüp biraz daha uyudum.


Tekrar uyandığımda dağ yanımda yoktu. Belki bir not bırakmıştır diye etrafıma bakındım ama boşunaydı. Kullanılmıştım. Üstelik bu birliktelikten boy boy tavşanlarım olmuştu. Artık onlara hem analık hem de babalık yapmak zorundaydım.


Kalktım. Mutfağa gittim. Buzdolabından bir havuç çıkardım. Yedim.


27 Nisan 2009 Pazartesi

Hapşuuuuuu

.
Sevgili ulan günlük.

Evde, aşırı sigara tüketiminden mütevellit, normal insanların pek hoşlaşmayacağı karakterde bir koku oluşmuştu.
Bundan kurtulmaya karar verdim. Önümde beni bekleyen 2 seçenek vardı.
İlki, reklamlarla yaygarası koparılan temizlik malzemelerinden 3 alışveriş sepeti kadar doluşturup her yere foşur foşur girişmek olabilirdi. Hem o ara alçak mayk'lardan da kurtulur, içimde bir iş yapmanın saadetiyle mutlu ve gururlu bir ev kadını rahatlığına bürünebilirdim.
Ondan sonra gelsin kekler gitsin kısırlar. Ohhh, miss.
Ancak kısır sevmediğim yetmezmiş gibi, mayk'lara karşı da gizli ve derin duygular besliyordum ve bu seçeneği hemen eledim.

Geriye kaçınılmaz son kalıyordu.
Evet yaptım. Büyük bir alış-veriş merkezine gidip kendimden emin bir tavırla içeri girdim. Önce hedefe kilitlenmem gerektiğini biliyordum. Yol zorlu, mücadele çetin olacaktı. İtiraf etmek gerekirse önce başaramayacağımı düşünüp geri dönmeye kalktım. Ama yılmak yoktu ve bu iş bu gün çözülecekti. Reyonların arasında şuursuzca dolaşırken o naif, o melek gibi sesi duydum.

"Yardımcı olabilir miyim?"

Olabilir miydi? Bu cümle her şey için geçerli miydi? Örneğin içinden çıkamadığım kafa karışıklıklarıma bir son verebilir miydi? Uykumdaki ayar bozukluğunu tamir edebilir miydi? Bazı günler benim yerime çalışır mıydı misal? Ya da iş dönüşü yemeğimi hazır edebilir miydi?
Aklımın içinde uçuşanları birbirine bağlayıp bir ağırlık oluşturabilir miydi? Bana yerçekimi yasasını ispatlayabilir miydi? Bunların hepsini yapabilir miydi?

Bu gibi sorular bir film şeridi gibi sözlerimin önünden geçerken sesin geldiği yere doğru döndüm ve evet..
Yapamayacağına karar verdim. Suratımdaki o gereksiz gülümseme yerini 5 karışa bıraksa da hemen toparlandım ve asıl gayemi hatırladım.

“Çok teşekkür ederim, size çok ihtiyacım vardı” diye etkili bir giriş yaptım.
O ise, belki de nicedir duymadığı bu söz karşısında duygulanmış ve başka dünyalara akmış gibiydi. Olmayabilirdi de. Yani tüm bunlar benim kurgumdan ibaret olabilirdi. Hem niye başka dünyalara aksındı ki canım, hep yaptığı bir işti nihayetinde, ilk defa karşılaşıyor değildi ya.

Her şeyin altında gereğinden fazla mâna aramaktan vazgeçtim ve derdimi anlatmaya çalıştım.
“Hani böyle bi hede var, fıslıyor, kokuyor ama kötü değil valla, yani iyi biri o. Elbette ki bir insan değil ama kişilikli olmadığını kim iddia edebilir? Hem ne zaman kokacağına karar verecek kadar da tarz sahibi. Heh işte ondan istiyorum.”

