26 Temmuz 2010 Pazartesi

Yok bir şey...

.
Fevkalade olağan bir gündü. Bir çocuk ellerinin ve burnunun kıpkırmızı kesilmesine aldırmadan basılmamış karlara basma telaşında değildi çünkü kar yağmıyordu. Yalnız bir kadın penceresine vuran yağmur damlalarının camdan aşağı kendilerince bir yol çizerek süzülmelerine bakarak akıp giden hayatı için kederlenmiyordu çünkü yağmur da yağmıyordu. İşe yetişmek için topukları sırtına değecek kadar hızlı koşmasına rağmen kaçırdığı vapur için hayıflanan genç adam, bir sonraki vapurda hayatının aşkıyla karşılaşmadı. Yaşlı kadının, her bir parçasını kör kandillerin kısık ışıkları altında işlediği çoktan sararmış dantel ve nakışlarla dolu çeyiz sandığından, rahmetli kocasının delikanlılık zamanlarından kalma bir fotoğrafı çıkmadığı için yüreği burkulmadı. Karnı burnunda olmasına rağmen tarlada çalışan, beceriksizce bağlanmış yazmasının altından siyah zülüfleri görünen pazen şalvarlı taze gelinin ansızın doğum sancısı tutmadı. Hiçbir adam, çocuklarını da yanına alarak başka birine kaçan karısından ve kendisini en zor zamanlarında yüzüstü bırakan dostlarından yediği darbeyi unutmak için rutubetli bir meyhanede tek başına rakısını yudumlamadı. Gecekondu mahallesinin dar sokaklarından birinde tek kale maç yapan ve tüm eğlenceleri bundan ibaret olan, kara gözleri kirli yüzlerinin ortasında iki zeytin tanesi gibi parlayan çocukların üstüne doğru hızla gelen bir arabanın artık çok geç kalınmış acı freni duyulmadı. Erkekliğiyle ilgili alaylı söylentilerden usanan ergenliğini çoktan geride bırakmış genç, cebindeki parayı denkleştirip tüm cesaretini toplayarak yaşlı ve çirkin fahişelerle dolu bir genelevin kapısından içeri, etkisinden hayatı boyunca kurtulamayacağı bir adım atmadı. Rızası alınmadan gerçekleşen bir evliliğe mahkûm olan kadın, ihtiyar kocasının, çıplak vücudu üzerinde ileri geri giderken çıkardığı hırıltıları unutmak ve bedenindeki izlerden kurtulmak için saatlerce banyoda kalarak suyun altında ağlamadı. Meydandaki kahvede tavşankanı çaylarının yanında sarma sigaralarını tüttüren köylüler arasında kulaktan kulağa herhangi bir haber dolaşmadı. Annesinin mutlaka pazarlık yap diye tembihleyerek alış verişe yolladığı kızın elindeki poşetlerin birinden fırlayan yemyeşil bir elma, yuvarlana yuvarlana giderek daha önce oralarda hiç görmediği esmer bir delikanlının ayaklarının önünde durmadı. Kulübesinde kendi halinde yaşayan, yüzü yılların yorgunluğunu gösteren kırışıklarla dolu olan yaşlı bir balıkçının can yoldaşı olan çoban köpeği, gecenin bir vakti sessizliği yırtarcasına havlamaya başlamadı. Kimse yepyeni bir hayata başlamak için terminalden kalkan ilk otobüse atlayıp, yol boyu başını cama yaslayarak düşüncelere dalmadı. Hiç kimse eski bir radyonun başına geçip şarkılardan dilek tutmadı. Kül tablasında sigarasını söndürebileceği boş bir yer arayan yazar, saatlerdir baktığı sarı saman kağıda yazacak tek bir şey bile bulamadı. Olağanüstü sıradan bir gündü. O gün anlatılmaya değer hiçbir şey olmadı.


Not: Bu yazı, bilomun aynı isimli süperkulade yazısına paralel olarak yazılmıştır.
.

25 Temmuz 2010 Pazar

Şöhret!


Her şey blogumla ilgili övgü dolu sözlerin ulusal gazetelerin birinde sürmanşet yayınlanmasıyla başladı.

Ünlü biriydim artık. Dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Tüm gözler bana çevrilmişti. Her hareketim olay olacak, her sözüm hadise yaratacaktı.

