29 Aralık 2010 Çarşamba

Telgraf

.
Evlatlarım! Ben. Havva Ananız. Sizi doğuracağıma taş doğuraydım diye feryat ettim yüzyıllardır. Bu gün taş doğurdum. stop.
.

16 Aralık 2010 Perşembe

Tımarhane Notları #15

.
Bu gece Doktor Ütü nöbetçi. Uyumadığımı görünce takılı olduğu fişten kendini kurtarıp yatağıma geldi ve “Korkmayın, düzeleceksiniz.” diyerek göğsüme dokunmaya başladı. Ben, bir ütü tarafından düzeltilme fikrinin şaşkınlığını üzerimden atamadan bir sıcaklık duymaya başladım. Sonra aniden geceliğim alev aldı. Göğsüm yanıyordu. Paniğe kapıldım, kurtulmaya çalıştım ancak ütü gitgide ağırlaşıyor ve beni eziyordu. Yardım istemek için boğazım yırtılırcasına bağırıyor ancak kimseye duyuramıyordum. Sonra bir şey oldu. Uyandım. Bir bardak su içtim.

Görünür bir hasar olup olmadığını yoklamak için geceliğimi kaldırıp baktım. Memelerim vardı. Hatta daha aşağılarda kadın olan başka yerlerim de vardı. Onların ne zamandır orada öylece durduklarını bilmiyordum. Bunu düşünmenin sırası mı? Bunu düşünmenin sırası değil.

Bu gece Doktor Umuz nöbetçi. Cinai helezon lambasını açık unutmuş. Uyumadığımı görünce ciğerlerime botoks yaptı. Şimdi daha iyiyim.

Aklım lambada kaldı.
.

25 Kasım 2010 Perşembe

İşin içi

.
Bazen işin içinden çıkamadığım doğru. Üstesinden gelemediğim de. Üstesi diye kelime olmaz.

Birkaç saat önce, geçmiş zamanlardan biri bugünüme canlı bağlandı. Belki farkında değilsiniz ama zaman makinesi denilen şey bize bir telefon kadar yakın. Her neyse, aradı işte. Benim için tüm gemilerini yakmaktan filan söz etti. Halbuki gemi nimettir, yakılmaz. Bir gemim olsa 3 kere öper başımın üstüne koyardım. Böyle dedim. Böyle dememek lazım tabi, daha insancıl cevaplar vermek gerek. Sorun sende değil bende demek örneğin. Çünkü sorun bende. Benimkinin üstüne sorun tanımam. Bugün kedim öldü. Bir kedim olduğunu bilmiyordum. Oldu ile öldü kelimeleri de tabiat kanunları kadar birbirine yakınmış bak, yazarken fark ettim. Yazarken kelimelere takılmaktan vazgeçmeliyim. Birçok şeyden vazgeçmeliyim. Aslında hiç benim olmamış olan ve şaşı olduğu için ismini Zekeriya koyduğum kedimin, yoldan geçen bir kamyonun sebebiyet verdiği talihsiz bir kaza sonucu iç kanama geçirerek hakkın rahmetine kavuşmasına üzülmekten vazgeçmeliyim. Geçtim gitti. Zaten kedi annemindi.

Ne diyordum, bazen üstesinden gelemediğim doğru. Altısından kalkamadığım da. Altısı diye kelime olur.

İş çıkışı biraz yürümek bana iyi gelir diye düşündüm çünkü yürümeyi hiç sevmem. Yürümeyi sevmem ama sevmediğim şeyleri yapmayı severim. Çünkü sevdiğiniz şeyleri yaparken zaman hiç geçmesin istersiniz. Oysa ben geçsin istiyorum. Mantık bu, çok alengirli bir tarafı yok yani. Neyse işte, yürüdüm, iyi gelmedi. O halde üstüme başıma bir şeyler alayım dedim, burada az evvel bahsettiğim formülle doğru orantılı bir durum var tabi. Aldım, aynı sonuç. Teorisyenlerini siktiğiminin matematiği yanılmıyor.

Birkaç gündür etrafımda konuşmaya kalkan herkesin ağzına odun sokasım geliyor. Her ağzı olana odunla yetişemiyorum tabi. Burası biraz sıkıntılı. Bir de az evvel talihsiz kaza dedim, yanlış o. Kaza denilen şey talihli olmaz çünkü. Hiç kimse, geçenlerde bir kaza yaptım kolum koptu gözüm çıktı bir iyi geldi bir iyi geldi ki sormayın demez, saçmalamayın. Bir de mesela kafası patlamış biriyle empati kurmak için kafanızın patladığını hayal etmekle kafa patlamıyor. Yani patlıyor da aynı biçimde değil. Denemeyin derim. Son olarak dişi kedilere Zekeriya ismini vermeyin.

Bazen işin içinden çıkamadığım doğru. Şu ara işin içindeyim. Birkaç güne kadar çıkmazsam Doktor Umuz'a haber verin.

Sevgiler.
.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Pisikolocilerim bozuldu aneyyy!

.
Kahramanımız iş yerinden bir arkadaş. Her boşlukta çocuğuna telefon ediyor. Ben ne güzel aney sevgisi diye düşünürken, bugün yanımda konuştu evladıyla ve ben küçük dilime göz koyacak kadar büyük bir açlığın kollarında buldum kendimi. Kadın çocuğuna her şeye dair komutlar veriyordu. Şimdi yemek yiyebilirsin, şimdi elini yıkayabilirsin, evet bebeğim şimdi su içebilirsin, canım şimdi koltuğa oturabilirsin, höt zöt diye devam ediyor bu.

