28 Mayıs 2010 Cuma

Houston, bir sorunumuz var!


O sıralar, yarı zamanlı olarak astronotluk yapıyordum. Kolay iş değil. Her gün binlerce fit yol git gel, ssk yok bir şey yok. Kıyafet desen kıyafet değil. Çişin gelse hayatın bitik. Hele bir de regl olduğunda... Yaşattığı Sabiha Gökçen gönenci de olmasa çekilecek kahır değildi. Ama iyi kötü idare ediyordum işte. Mekiğim kız gibiydi. Bazen teybe bir Cengiz Kurdoğlu kaseti koyup galaksiler arasında slalom yapıyor, bazen de Ankaralı Namık'la neşemi buluyordum. Uzayda trafik olmaması büyük avantaj ama karanlık insanı çok efkarlandırıyor. Başını camdan uzatsan zaten anında sarhoşsun. Uzay kafası çok acayip. "Adaletin bu mu ulan dünya!" sözünü dünyaya karşı söylemişliğim var mesela. Bir gün kafam yine güzel, dedim "durdurun dünyayı binecek var" Kimse gülmedi. Kimse yok ki amına koyim kim gülecek! Zaten komik değil. Ama işte kuyruklu yıldızlardı asteroitlerdi yok efendim süpernovalardı filan derken yanıyor devreler tabi. Bana diyorlar ki işte git orda Drake denklemini çöz. Kolaysa gel sen çöz it!! Zaten uzaylıyla karşılaşıcam diye aklımın yarısı çıkmış! Neyse işte çözmedim ben tabi. Yevmiyeli iş zaten, mesaimi doldurur ekmeğime bakarım ben hacı. Gel zaman git zaman girmediğim karadelik kalmadı. Uzayın kompedanı oldum adeta.

Ya ben bunu daha şekilli ve uzun yazardım ama çok işim var ulanlar. Beni bir süre mazur görün. Ya da görmezseniz görmeyin lan! Tohumunuza para mı saydım sanki!!!

3. gezegendeyim.

Öbdüm.

Entel.
.

16 Mayıs 2010 Pazar

İçim ürperiyor, ya evde yoksam?

.
Alarm çalıyordu. Alarm sesi, şu hayatta duymaktan nefret ettiğim seslerin en başında gelir. Kafamı yastığın altına gömüp ses giriş ünitelerimi kapatmaya çalıştım. Devekuşlarını düşünün. Çok düşünülecek tarafları yok kabul, şimdi tekrar konuya dönün. Alarm diyorduk. Nasılsa birazdan kapatır ve osura osura uyumaya devam ederdi, hep yaptığı şey. Ama alarm ısrarla çalıyor ve beklediğim hamle bir türlü gelmiyordu. Sinirle dönüp yatağın diğer tarafına baktım. Zaten bütün dönüşlerim sinirledir ancak konumuz bu değil. Sabahın köründe yerimden fişek gibi kalkmama neden olan şey başkaydı. Kendimi bildim bileli aynı yastığa baş koyduğum, her gece koynuna girip her sabah kollarında uyandığım kendim, bu sabah yanımda değildim!

Önce derin derin nefes alıp sakin olmaya çalıştım. Kim bilir, belki de henüz uyanmamıştım. Bütün gün saçma sapan ve karmakarışık şeyler düşünmekten bitap düşen zihnim, böylesi korkunç bir rüyayla benden intikam alıyordu belki de. Korkunç rüyalara kâbus denir diyecek olanlar, rica ederim çenenizi kapatın. Kâbuslar gerçektir. Yazı yazıyorum şurada, sizinle tartışamam. Neyse işte uyanmamış olma ihtimalim üzerinde biraz daha düşündüm ve bunu test etmeye karar verdim. Saçmalamayın lan sayın okurlar, elbette filmlerdeki gibi kendimi tokatlayacak değildim. Hemen işimi düşündüm ve akabinde koca bir hassiktir çektim. İşim aklıma geldiğinde sövüyorsam her şey normal ve aklım açık demekti. Ama hayır, her şey normal değildi. Ben yoktum lan! Kaşla göz arasında dana kadar kadını kaybetmiştim!