Şamşırmış vaziyetteydim. Sıcaktan beynim büzüşmüştü. Bakkala gidip içecek soğuk bir şeyler alayım da şuurum açılsın dedim ama o da nesiydi? Artık öyle palas pandıras bakkala filan gidemezdim. İç organlarıma varana kadar fotoğraflarımı çekmek isteyecek gazetecilere makyajsız yakalanıp aleme madara olmaya niyetim yoktu. Derhal gidip kendime bir çift göz kaş çizeyim dedim. Zira kargaların bok yeme saatine kadar oturmuş ve henüz gözlerimi yumalı birkaç saat olmuşken apartman temizlikçisinin ısrarlı zil darbeleri neticesinde uyandırılmıştım. Bu da uykusunu alamamış canım yüzümün, üstünden dozer geçmiş gibi görünmesine yol açmıştı. Makyaj zımbırtılarının başına geçip doğaçlama bir teknikle elime geçeni yüzüme sürerken apartman temizlikçisini işten çıkarmaya karar verdim. Ne münasebetti canım. Belki ben orda Nobellik bir şey yazıyorum!! Benim konsantrasyonumu bozmaya ne hakkı var yani! Kadını kovacaktım. Hatta apartmandaki herkesi kovacaktım. Ben artık başka bir sınıfa mensuptum ve etrafımda bu sınıftan olmayan kimseyi görmek istemiyordum. Böyle söylene söylene makyajımı tamamladığımda korkunç neticeyle karşılaştım. Oha amına koyim bu ne lan! Bülent Ersoy’a benzemiştim. Hemen gidip tuz ruhuyla yüzümü kazıyana kadar yıkadım. Zaten bu sıcakta makyaj mı yapılır! Fakat bu haldeyken çıkamam. Aklıma harikulade bir fikir geldi. Güneş gözlükleri!! Dana kadar gözlükleri taktığımda makyajla ilgili bir problemim kalmadı. Kafamın tepesinde, her bir teli başka yöne savrulmuş saçlarımın bağımsızlıklarını ilan etme girişimlerini de bir şapkayla bastırınca kafa kamuflajımı tamamlamış oldum. Tam oldu bu iş çıkayım diyordum ki götümdeki şortun pıtırcıklanmaya başlayan selülitlerimi gizleyemeyecek kadar kısa olduğunu fark ettim. Ben yaşamaya üşeniyorum bir de kalkıp üstümü mü değiştiricem! Sikerim böyle işi deyip dışarı çıkmaktan vazgeçtim.

Sakin sakin oturdum biraz. Yakında yağacak olan kitap teklifleri için 2 satır bir şey yazdım. Gerisini de yazarım yea n’olcak, atla deve değil sonuçta. Birazdan röportaj yapmak için telefonum çalmaya başlardı. Kim bilir ne abuk sabuk şeyler yazardı o ipneler. Ben içimdeki atlardan söz ederken onlar yatak odasını işin içine karıştırırlardı. Tüm iyi niyetimle yatak odasından uyumayı kast ettiklerini düşünüp uyku vaziyetlerimin çok randımanlı olmadığını söylerdim mesela. Sonra da “Yatağında bir at olmadan uyuyamıyor!!” diye manşet. Yuh anasını satiyim, öyle manşet mi olur lan! Hiçbir gazeteye röportaj vermemeye karar verdim.

Şöhret bana gitgide ağır gelmeye başlamıştı. Hiçbir şeyden mutlu olamıyordum. Sefa pezevengi olmuştum artık. Uyuşturucuya başlarsam bu yükün biraz hafifleyeceğini düşündüm. Ancak evde bu anlamda hiçbir sikim yoktu. Ne biçim ev lan bu! Evimi de kovmayı aklıma koydum ama bu iş için bir yerlerden ödül mödül almayı beklemem gerekecekti. Fakat uyuşturucu için bekleyecek durumum yoktu. Krize girmiştim. Uyuşturucu işte böyle lanet bir şeydir. Yokluğunda çıldıracak gibi olursunuz. Buzdolabında artık hangi aklı evvel arkadaşım aldıysa bir sebzelik dolusu marul vardı. Herhangi bir yiyeceği aşırı miktarda tükettiğinde kafa yapacağına inanan bir abimin bu tezini denemek üzere marulları yemeye başladım. Ama ikinci yaprağa geldiğimde canımdan bezdim. Böylece uyuşturucu işi de mantara bağladı.