Hayatı boyunca kimseden komut almamış, vermeye kalkanları da estetik hareketlerle karşıya şutlamış biri olarak, zavallıcık çocukceğizin psikolocisini düşündüm. Neden böyle yaptım peki? Çünkü psikoloci çok mühimdi. Her eyleme şık bir kılıf idi. Aslında hiç kimse kötü değildi, olsa olsa psikolocileri bozuk idi. Yarın öbür gün bu çocuk manyak olduğunda hepimiz onu anlayışla karşılayacak idik. Karşılarız, orası mevzu değil de ben asıl bu kadının psikolocilerini düşünmeye doğru inceden yol aldım.

Sevgili Marakeşli hemşehrilerim.

Şu geçmişi boklu dünyada, bildiğimiz en samimi sevgi biçimi aney babey sevgisi değil midir?
O mübarekler ki hiçbir çıkar gözetmeden, kayıtsız şartsız severler bizi. Samimiyet dediğimiz meret nedir peki? İçinden geldiği gibi davranmak, içi dışı bir olmak, rol kesmemek, artistlik yapmamak ve saire. Ve fakat böyle manzaralar neticesinde bu konuda da artık bütünüyle kuşkudayım.

Her şeyden önce bi kere bu kadın dünyaya kazık çakmış, zinhar ölmez! Hadi ölümü geçtim, ‘herhangi bir sebeple evladımın yanında olamazsam’ ihtimalini düşünmüyor bile.
Oysa kendisinin olmaması durumunda o çocuk sürahiyi bulamaz, bulsa suyu bardağa koyamaz, koysa ağzına götüremez, götürse yutamaz! Ne oldu şimdi?
Susuzluktan öldü yavrucak!

Bir de olayın sevgi arsızlığı boyutu var. Kadın tarafında tabii. Çocuğun hayatını kolaylaştırmak adı altında, onun eli, ayağı, böbreği ve dalağı olarak kendisine muhtaç bir sakata dönüştürüyor, karşılığında da minnet dolu bir sevgiden nasipleniyor böylece. Çocuğun beynine doğuştan yerleştirilmiş olan karar verme mekanizması ise, “kullanılmayan organlar zaman içinde küçülür” tezine göre, beynin diğer işlevleriyle beraber kişisel tarihin tozlu sayfalarına gömülmeye mahkum oluyor.

Ama ben biliyorum bunların sebebini. Hepsi, o 100 maddede hayatın katakullilerini öğretelim kitapları yüzünden oluyor. 100 maddede aşık oluyoruz, 100 maddede sevgilimizin bizi sevip sevmediğini, aldatıp aldatmadığını anlıyoruz, 100 maddede kariyer yapıyoruz ve 100 maddede daha neler neler yapıyoruz. Bu kadın da kuvvetle muhtemel 100 maddede çocuk yetiştirmeye kalkıyor. “Mantar bile yetişmez hanııımm” diyorum lakin anlaşamıyoruz.

Bir bardak su uzatıyorum:
-Susamışsındır, yutmayı unutma! diyorum.

Endişeli bir tebessümle bana bakarken ben olay mahallini hızlıca terk ediyorum.

Böyle işte sevgili Bolivyalı din kardeşlerim. Bunları düşündükçe içim dışıma çıkıyor. Çok samimiyim anlayacağınız.

Aklınıza mukayyed olun lan :/
.

5 Kasım 2010 Cuma

Osman

.
Bu sabah Osman beni öperek uyandırdı.

Her zamanki gibi gecikmiş ve birkaç dakikanın bile önemli olduğu bir sabahın köründe merdivenleri koşarak inmeme rağmen metroyu kaçırmıştım. İçimden küfürler savura savura bir banka oturup diğerinin gelmesini beklemeye başladım. “Yine geç kaldın” dedi biri. Boş gözlerle sesin geldiği tarafa baktım. Gülümsüyordu. Yanıma ne zaman oturduğunun farkında değildim. “Yine” kelimesini neye istinaden kullandığını anlamış değildim. “Kıl payı” diye devam etti. Kıl payı, benim için önemli bir sözdü. Hayatım, kıl payı yetişmek ve kıl payı kaçırmak üzerine kuruluydu. Son dakika insanıydım. Kader denilen şeyle köşe kapmaca oynuyordum sürekli. Her şey o kıl payı yüzünden değişip duruyordu. Ve yine o kıl payı yüzünden hiçbir şey olması gerektiği gibi olmuyordu. Bu sözü söylemesi garipti. Yok canım, nereden bilecekti. Herhangi bir şey söylemedim. Ama etkilenmiştim. O ara metro geldi. Ben önden bindim ancak kalabalıkta onu gözden kaybettim. Toplam 4 dakika kadar süren bu süre zarfının içine, sadece “seni özleyeceğim” yazan bir mektup yerleştirip kafamın içinde bilinmeyen bir adrese gönderdim. Hayatımın aşkını da kıl payı kaçırdığımı düşünerek saçma sapan bir günü daha, kişisel tarihimin tozlu yaprakları arasına, kaydetmeye değer bir şey bulamadan gömmek üzere işe gittim. Ama itiraf etmeliyim ki gün içerisinde birkaç kez kendimi onu düşünürken yakaladım.

Akşam eve dönerken, bizim sokağın köşesinden aniden karşıma çıktı. Tedirgin oldum. “Korkma” dedi. Gözlerimin içine bakıyordu. En içime bakıyordu sanki. Kendimi çırılçıplak hissediyordum. İkimiz de hiç kıpırdamıyorduk. Bu durum ne kadar böyle sürdü bilmiyorum. Sessizliği bozan o oldu. “Hadi gel benimle” dedi, “şurada güzel bir yer biliyorum, biraz konuşalım.” Gitmemem gerekiyordu, artık kimseye güvenmemem gerekiyordu. Ama gittim. Biraz konuştuk. Sonraki günlerde, birazdan biraz daha fazla konuşur olduk.