Karşımdaki görmüş geçirmiş bi insan olacak ki benim bu süper ötesi tanımımdan ne demek istediğimi anladı.
Çiçekli bir bahçenin yollarındaymışçasına ve adeta kolkola aradığım şeyin bulunduğu reyona gittik. Bahsi geçen hede, arkadaşlarını da toplamış, bir bahar akşamı hasbıhalindeydiler.

Görevli kız, kurduğum çapraşık cümlelerden sonra sözü bana bırakmaması gerektiğini anlamış, araya girmeme izin vermeden içlerinden birinin özelliklerini öve öve bitiremiyordu.
Her “ama “ deyişime karşı, belli ki evvelinde üzerinde çok çalıştığı cümlelerden birini gözüme gözüme sokup, senin için en münasibi budur demeye getiriyordu.

Ama benim başka bir sevdiğim vardı. Rafta bana melül melül bakıyordu üstelik. Ne yapacağımı bilemez haldeydim. 10. dakikanın sonunda içimden “eehhh, yeter ulan” diyerek söylediğini kabul etmek zorunda kaldım. Ben kasada ödemeyi yaparken, gözümü kaldırıp son bir kez raftakine baktım. “Nikahına beni çağır sevgilim, istersen şahidin olurum senin” bakışları hafızamın derinliklerine bıçakla kazındı ancak yapacak bir şey yoktu artık. Olan olmuştu.
Elimde, gönül rızam olmadan aldığım hedeyle eve geldim. Tanıştık. İsmi kokumatikmiş. Memnun olmuş numarası yapıp düğmesini açtım ve bir kenara koydum.

Mutsuz bir evliliğimiz var. Kendisine bir türlü alışamıyorum. Soluğunu ensemde hissediyorum ve her fıslayışında refleks olarak “çok yaşa” diyorum.
Bu iş daha ne kadar sürer bilmiyorum.

Hayat.. Tuhaf.. Kokumatikler felan…
.

24 Nisan 2009 Cuma

Biri elimden tutsun lan!

Bilmemek çok kötü bir şey sevgili okurlarım. Allah düşmanımın başına vermesin. Mesela ben bu blogger gak guk işlerini pek bilmiyorum. Sayfayı bu hale ,,getirene kadar götümden ter aktı resmen. İşlerin nasıl yürüdüğüne dair de hiçbir fikrim yok. Teknolojiden zerre anlamıyorum. Neyse ki patronum bundan haberdar değil. Öhömm. Neyse. Siz de ne Allahsızmışsınız lan! Biri de gelir der ki, deyzecim der, hoşgeldin der, bi şeye ihtiyacın var mı filan der. Mail adresimi de yazdım oraya ama hiçbir numaranızı görmedik. Adab-ı muaşeret filan yalan olmuş. Hayır yani sikerim böyle işi çok afedersiniz.

23 Nisan 2009 Perşembe

Ulan Günlük!

"Mutlu insanlar orospu çocuğudur. Bizi mutsuzluk insan edecek" ulan günlük!

Filim Adamları

.
Gözlerimi kapatıyorum.

Newton’la bir elma ağacının altında otururken buluyorum kendimi. “Ne olacak bu yer kürenin hâli?” diye soruyor. Soru, dönüp dolaşıp bu günlere ulaşıyor. Ben ise biraz daha orada takılıyorum. Derken gökten 3 elma düşüyor. Newton sadece birine kıymet veriyor. El mecbur, diğer ikisini afiyetle yiyorum. Tuhaf tuhaf suratıma bakarken dönüp, “Ya ağaçta yetişen karpuz olsaydı?” diyorum. Ağzı açık kalıyor.

Evlerinin önündeki boyalı direğin oradan aceleyle geçen Edison’u görüyorum.
-Nereye böyle? diyorum.
-Graham telefon etti, acil bi mesele varmış diyor. Arkasından;
-O ampulü icad etmeyecektin hacım, diye sesleniyorum. Sözlerim kapsama alanı dışında kalıyor.