Acaba tuvalete filan mı gitmiştim? Tabi ya, kim çişine karşı koyabilir ki? Hemen yerimden fırladım ancak tuvaletin kapısı ardına kadar açık ve içi sonuna kadar boştu. Salona baktım ama nafile. Zaten evde mutfak dışında bakılabilecek bir yer de kalmamıştı ama orada olmam söz konusu bile değildi. Ev ararken 'Nasıl bir şey bakmıştınız' diye soran emlakçıya, 'Mutfak olmasa da olur' demiş bir insandım nihayetinde. Kendimi koltuğa bırakıp bir sigara yaktım ve kafamı toparlamaya çalıştım. Acaba polisi mi arasaydım? Zaten nicedir eşkâlimi veresim vardı. Gerçi geçenlerde bunu anneme söylediğimde terliğini çıkarıp 'Orospu mu olacaksın başıma' diye başlayıp devamında bir kamyon sövmüştü. Allah var, iyi söver. Kadıncağız ne anladıysa artık… Ana yüreği tabi bi yerde. Her neyse işte, sonuç olarak anam aklıma gelince polisi bu meseleye bulaştırmamaya karar verdim.

Ben, bütün akşamdan kalmalığımla kendimi nerde kaybetmiş olabileceğimi düşünürken telefon çaldı. İş yerinden bir arkadaş. Normalde kimse beni hafta sonu erken bir saatte aramaya cesaret edemez. Yani belli ki bir şey olmuş. Panikle ‘Nerdesin?’ diye sordu. Kara haber nasıl da tez yayılıyordu. Ağzım çemçük bir vaziyette ‘Bilmiyorum’ dedim. ‘Uyanamadın yine di mi?’ dedi. O ‘yine’ kelimesindeki kinayeyi normalde uç uca ekleyip kendisinin götüne sokardım ama neyse ki acım vardı. ‘Çabuk gel, çalışıyoruz bugün unuttun mu?’ dedi. Ya ben kendimi unutmuşum adamın bana dediği lafa bak! Tam söylenmeye hazırlanırken benden önce işe gitmiş olabilme ihtimalim beni tarifsiz sevinçlere sürükledi. ‘Tamam be tamam öf!’ diyerek telefonu kapatıp hemen giyindim. Ha yeri gelmişken, sapık olanlarınızı şenlendirecekse söyleyeyim, bütün bunlar olurken son derece soyunuk vaziyetteydim.

İş yerinde beni tam bir hezimet bekliyordu. Hezimet kelimesini burada sırf artistlik olsun diye kullanıyorum. Yoktum yani, işe de gelmemiştim. Zaten mesai saatlerinde bile işe gitmeyen biri için bu şaşılacak şey değildi ama bir umuttu yaşatan insanı işte, n’apıcaksın. Hazır ordayken hayvan gibi çalıştırdılar beni. ‘Kendimi kaybettim, bırakın gideyim’ dedim ama dinletemedim. Anıra anıra güldüler bana. Aman da çok komik!!

Çıktığımda gün akşama dönmüş, ağaçlar yapraklarını dökmüş, kuşlar gökyüzüne küsmüştü. Havada bulut vardı ve bu da dumanın sebebini açıklıyordu. Sonra birden vakitsiz bir yağmur başladı. Arkamdan tüm şehir ağlıyordu adeta. Meteorolojik durumu yeteri kadar dramatize edebildiysem geçiyorum. Sokaklarda başıboş dolaştım öyle. Her köşe başından karşıma çıkacakmışım gibi umutla baktım dünyaya. Sonra canım dondurma çekti, hep hüzünden oluyor bunlar. Aldım yedim tabi, hayat devam ediyor sonuçta. Dondurmamı yerken bile gözüm hep kendimi arıyordu. Ama sokaklar zalım, sokaklar hayındı. Hiçbir yerde yoktum. Zaten yorulmuştum. Bunlar da insan bacağı sonuçta, o kadar yürünür mü! Sikerim böyle işi deyip bir taksiye atladığım gibi eve geldim. Arama kurtarma çalışmalarıma sonra devam edecektim...
.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Tımarhane Notları #9

.
Doktor Umuz Bey, önündeki sürahiden bardağa bir miktar su doldurduktan sonra masaya koydu ve "Dikkatlice bakın, bardağın neresini görüyorsunuz?" dedi.