Gittiğimiz her yerde insanlar bize bakıyordu. Hiçbir bakışı umursamıyorduk. Sürekli konuşuyorduk. Onun anlattığı şeyleri çok seviyordum. İlişkimiz başlayalı sadece birkaç ay olmasına rağmen sanki doğduğumdan beri onu tanıyormuş gibi hissediyorum. Aynı şeyleri seviyor, aynı şeylere sövüyorduk. Üstelik hiç de sıkıcı olmuyordu bu aynılık. Çünkü benim anlattıklarım onu, onun anlattıkları da beni fişekliyordu adeta. Daha önce hiç geçmediğim yollardan havalı kornaya basa basa geçiyordum sanki. Aklımın içinde binlerce otoban... Zemin kaygan. Kayıp duruyordum…

Telefon kullanmıyordu ama istediğim her zaman ulaşabiliyordum ona. İki eli kanda da olsa geliyordu. Gel dediğimde geliyordu. İki elim kanlı olduğunda da gidiyordu. Git dediğimde gidiyordu. Hiç sitem etmiyor, hiç ikiletmiyordu. Bir keresinde “Hadi birlikte faili meçhul bir cinayet olalım.” dedim. “Katil kim olacak?” dedi. “Ben ölürüm, sen ol.” dedim. “Sen ölürsen ben olamam.” dedi. Kafam karıştı.

Sanıyorum bu bitmeyen kafa karışıklığımın başlangıcı o konuşma oldu. Ondan sonra her şey garip bir hal almaya başladı çünkü…

Osman bu sabah beni öperek uyandırdı ve ben uyku sersemliğimi üstümden atamadan da gitti.

Son zamanlarda hep telaşlı, bir şeylerden kaçıyor gibi. Ailemin, bir süre burada kalmamı uygun görmesi canını çok sıkıyor. İşin aslı bundan ben de hoşlanmıyorum. Çünkü bu doktoru hiç sevmiyorum. Çünkü doktor ısrarla “Osman diye biri yok!” diyor ve verdiği ilaçları kullanmazsam her şeyin çok daha kötü olacağını söylüyor.

23 gündür buradayım. Tırnaklarımı kesmiyorum. Saçlarımı taramıyorum. Yıkanmıyorum. Yeteri kadar kötü kokarsam beni burada tutmazlar diye düşünüyorum. Çünkü bu duvarlardan çok korkuyorum. Çünkü olan biteni bir türlü anlayamıyorum. Çünkü bazen gizlice…

Tanrım…
Lütfen bugün yağmur yağmasın.
“Ve eksilsin artık odamdan doktorun getirdiği Osman’sız sabahlar…”
.

27 Ekim 2010 Çarşamba



Bilhassa bunları çok sevdiğim için siz de görün istedim. Dahası Derin Hakikatler isimli sitede. Bakmakta yarar var.
.

21 Ekim 2010 Perşembe

Nöron yolları haritası

.
Hikayelerde konu bütünlüğü olmalıdır diyorlar. Olaylar belirli bir sırayla akmalıymış filan. Oysa ben konudan uzaklaşmayı severim. Sıradan çıkmayı severim. Birkaç sahne önce ne olduğunu anımsamamayı severim. Birkaç sahne sonra ne olacağını umursamamayı severim. Bu sebeple birazdan çok bütünlüklü şeyler yazmayabilirim. Ama size söz veriyorum, bir daha bütünlük kelimesini kullanmayacağım. Ne biçim kelimeymiş lan, nalet gelsin böyle kelimeye.

Kadınlar hikayeleri sever. Bu yüzden yaşadıkları aşkları başka kadınlara anlatırken olduğundan daha fazla hikayeleştirirler. Sonra hikayenin bu yeni halini daha çok severler. Yani birilerine adamı ne kadar sevdiklerini anlatmayı, adamın kendisinden daha çok severler diyorum. Belki de ne dediğimi bilmiyorum. Belki kendi durumuma bir kılıf arıyorum filan. Ama amına koyim böyle durumun. Ne sikko bir durummuş lan bu, şakülümü kaydırdı alenen :/

Bu ara zaman ile ilgili kafam karışık vaziyetlerde biliyorsunuz. Bu konuyu inceleyen bir kitap okuyorum mesela, orada diyor ki "Burundi'de zaman tarif edilir, yani saymak yerine bir özellik atfedilir. Karanlık bir geceye "sen kimsin?" gecesi denir mesela, çünkü hava biriyle karşılaştığınızda yüzünü göremeyeceğiniz kadar karanlıktır ve karşınızdakine kim olduğunu sormanız gerekir." Saymak yerine tarif etmek sizce de çok güzel değil mi la? Bayıldım valla bu fikre. Bundan sonra en sevdiğim kavim Burundililer. Çok kral insanlarmış yemin ederim.

Ben böyle bazen yeni bir şey öğrendiğimde sevinçten çıldırıyorum. Gözlerim parlaya parlaya, hararetli hararetli anlatıyorum böyle ilk gördüğüm kişiye. Gözleri parlaya parlaya dinleyen insanlar buluyorum lan, ne güzel.

Uzatmayayım.

Edit: Çok karışık konuşmuşum, benim kafalar çok karışık çünkü. Ama zaten siktiredin yazıyı, gelin de az muhabbet edelim.
.

18 Ekim 2010 Pazartesi

İzafiyet

"Zaman'ı benim kadar iyi bilseydin, dedi Şapkacı,
onu harcamaktan söz açmazdın."

Önce anlamazsın. Her yerde koşuşturan insanlar vardır. Çalan telefonlar vardır. Yetişmen gerekiyorsa mutlaka trafik vardır. Daha uzaktaysan bilmemkaç sefer sayılı uçakta rötar vardır. Vapur çalışmaz çünkü hava muhalefeti vardır. Gidiş yolundan puan alamazsın. Sonuca zaten varamazsın.

Sonra anlamazsın. Hastaneler vardır. Doktorlar vardır. Her şeye hazırlıklı olun’lar vardır. Ameliyatlar ve yoğun bakımlar vardır. Odaları birbirine bağlayan koridorlar vardır. Koridorların kenarları hep duvardır. Duvar diplerinde yaralı parmağına sürecek sidik ararsın. Olasılık ilminden medet umarsın. Köprüyü geçene kadar Hipokrat’ı kral sayarsın. Doluya koyarsın, boşa koyarsın. Baktın olmuyor amına koyarsın.