Einstein’ın yanına gidip soruyorum;
-Aynştayn Aynştayn söyle bana, var mı benden güzeli bu dünyada?
-Valla güzelim bu işler göreceli, diye cevap veriyor.
Rölâtivist bir küfür ediyorum, üstüne alınmıyor.

Kuşçu Ali ile gezegen avına gidiyoruz. Plüton’u altın kafese koyuyorum, ille de galaksim diye tutturuyor.

Moleküler düzeyde kendimi ispatlıyorum. Ama ya içinde kalıyorum evrimin, ya da tamamen dışında yer alıyorum.

Akademia’ya başvurumu yapıyorum. Mülakata çağırıyorlar. Platon köşesine kurulmuş, “Geometri bilmeyen giremez” diyor. Vallahi biliyorum. Ama işi yokuşa sürüyor. Başlarım ulan böyle felsefeye deyip vazgeçiyorum.

Akşam olunca, Mendel, “Bağımsız Çeşitler” lokantasında yemeğe davet ediyor beni. Mönüde sadece bezelye olduğunu görünce bir bahane bulup hızlıca uzaklaşıyorum.

Termodinamiğin 2. yasasına mugayir tavırlar sergiliyorum.
Leyden Şişesi’inden mey içiyorum. Şişeler devrildikçe iyiden iyiye Pasteurize olup, süt dökmüş Schrödingerin kedisi kıvamına geliyorum.

Pascal geliyor, "amca senin adını ilerde köpeklere veriyorlar ehehe" diye dalga geçiyorum. Sen misin böyle yapan, Demokles'in Kılıcıyla cart diye ikiye bölüyor beni.
Yarım yamalak kalıyorum...
Bir yarımı zor günler için saklıyorum.
Diğer yarımla kusmaya başlıyorum.
Öğürdükçe yarım çıkıyor.
Öğürdükçe çıkarıyorum yarımı.
Her seferinde daha küçük parçalara bölünüyorum.
Yarım yarım gülmeye devam ediyorum.
Sonra bir daha.
Ve derken bir daha.
Bölündükçe çoğalıyorum, bitmek tükenmek bilmiyorum.
Zenon Paradoksu adındaki hücreye tıkıyorlar beni.

Gözlerimi açıyorum.
.

22 Nisan 2009 Çarşamba

Kumandanın dayanılmaz dayanılmazlığı!

.
Ah gidinin Suzan Teyzesi…

O zamanlar annem ve babam siyah-beyaz, kardeşlerim sepya daha… Suzan Teyze kırmızı. Suzan Teyze komşu. Kimsenin külüne muhtaç değil. Televizyonu var. Televizyondaki herkes onun eşi dostu. Ben küçüğüm. Her delikten sığıyorum o zamanlar. Ki zaten Suzancığımın gönlü geniş. Herkesi sığdırıyor kendine bir zamanlar…

Suzancığım, televizyona çıkan herkesi evine gelmiş sanardı. Eğlence programlarında, kalabalığı görünce telaşlanır, “bunca insana ne ikram edeceğiz” diye sinirli sinirli söylenmeye başlardı. İbrahim Tatlıses’e aşıktı. İbo, ayağında kundurasıyla ne zaman televizyonda görünse, kısa bi süreliğine gözden kaybolur, en güzel elbisesini giymiş ve kırmızı rujunu sürmüş olarak geri dönerdi.

-Bak gördün mü çocuk, gene geldi.
-Geldi Suzan Teyze.
-Yarın da gelir mi acaba? Ay temizlik de yapmak lazım. Her yer toz içinde.
-Bilmem, gelir belki.
-Sana bir şey söyledi mi? Aaa ama olmuyor böyle. Validesiyle gelsin bir dahakine. Mahalleli laf ediyor. Çekemiyorlar zaar.
-Söylerim Suzan Teyze.

Gönlü de aklı da ferman dinlemiyordu. Herkes ona deli diyordu. Delirmek öyle kolay iş değilmiş, şimdi şimdi anlıyorum.