Dikkatlice baktım. İtiraf etmeliyim, suyun renginin olmaması ilk bakışta biraz kafa karışıklığına neden oluyor. Kokla deseydi de aynı gerilimi yaşardım çünkü su kokmaz. Bir de mesela Hidrojen çok delikanlı bir elementtir. Sırf su olsun diye her zaman kendinden 2 verir de 1 veren Oksijene gıkını çıkarmaz. O değil de 2'nin 1 olduğu her yerde kutsal bir şey vardır. Bu mühim. Ama mevzu bu değil.

Babaannem çok sert mizaçlı bir kadındı ve meşhur klişenin aksine içinde pamuk gibi bir kalp filan da yoktu. Yüzündeki çizgiler sanki doğduğundan beri oradaymış gibi görünürdü. Ona bakan bir bilim adamı, Kızılderililerin aslen Karadenizli olduğunun ateşli savunucularından biri olabilirdi, hem de içinden. Bel kemiğinde, dedemin onu bırakıp eşkıyalığa heves ettiği 10 sene boyunca taşıdığı 14’lünün izi vardı. Belki de o silah onu böyle kötüleştirdi, bilemiyorum. Her neyse işte. Bir gün bahçede maaile oturuyoruz. Babaannemin yetiştirdiği süt mısırlar kocaman bir tencerede kaynıyor, büyükler muhabbet ediyor, biz kardeşler kuzenler sağa sola koşup duruyoruz filan. Çocukların vazifesi budur, büyükler muhabbet ederken salak salak koşarlar. Vazifemizi en iyi biçimde ifa ediyoruz yani. Sonra mısırlar pişti, hepimiz aldık birer tane yiyoruz. Sonra babaannem yüzünü ekşitip elini ağzına götürdü ve az ısırılmış bir arı çıkardı. Sonra öldü. İnsanın bir şeye karşı alerjisi olup olmadığını öğrenmesinin bedelinin canı olması enteresan. Kaldı ki bunu öğrendiğinde yaşının 80 olması da ayrıca enteresan. Ölüm, kendini gerçekleştirmek için bazen ciddi bahane sıkıntısı çekiyor. İşte biz o zaman, ölü babaannemin arı sokmasına karşı alerjisi olduğu bilgisini nereye koyacağımızı bilemedik. Dikkatlice baktım, babam daha çok bilemedi.

1 naaşla 2 naaş arasında matematiksel olarak ifade edilemeyecek farklar vardır. Toplu ölümler şehadet hissi verir. Kapınızın önündeki bir tabut, çoğu zaman sadece bir ölüye yardım ve yataklık ederken, 2 tabut adeta bir kahramanlık hikâyesinin beşiği gibi görünür. Ağbimin eşiyle oğlu şehit düşmüş gibi hissetmiştim bu yüzden. Oysa sadece pazardan dönüyorlardı. Domateslere karşı verdikleri onurlu mücadeleyi kaybettiler demeyi tercih ederim. Kaza yerinde, ezilmiş sebzeleri gördüğümde biraz rahatlamıştım. Biz yenilmiştik ama karşı tarafın da kaybı büyüktü. Genç ölümleri insanda ilk olarak, acıdan ziyade şaşkınlığa ve dolayısıyla saçmalamaya sebep olur. 24 yaşıma geldiğimde yengem gibi ölebilirim sandım. 3 buçuk yaşında ölmeyi öğrenen yeğenimi ise hiç anlayamadım. Dikkatlice baktım, ağbim daha çok anlayamadı.

Halam öldüğünde kızına dikkatlice baktım. Amcam öldüğünde oğluna dikkatlice baktım. Depremin ertesi günü dünyaya dikkatlice baktım. Sevgilimi terk ederken yüzüne dikkatlice baktım. Ağbim komaya girdiğinde herkese dikkatlice baktım. Babam ölürken bana dikkatlice baktılar… Her zaman dikkatlice bakacak bir şeyler oldu. Peki ne gördün, derseniz, bunu anlatabilmem zor. Ama dikkatlice bakmanın ne demek olduğunu biliyorum. Bu yüzden insanlar gözlerini üstüme sapladıklarında ters giden bir şeyler olduğunu düşünüyorum.

Doktor sorusunu yineledi. Bardağın neresini görüyormuşum. Eğer hâlâ bir bardak varsa, dolu ya da boş olması kimin umurunda.

"Kendisini" dedim.

Suyu içtim.
.