Üstelik anlamazsın. Mevzu sıcakken yanında olan insanlar vardır. Mevzu soğudukça uzaklaşan insanlar vardır. Mutlaka onların da kendilerine göre sorunları vardır. Sıcakla soğuğu ayıramazsın. Zaten ayırsan da işin içinden çıkamazsın.

Düpedüz anlamazsın. Mekanik sesler vardır. Ciddi yüzler vardır. Yapılan klinik çalışmalar vardır. Gerçekler vardır. 2 kere 2’ye farklı bir sonuç ararsın. Kendine yeni bir formül kurarsın. Pi’yi 3 alırsın. X’i yalnız bırakırsın. Y’yi adamdan saymazsın. Limitin nereye gittiğine aldırmazsın. Ama hesabı bir türlü tutturamazsın. Hem zaten tuttursan da kimseyi inandıramazsın.

Neresinden bakarsan bak, anlamazsın. Olanlar ve bitenler vardır. Elinden gelmeyen şeyler vardır. Tek çare zamandır. Kendini koltuğa bırakıp gözlerini kaparsın. Zamanı arkasından itebilmek için tek tek saniyeleri sayarsın.

Sekizbinaltıyüzyetmişiki…

Sekizbinaltıyüzyetmişüç…

Sekizbinaltıyüzyetmişdört…
.

14 Ekim 2010 Perşembe

Nöbet Notları

.
Şu anda bir hastane odasındayım ve bekliyorum. Aslında şu ana dair olan durum sadece hastane odasında olmam. Beklemek tam 2 yıl 1 ay 21 gündür baki. Hazır bir hastane odasındayken ve tam 2 yıl 1 ay 21 gündür bekliyorken size biraz beklemekten bahsetmek istiyorum: Beklemek hiç güzel bir şey değildir.

Şimdi içimden bir ses beni "Üstelik" diye başlayan bir cümle kurmaya zorluyor. Korkmayın, yapmayacağım. Size, hemen yanıbaşımda uyuyan, derin derin uyuyan, sanki 2 yıl 1 ay 21 gündür uyuyan o değilmiş gibi uyuyan adamdan, o adamla aynı karından doğmuş olduğumdan, aynı karından doğmuş olmanın ne demek olduğundan filan bahsetmeyeceğim. Çünkü bunlardan bahsetmek de pek güzel değildir.

Galiba yazının burasında, hastane diye giriş yaptığım ve yakın geçmişte bir kaza geçirmiş olduğum için bizzat kendimden bahsettiğimi düşünüp ödleri kopan, akılları çıkan, evlatlarını kesen, bayraklarını yarıya indiren okurlarıma bir izahat yapmam gerekiyor: Kendimden bahsetmiyorum. Çünkü tahmin ettiğiniz gibi sevgili okurlarım, kendimden bahsetmek de pek güzel bir şey değildir.

Esasen dün gece, yazma çizme işlerinde gayet hatırı sayılır biriyle yaptığım uzun sohbetin özet tavsiyesi, kendimden bahsetmem gerektiğine dairdi. Bu kadar aksiyon dolu bir hayatım varken başka şeylerden bahsetmemin lüzumu yokmuş filan. İkna olmuş değilim ama dizim ağrıyor. Dizim ağrıyorsa size biraz kendimden bahsedebilirim. Size biraz kendimden bahsetmem gerekirse dizim ağrıyor. Bitti.

Kendimle ilgili olan kısmı bitti diyorum, yoksa yazı bitmedi. Yani bence bitmedi çünkü daha anlatacaklarım var. Fakat ne anlatacağımı bilmiyorum. Eğer bir yazar olsaydım size birazdan nelerden bahsedeceğimi bilirdim. Derdim ki sevgili okurlar, size birazdan şunlardan bahsedeceğim. Ama bir yazar değilim. Zaten mesela bir yazar olsam çıldırmamak için yazardım. Oysa şu anda sadece uyumamak için yazıyorum. Çünkü uyumamam gerek. Sebepleri basitleştirmeye bayılıyorum. Her neyse, insan yazdıkça bir konu bulabiliyor. Birkaç cümle önce ne anlatacağımı bilmiyordum halbuki. Bence uyku harika bir konu. Şu esnada en çok uykudan bahsetmek istediğim için size biraz uykudan bahsetmek istiyorum.

Uykuyla ilgili söyleyebileceğim çok fazla şey var ama güzel olup olmadığını tartışmayacağım şimdi. Çünkü 2 yıl 1 ay 21 gündür uyuyan birini izliyorum. Bazen ben de onun gibi uyumak istiyorum. Yaşayanlar ve ölüler evreninin haricinde bir de uyuyanlar evreni olabilir mi? Normal insan uykusu değil kastettiğim, hep uyumak. Koskocaman bir yatakhaneden ibaret bir evren düşünün. Düşündünüz mü? Keşke düşünmeseydiniz. Düşününce kafası karışabiliyor insanın çünkü. Uyumayınca da karışıyor ister istemez. Yani kafamın karışık olduğunu kabul ediyorum. Hakkımdaki tüm suçlamaları da kabul ediyorum. İnkar etmeye halim yok. Bir de mesela şu anda o kadar çok uykum var ki uyumaya halim yok. Aslında yeri gelmişken size biraz halsizliğimden bahsetmek...

Kahve içeyim.
.