Zap.
“Mutfağıma güveniyorum. Masama güveniyorum.”
Yoluk saçlı bir kadına dublaj gibi yankılanıyor ses. Arkada ayaklı bir lamba. Hep aynı lamba. Lambader. Belki de demez. Ancak yarışmacıların kafalarını ışıl ışıl yapan şey kesinlikle bu lamba. Lambanın yanına geçenin fabrika ayarları bozuluyor. Hepsi bardak diyor kaşık diyor. Kıl diyor tüy diyor. Ama ben enginar sevmiyorum. Çok tuzludan az tuzsuz olmadığı takdirde çorba içmiyorum. Prensip olarak geceleri sıçmıyorum.

Zap.
“Evi olsun, maaşı olsun, adam gibi adam olsun.”
Tam adam olmasa da olur. Adam “gibi” olsa yeter. 1 dakika düşünme süresi. Karar anı.
“Başka adaylara da bakmak istiyorum.”
Çünkü bu ilk bakışta adam gibi görünüyordu ama profilden öküz gibi çıktı. Bu modelin biraz daha keriz gibisini bulursam elektirik alabileceğimi düşünüyorum.

Zap.
“-Okuyor musun kııız?
-İvet.
-Ne okuyorsun?
-Tıp okuyorum.
-Aaa ne güzel, branşın ne?
-Genel böyle.
-Hangi okul peki?
-Evde okuyorum ben. Kendi kendime. “

Yetti!
Bu kalabalığa ne ikram edeceğimi bilmiyorum. Misafirperver değilim. Olmak istemiyorum. İbo, eve kunduralarıyla girdiğinde çok bozuluyorum. Her yer toz içinde kalıyor. O ısrarla gene geliyor. Gördün mü çocuk? Görüyorum. Görmek istemiyorum. Kırmızı ruj sürmüyorum.
Mutfağıma güvenmiyorum. Her an bir şerefsizlik yapabilir. Ama masama güveniyorum. O da bana güveniyor. Birbirimize güveniyoruz. Tabii mahalleli laf ediyor. Çekemiyorlar zaar. Halbuki adam gibi masa. Kendisine karşı elektirik kaçırıyorum. Hemen yanına bir lambader yerleştirip geceleri üstünde tıp okuyorum. Haftaya beyin cerrahı olacağım. Sonra da nasipse uçak mühendisi.
Bu arada kereviz de sevmiyorum. Mümkünse başka adaylara bakmak istiyorum. Genel böyle.

Ne adamlar gördüm içinde masa yoktu, ne masalar gördüm içinde adam yoktu diyerek ve Zeki Müren'in de bizi gördüğüne can-ı gönülden inanarak satırlarımı satırlıyorum.

Suzan Teyze seni anlıyorum.
.

21 Nisan 2009 Salı

Vira bismillah!

Sevgili okurlarım.

Henüz sayınız, az denemeyecek kadar yok, yok denemeyecek kadar hiç olsa da mühim değil. Bir gün bu satırları okuyacaksınız. Siz bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım geyiğine gireceğimi sanıyorsanız aldanıyorsunuz dostlarım. Ha-ha. Nasıl da taklaya geldiniz di mi? Ya işte öyle yaparım. Neden. Çünkü çok entel dantel bi insanım. İşte şimdi ne kadar entel olduğumu ispatlamak için bir alıntı yapacağım. Üstad diyor ki: "Doğu oturup beklemenin yeridir. Yeteri kadar beklerseniz her şey ayağınıza gelir."
Üstadın kim olduğunu da siz kendi öz kaynaklarınızla öğrenin ulan! Her şeyi ben mi söyleyeceğim! Lale devri bitti! Artık öyle hazıra konmak filan yok! Herkes çalışıp gelecek. O kadar!

Siz sinirlendiğime bakmayın canım okurlarım. Ne diyordum, hah, Doğu oturup beklemenin yeridir. Ben burada bekliyorum. Geldiyseniz ses etmeyin. Kafam kaldırmıyor.