Gazeteci korkusundan dışarı çıkamıyordum ama geçenlerde beni bi temiz döven evime de sığamıyordum bir türlü. Sıkıntım iyiden iyiye kendini gösteriyordu artık. Birkaç arkadaşımı aramayı düşündüm ama onlar benim halimi nerden anlayacaklardı sanki. Hepsi sahteydi. Sırf şöhretimden faydalanmak için yanımdaydılar. Dost bildiklerim iki dakkada yalan olmuştu. Vay yavşaklar. Arkadaşlarıma çok sinirlenip hepsini kovmaya karar verdim. Doyumsuzluktan mütevellit bir ara lezbiyen filan mı olsam diye de düşündüm fakat kadın memesi ellemeyi yüreğim kaldırmayacağı için o işten anında vazgeçtim. Herkes beni musmutlu sanıyordu ama ben o gösterişli hayatımda herkese gülücükler saçarken içimde hep ağlayan bir palyaço vardı, ya da her ne bokumsa işte. Yalnızdım. Yapyalnızdım. Kimseye güvenemiyordum. Evden çıkamıyordum. Hiçbir şeyde teselli bulamıyordum. Bu şöhreti kaldıramıyordum...
.

11 Temmuz 2010 Pazar

Sütten ağzı yanan kadınla yoğurdu üfleyerek yiyen adamın maceraları!

.
Sıkıntıdan kendimi dişlemek üzereydim. Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Günlerdir bende kalıp da sırtımdan sopayı, karnımdan sıpayı eksik etmeyen arkadaşım gitmişti. Şaka la çok iyi bakıyordu bana. Nepnefis yemekler yapıyordu. Bulaşıkları yıkıyordu. Bakkala çakkala gidiyordu. Canım arkadaşım yaa, keşke gitmeseydi :( Ama gitmişti. Herkes gitmişti. İstanbul’da bir ben bir de mahalledeki piçler kalmıştı sanki ve mına goduğumun evlatları gerçekten çok ses çıkarıyorlardı. Birkaç tanesini kessem belki biraz rahatlarım dedim ama bu kadar küçük bireyler için elimi kana bulamak istemedim.

İnternetlere girip biraz dolanayım dedim. Millet Facebook’ta çoktan summer of holiday albümleri paylaşmaya başlamıştı. İpneler. Sanki ben istesem gidemem! Bastı tabi bana sinir. Tatildeki herkesi arkadaş listemden çıkardım. Sonra parmağım uyuşana kadar bicivilıd oynadım. Sıkıntım geçmek bilmiyordu. Çin’ce mi Japonca mı olduğunu anlayamadığım birkaç blog bulup onlara paylaşım için teşekkürler zart zurt şeklinde yorumlar yazdım. Ne cevap verdiler anlayamadım tabi de bir tanesi cevabının sonuna gülücük koydu. İsmi Takeru. O kadar iyi bir insan ki. Bundan sonra en kıral arkadaşım Takeru. Ama işte iletişemeyince Takeru’dan da sıkılıp bilgisayarı kapattım.

Ne kadar yalağuz olduğumu düşünüp depresyona girmeye çalıştım önce. Olmadı. Kısmet değilmiş. Sonra midemden ses geldi. Meğer ben kahvaltı etmemişim ya la! Hemen sevgili mideme mükellef bir sofra hazırlamak için ayaklandım. Acaba börek mi yapsaydım? Ya da şöyle İtalyan usulü bir omlet? Çok şükür elimden her iş gelir sdsfs. Aman zeytin peynir gibisi var mı yea. Kendime minimalist bir tepsi hazırlayarak kahvaltımı yatağıma getirdim. Gerçekten çok romantiktim. Yedim işte bir şeyler, midem sustu en azından. Tepsi kucağımda öyle yattım bir süre. Bi zahmet kalkıp tepsiyi mutfağa götürürken ayağım kabloya takılmasın mı? Tepsi kucağımdan fırlamasın mı? Bardaklar tabaklar şangır şungur kırılmasın mı? Kırıldı. Kalçamın yerle kavuşması da oldukça törenseldi doğrusu. Ayağım dana kadar şişti. Şalterler indi tabi benim. Düştüğüm yerde, tam kırılmamış olanlarını da ben kırıp her şeyi öylece bıraktım.