30 Eylül 2010 Perşembe

Tımarhane Notları / Hastanın Seyir Defteri II

.
Evet ne diyordum, aslında cama vuran yağmur damlalarıyla aram hiç iyi değildir. Ama çiçeklerim olunca sevdim şimdi. Bir tanesi çok güzel kokuyor. İnanın burnuma sokasım geliyor böyle. "İnsan kederlendikçe toprağa meyyali artarmış." Bunu bir yerden mi duydum ben mi uydurdum tam çıkaramıyorum şimdi. Ama öyle bir vaziyet hissediyorum kendimde. Kederlendikçe toprağa sarılasım geliyor böyle. Önümüzdeki bahar demo bir bahçe yapmaya karar verdim mesela. Şöyle her sebzeden iki kök. Doyumluk değil sevimlik. Başka bir yerinden okursanız bir nevi Nuh'un Gemisi. Hani belki de hiçbir şey olamamışların kralıyımdır diyorum ya kendime, aslında sebze peygamberiymişimdir belki de.

Yani diyorum ki kimse ölmemiş, kimse komalarda kalmamış olsa, ben böyle bir güzel motora binsem... Önce biraz böyle rüzgarı hissetsem... Sonra hızlansam... Hızlansam... Daha çok hızlansam... Nefes alamayacak kadar çok hızlansam... Sonra bir şey olsa... Ne olduğunu size anlatamayacak olsam...

Yok aslında bunu demiyorum.

Şöyle bizimkilerin bahçesinde, birkaç metrekarelik bir alana. Demo bahçeyi diyorum. Belki kiraz ağacının oraya. Hıhımm, bu güzel fikir. Niye gülümsüyorsunuz? Kirazlardan bahsedince aklıma babamın geldiğini anladınız di mi? Napolyon kirazlarıyla babamı o kadar özdeşleştirmişim ki artık Napolyon'u babam sanıyorumdur belki de. Yakında kirazın konumuzla bir ilgisi kalmayabilir yani. Napolyon'dan bahsetmeme şaşırdınız mı? Şaşırmanız şaşırtıcı. Akli melekelerimden endişelendiğiniz için burdayım bildiğim kadarıyla. Edebiyatta, akli melekelerinden endişe edilen insanlar genellikle Napolyon klişesi üzerinden tariflenir. Geçirdiğimiz onca zamandan sonra tarifinizi kolaylaştırmak boynuma borçtu, böyle düşünün.

Ancak aslını söylemem gerekirse iyiyim. Endişelendiğiniz hususta yani. Kabul, bir tımarhanedeyim ama siz tek tarafından bakıyor olabilirsiniz duruma. Yani şöyle tam karşınıza geçip baksanız, bu sefer Doktor Umuz ben oluyorum. Neyse, çiçekler diyordum.

Ya düşününce, çiçeklerden yeteri kadar bahsettim aslında. Şimdi dizime gelebiliriz. Bir şeyler olmuş işte dizime. Arka boynuz filan bir yerleri yırtılmış. Ama yani şimdi ben niye dizim böyle oldu diye bir sürü şey hatırlıyorum ki Doktor Bey? Yazık değil mi? Unutmak için canım çıkmıştı, biliyorsunuz. Yani kafasal durumum müsait olsa niye dayanmayayım ama yemin ederim benim de elimde avucumda bir şey kalmadı lan.

Lan derken sizi kastetmedim Doktor Bey. Lambayla ilgili kısma geçecektim kafam karıştı. Şimdi hemen konuya giriyorum, şu sağ tarafımda görmüş olduğunuz lambamın artık ışık ayarı var. İstediğim gibi açıp kısabiliyorum. Bu, an itibariyle benim için dünyadaki en güzel şey. Kısıp kısıp açıyorum. Böylece, kısmakla açmak arasında geçen zamanı düşünmüyorum. Bana verilebilecek en güzel hediye türü, düşünmemi engelleyecek şeylerdir. En azından kendi hayatımı düşünmemi. Bu sebeple bu cümlede bir teşekkür var. Sahibi gelsin alsın.

Bir de tıbbi adıyla ifade edecek olursam klozet kapağı sendromum vardı birkaç gündür. Klozet kapağı sendromu diye bir hastalık yok demeyin Doktor Bey, ilerleyen safhalarda sıçmamaya kadar varıyor durum çok afedersiniz. Takdir edersiniz ki sıçmamak, psikiyatri çevrelerinde kendine çok boktan bir yer edinmiş mühim bir hastalıktır. Bağlantıyı dikkatlice kuracak olursanız klozet kapağı sendromunu siz keşfedip psikiyatri dünyasının amına koyabilirsiniz. Uzatmayayım. Ben böyle henüz keşfedilmemiş sendromlarla boğuşmayayım diye, hacetimi giderdiğim yerlere hiç tiksinmeden eğilip klozet kapağını değiştiren bir arkadaşım var. Bilemiyorum, belki onu da ben yazıyorumdur. Belki oturmuş bütün bu beni o yazıyordur. Ancak her iki durum için de yakınlarımızda olması gerek Doktor Bey. Bence onu da buraya yatırmalıyız. Hem hazır gelmişken bu cümledeki teşekkürü de almış olur.

Anlatacaklarımın tamamı bu kadar değil Doktor Bey. Fakat dizimdeki ağrıyı ancak bir ceset izah edebilir şu anda. Uyusam iyi olacak.
.

21 Eylül 2010 Salı

Şu da var;

.
Kardeşim, kaza yerinde ambulansı arayıp telefonun karşısındaki görevliye kendi sağlığında bir sıkıntı olmadığını fakat benim bir ambulansa ihtiyacım olduğunu anlatabilmek için, şu anda dünyanın bütün dillerini biliyor olsam bile kelimelerle anlatamayacağım bir yüz ifadesiyle, "Yaa ben iyiyim de çevrem kötü." dedi sdsgdfgsfdgjds. Gerizekalı.
.

19 Eylül 2010 Pazar

Hastanın Seyir Defteri


Eski hali - Temsili resim--------------------- Yeni hali - mnskim :/

Takdir edersiniz ki bu bacakla salsa yapamıyorum. Eski haliyle de yapamıyordum aslında ama olsun, bence bu kısmına takılmamalıyız. Mesela şu an bacağım sağlam olsa kesin salsa yapabilirdim gibisime geliyor. Çok canım sıkılıyor lan, öyle böyle değil. Az önce sehpayı dişledim mesela. Farklı tatlar arıyor insan tabi :/ Gelen gidenler oldu elbette ama şu anda yapyalnızım mesela. Mutfaktan kokular yükselmeye başladı. Sabah ilaç içmek için su almaya gittiğimde -ki adeta Yeni Zelanda'ya yürüyerek gidip gelmişimcesine zorlu bir eylemdi benim için- ocağın üstünde, içinde çeşitli mikroorganizmaların koloni kurduğu bir çorba tenceresiyle karşılaştım. Kim yaptıysa artık... Geçenlerde "evimin anahtarı bir bende yok anasını satiyim" klişesini bire bir yaşadım mesela. Kapıda kaldım la :/ Son anahtarı da kaptırmışım. Yakında evimi ele geçiren insanlar tarafından buradan kovulabilirim. Can güvenliğim yok. Devlet buna bir şey yapsın :/

Arada bir böyle içime bi ürperti geliyor. Ayaklarım üşüyor filan. Kanım çekiliyor sanki tövbe yarebbim :/ Ölmem di mi lan :/ Ölürsem ağzınıza sıçarım bak. Daha göreceğim şeyler var benim. Allah öyle dedi bana. Kulağımı çekti bi ufak, ondan sonra da "hadi git kerata, daha güldüğünü görücem ben senin" dedi. Mesela işte benim Allah'ım böyle sevimli biri. Bir de biz onunla öyle resmiyetli sizli bizli dönemlerimizi çoktan atlattık. Araya bir sürü felaket girdi çünkü. Felaketlerde adab-ı muaşeret denilen bir şey yoktur. Yanisi bana öyle gelip dandik dundik inanç dünyamla ilgili nasihatlerde bulunmayın. Biz Allah'la bir biçimde anlaşıyoruz. Allahım n'aber? ::

Ha bir de rica ederim artık beni motor kullanıyor olmamla ilgili eleştirmeyin. Söyleyeceğiniz her şeyi en az üç bin kere düşündüm ben zaten. Sike sike tabi, yoksa düşünmeye çok meraklı biri olduğumdan değil.

Satırlarıma burada son verirken hepinize çok teşekkür ederim. Ama hiçbiriniz de gelip bulaşıkları yıkamadınız ya, piçsiniz olum lan :/
.
.

17 Eylül 2010 Cuma

Bana su verdi :/

.
Kardeşimle aile evinden İstanbul'a dönüyorduk. 10 dakika evvel bir yerde durup ufak bir kahvaltı ve beraberinde bir sürü geyik yapmıştık. Konuştuklarımızı düşünüyordum. Bir de atla motor arasındaki organik bağı. Birkaç yüzyıl önce doğsam kesin at binen bir kadın olurdum. Her neyse. Otoban çıkışında, sol şeritte fakat trafikten mütevellit maksimum 50 km hızdayken herifin biri küt diye arabasının burnunu önümüze çıkardı. Denge bozulunca bariyerlere doğru kaydık ve yoldan çıkarak devrildik. Düşmeden hemen önce hassiktir dediğimi hatırlıyorum. Böyle olacağından eminim, yani ölmeden evvel hassiktir diyeceğimden. Neyse, ölmedim. Dizimin üstüne devrildim ve bir miktar sürüklendim. Durabildiğimde ilk düşündüğüm şey arabaların altında kalmamak için yolun kenarına çekilmem gerektiğiydi ama dizim o kadar acıyordu ki kımıldayabilmem söz konusu değildi. Kardeşim ön tarafımda yatıyordu. Buraya kadarmış dedim. Birazdan arabalar üstümüzden geçecek...

Buraya kadar değilmiş. Ben o kısımlarını hatırlamıyorum pek ama kardeş arabaların durması için hemen motoru benim arkama çekip çantaları ortaya yığmış. Sonra yanıma geldi. Yüzü allak bullak. Ama iyi, herhangi bir yerinde problem yok yani. Benim derdime düşmüş. Ablacım iyi misin diyor ağlamaklı. İyiyim diyeceğim de ağzımı açtığım anda attan düşmüş gibi bağırabiliyorum sadece. Amına koyim çok acıdı lan. Pantolon yırtılmış tabi ama cesaret edip dizime bakamıyorum ki. Kesecekler bacağı sıçtık diyorum sadece. Arkamdan kollarımın altına girip beni yolun kenarına çekiyor. İşte asıl macera bundan sonra başlıyor.

Bir kadın arabasını durdurup yanımıza geliyor. Panik halinde. Sanki o kaza yapmış gibi şaşkın. Bana su veriyor. Ambulansı arıyor, ben götüreyim hastaneye diyor. Diyor da benim bacağı oynatabilecek bir pozisyonum yok. Ambulansı bekleyelim diyorum. Tabi böyle cümle kurarak diyemiyorum bunu o esnada. Çeşitli anırma tonlamalarıyla ifade ediyorum. Bekliyoruz. Bu arada bizi yoldan çıkaran orospu çocuğu dönüp arkasına bakmıyor bile. Başka bir kadın arabasının camından peçete uzatıyor elimdeki kanı görüp. Bir diğeri bir şişe su daha uzatıyor. Dilenci gibiyiz. Gelen geçen bir şey veriyor. Bu arada ambulans gelmiyor. Kardeşimin yüzünün halini görünce bağırmayı kesiyorum. Sonra şu dizime bir bakayım diyorum. Görünce bir çığlık daha. Kemik görünüyor la, beyaz beyaz böyle. Tam beyaz da değil de kemik rengi işte :/ Etrafında kot ve asfalt parçaları yapışık. Olum annem ağzımıza sıçacak diyorum kardeşe. Sıçılmayacak gibi değil, akılsızlığımıza doymayalım. Ama yemin billah ederim bizim bir kabahatimiz yok. Adama zorla kaza yaptırıyorlar bu mına goduğumunun memleketinde. Kaskı bir kenara fırlattım. Üstümdeki montu böyle cımıra cımıra yerden yere vurdum. Kalkabilsem motoru da dövücem ama kalkamıyorum tabi. Sinirden gebericem. Herifin biri yerdeki debelenmemi görüp arabasının camından dalga geçer gibi "nööldü" diye bağırıyor. Ebenin amı oldu diyorum. İnse sikicem o haldeyim. Sonra bir adam geliyor. Dizime bakıyor, ayağıma bakıyor, elime bakıyor. Duruyorum çünkü belli ki o doktor. O da ambulansı arıyor. Böyle bin tane daha muhabbet yaşıyoruz. Ama ecdadını siktiğiminin ambulansı gelmiyor bir türlü. 1 saatten biraz daha fazla bir zaman yolun ortasında çeşitli komiklikler eşliğinde belkiyoruz. En son kardeşe diyorum ki yardım etmek isteyen arabalardan birine binip gidelim, asfaltta oturmaktan sıçalak olucam bu gidişle.