Salona giderken duvara tosladım. Buzdolabının kapağına dirseğin hani tam böyle sinir olan yeri var ya, hah işte orayı çarptım. Banyo yaparken sıcak sudan haşlandım. Dışarıdaki piçlerin sesini duymamak için pencereyi kapatayım derken kafamı gömçürttüm. Tepsinin devrildiği olay mahallinden geçerken ayağıma cam battı. Onca zamandır gül gibi geçindiğim evim bugün beni dövdü :/

Yediğim bunca dayağın ve can sıkıntımı gidermek için yaptığım bir dünya şeyin bir hayrını görmeyince oturup bunları yazdım. Siz de okudunuz. Peki elimize ne geçti derseniz, bi sikim geçtiği yok. Tohumunuza para mı saydım lan!! Ayrıca başlığın konuyla ilgisi olmayabilir ama şu haldeyken benden mucizeler beklemiyorsunuz herhalde. Adiler. Hepinizden nefret ediyorum :(((((

Taam be taam etmiyorum. Öbüyorum mıncırıklarınızı.
Si yuu.
.

4 Temmuz 2010 Pazar

Tımarhane Notları #12

.
Güneşli bir İstanbul sabahıydı ve Boğaz Köprüsünde geliş yönünde trafik akıcıydı.

Bahçedeydik. “Bugün Pazar” diye sevinç ve kederle bağırıyordu rahmetli Nazım Bey, “Bugün Pazar!” Heyecanı nedensiz değil, bugün onu ilk defa güneşe çıkardılar. Bay Kafka havuzun başında kucağındaki boş kafese sımsıkı sarılmış vaziyette oturuyordu. Doktor Umuz Bey onunla ilgili olarak, kafesine bir kuş mu arıyor yoksa kendine bir kafes mi arıyor asla bilemeyeceğiz diyor. Bandini için de söylemişti. Ne kuş ne de balık demişti. Bazen bilmemek en büyük özgürlük.

Hemşire Nimet, Akaki Akakiyeviç’i bu sıcakta palto giymemesi gerektiğine ikna etmeye çalışıyordu. Kâtip Bartleby kendisine ne söylenirse söylensin yapmamayı tercih ediyordu. Werther ile Raskolnikov koruluktaki ceviz ağacının altında rus ruleti oynuyor, Gregor Samsa toprağı kazıyarak kendine bir yuva yapmaya çalışıyor ve Hikmet Benol… Hikmet benim sevgilim ama kendisinin henüz bundan haberi yok.

Her tarafımdan yazarlar ve roman kahramanları fırlıyordu. Bu kalabalığın ortasında kendimi birkaç yüzyıl geç doğmuş gibi hissediyordum. Dünyanın bütün lokomotifleri aynı anda düdük çalsalar belki... Neresinden bakarsam bakayım zor bir gündü ve ben arkasından itmediğim sürece geçeceğe benzemiyordu.

Doktor Umuz, yanıma gelip neden saatlerdir yapayalnız oturduğumu sordu. Dağ gibi adam gözümün önünde gözleri olmayan üniformalı bir klozete dönüştü.

Güneşli bir İstanbul sabahıydı ve Boğaz Köprüsünde gidiş yönünde trafik yıkıcıydı.

Sifonu çektim.
.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Tımarhane Notları #11

.
Koridora çıktığımda karşımda Kaşgarlı Mahmut, Banu Alkan, Cemil Meriç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Aristoteles ve bana göre arkadaşlar, Umuz Bey'e göre hastalar vardı. Ferruh, hararetli hararetli iç açılarını hesaplamaya çalışıyordu. Açıölçer yerine akımölçer kullanıyordu ama ses etmedim. Zaten kim bilir içinden neler akıyordu...

Benim iç acılarımın toplamı ise 180 derece hız sınırını çoktan aşmıştı.
Bir daha alkollüyken kendimi sürmemeye karar verdim.
.