Biniyoruz birine. Bizi Göztepe Eğitim Araştırma'ya götürüyor. Beni daha doğrusu, kardeş arkada motorla geliyor yine mecbur. Orada yaşadıklarımın tamamını size anlatamam. Böyle hastane olmaz olsun. Şöyle diyeyim, bir buçuk saat kadar bana hiçbir müdahelede bulunmadılar. Murat K. diye bir doktor vardı, yemin ederim şimdi elime verseler oturduğum yerden etlerini didiveririm herifin. Hipokratlar siksin onu inşallah. Neyse sonra film sonuçları geldi, kırık çıkık yokmuş. Biz kardeşle sevinçten zıplamak istedik de benim diz haşat olduğu için mümkün olmadı. Sonra lutfedip pansuman yapmaya karar verdiler. Böyle bir pansuman olamaz. Haluk abi diye bir hasta bakıcı var, asfaltın alabildiğine zımparaladığı dizimi baticon döktüğü gazlı bezle bir temiz keseliyor. Acıdan kalp krizi geçiricem nerdeyse. Adamın koluna yapışıp kurban oliyim bırak diyorum. Bırakmıyor. Öyle gözüm dönüyor ki kanayan elimi komple sırtına sürüyorum bunun. Önlüğünün ebesini siktim. Hak etti ama. Adama dedim ki, herkesi unutucam da Haluk abi dedim, seni katiyen unutmicam.

Neyse işte böyle. Evde yatıyorum şimdi. Korkudan aneye söyleyemediğimiz için anne bakımı lüksünü yaşayamıyorum. Annemin bir motor kazasını daha kaldırabilecek durumu yok, bir de çok kötü sövüyor la :/Az önce belki işe yarar diye dizimi yalamaya kalktım. Yalaya yalaya iyileştiririm belki. Bugün ağrılarım daha fazla. Öyle ki çişim gelince göz yaşlarıma hakim olamıyorum :/ Ziyaretime gelizleyin. Yemek yapın su getirin beni oyalayın ay bir şeyler yapın :/

Not: Bana su veren o kadına, beni hastaneye götüren Zeki Bey'e, bana pirensesler gibi bakan Adile Naşit anaçlığındaki biloma, kendinden önce beni düşünen canım kardeşime, çikolatalı frambuazlı pastamı eksik etmeyen güzel arkadaşım Nurdan'a ve geçmiş olsun diyen ve diyecek olan herkese pek çok teşekkür ederim.

Notto: Bana emeği geçen, ambulansından doktoruna, hasta bakıcısından eczacısına tüm sağlık personelinin amına koyim.
.

12 Eylül 2010 Pazar

Entel'iniz bu şapkanın altındadır.


Ne var be ne var! Benim canım sıkılamaz mı :/
.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Tımarhane Notları #13

.
Dr. Umuz Bey, köşkün asma balkonundan yaptığı rutin konuşmasına, her şeyin ölçülü olması gerektiğini söyleyerek başladı. Gerisini dinlemedim. Kimseye belli etmeden, ardında deniz olduğundan kuşku duymadığım duvarın önüne geçtim ve ölçüp biçtim.

O adamı tam tamına 3 kilo sevmiştim. Benim için iyi bir rakam sayılır bu. Sonra işler sarpa sardı. Bu deyimi ilk olarak hangi durum için söylediler bilemiyorum ama gönül işleri için ziyadesiyle kullanışlı. Çünkü işin içine gönül girince işler hep sarpa sarar. Bundan sonra birini sevmek için böbreğimi kullanacağım.

Sevmek derken ölüp bitmekten söz etmiyorum. 3 kilonun içine pek fazla şey sığmıyor. Ama yine de mesela komaya filan girse ben ona bakardım. Komaya giren birine bakmak gerekir çünkü. Umarım hiçbir zaman komaya girmez zira etrafımız komaya giren adamlara bakmak istemeyen kadınlarla dolu.

Camilla’yı anlatmıştı bana. Camilla’yı biliyor musunuz? Keşke bilseniz. Keşke Fante’nin değil onun anlattığı gibi bilseniz. Acaba Camilla’yı anlatırken mi sevdim onu yoksa Muhteşem Kraliçe’yi izlerken mi? Kronolojik bir tespit yapabileceğimi sanmıyorum. Zaten hafızam pek iyi değildir. Ancak bir şey, başka bir şeyle mutlaka bağlantılı. Hepimiz zincirleme hayatlar yaşıyoruz. “Kederli günlerde bağlanmaya daha açık oluyor insan” diyor ya bir yazar, belki de sırf bundan.

O beni sevmedi, biliyorum. Belki başka birini sevdiği için belki bende sevecek bir şey bulamadığı için belki de her neyse işte. Olan bitenlere sebep aramayı çoktan bıraktım. Ama bu benim ilk sevilmeme tecrübem. Dolayısıyla ne yapacağımı bilemedim. Daha evvel geçmediğiniz bir yoldan geçiyorsanız hata yapma ihtimaliniz yüksektir. Trafik böyle diyor. Mutlaka hata yapmışımdır.

Gitmeye karar verdiğini telefonda söyledi, bu kısmının şık olmadığını kendisi de kabul ediyor. Dünya başıma yıkılmadı. Benim için kayda değer bir felaket haberi sayılmaz. Ama sinirlendim, o haldeyken ölçemedim tabi ama sanıyorum 5 okka kadar. Sinirlenecek bir durum olduğundan değil, yapabildiğim en iyi şey bu olduğundan. Her neyse, gecenin bir vaktiydi ve sokaktaydım. Gecenin bir vakti sokakta gördükleri kadınları bir takım evlere ya da otellere sokmak isteyen herifler var. Ancak üstümde bir ev olmaması, içimde 3 kiloluk bir boşluk ve 5 okkalık bir sinir olmadığı anlamına gelmez. Beni bir eve ya da otele davet eden o herif, sanıyorum artık hiçbir kadını bir eve ya da otele davet etmeyecektir.

Yol boyu şarkı söyledim. Şarkı söyleyerek yürümek yolun kısalmasına neden olur. Aslında yolun kısalmasını istediğim filan yoktu. Sadece aklıma daha iyi bir fikir gelmediği için. Sonra eve geldim. İlk işim banyoya gidip benimkinin yanında duran diş fırçasını çöpe atmak oldu. Benimkilerin yanında durmayan dişler için bir fırça bulundurmam gerekmez. Bunu size diş fırçasına bir anlam yüklediğim için değil dönmeyeceğinden ne kadar emin olduğumu belirtmek için anlatıyorum, yaklaşık 7 litreye denk düşüyor bu. Sonra salona geçip 9 metre düşündüm. Aklıma babaannemin ineklerinden başka bir şey gelmedi.

Sonra günler geçti. Günler siz geçmesini isteseniz de istemeseniz de geçer. Akan zaman boşluklara doğru dolar bir biçimde. Doktor Umuz hesapladı, bu sabah itibariyle ondan geriye 750 gram’lık bir boşluk kalmış. Bazen üzülüyorum elbette. Ama harici hayatımda yaşadıklarımdan dolayı tam olarak neye üzüldüğümü hiçbir zaman bilemediğim için pek üstünde durmuyorum. Yine işe gidiyorum. Yine eve dönüyorum. Yine arkadaşlarımla buluşup saçma sapan şeylere gülüyorum. Hala çok kötü fotoğraflar çekiyor, hala çok kötü yazılar yazıyorum.

Dediğim gibi, günler geçiyor işte.
.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Bitmeyen Koma

.
Çıktım öyle. İçinden çıkamadığım zamanlarda genellikle dışına çıkarım. Bulunduğum yerin dışına yani. Böyle ne yapacağımı bilmeden dışarı çıktığımda da, şayet yakınlarındaysam mutlaka mezarlıkta bulurum kendimi. Neyseki bulurum. Onu bulamayanlar da var. Yakınlarındaydım. Mezarlığın diyorum. Meşe palamutları süper şahane şeyler gibi göründü gözüme. Benim uzandığım yerden baksanız size de öyle görünürdü muhtemelen. Babama, küçükken meşe palamutlarına neşe palamutları diyor muydum diye sordum çünkü meşe palamutları neşelenmeme neden olmuştu. Neşelenmek de ne acayip kelimeymiş, sanırım hayatımda ilk kez kullandım. Her neyse. Babam yine cevap vermedi tabi. 60 yaşından sonra konuşmayı bıraktı. Ama galiba demiyordum. Neşe palamudu demiyordum yani. Keşke deseymişim. Bazen böyle şeyler çıkıyor. Aklıma gelse yapardım dediğim şeyler. Kaçırdığım hatıralar. Hatırası çok olanın bilmem nesi bilmem ne olur gibi bir söz yok mu? Kesin bir düşünür düşünmüştür aslında. Düşünmüştür de söyleyememiştir. Bazen bunu ben de yaparım.

Boş bulunup ‘İçer misin?’ diye sordum. İçmez hâlbuki. Kanserine iyi gelmiyor. Benim içmemi de istemez tabi, hangi baba ister? Ama yaktım yine de bir tane. Kızgın olduğumu anlasın istedim. Hatta neye bu kadar kızgın olduğumu anlayıp bana da söylesin istedim. Umduğum gibi olmadı. Olmayınca olmuyor işte. Hayat zaten işlerin hiç de umduğunuz gibi olmadığı yerdir.

Mesela ben babamın doğum gününü bilmiyordum. Doğduğu bir gün olduğunu hiç düşünmemişim. Onu mumları üflerken filan hayal edemiyorum mesela. Bu da kaçırdığım hatıralardan biri. Gözlerimi kapatıp mezar taşında yazan tarihte mevsim normallerinin nasıl olduğunu hesap ettim. Güneşli çıktı. Kutlamasa da şanslı biriymiş çünkü benim doğum günümde hava hep kapalıdır.

Yıl dönümleri var bir de. İyi ve kötü şeylerin yıl dönümleri. Aslında bu yıl dönümü meselesini kafamda halletmiştim. Yani 2 sene önce ağbimin o gün kaza yapmış olması, aynı tarihte yine kötü bir şey olacağı anlamına gelmiyor. Bilime aykırı bir kere. Ama bilimsellikten uzak bir günümdeydim. Hissettiğim şey yine kötü bir şey olacak korkusu gibi de değildi esasen, 2 yıl önce o gün ne kadar kötü bir şey olduğunu fark etmek gibi daha ziyade.

‘İşimiz zaten mucizelere kaldı ama 2 seneden sonra bir mucize beklemeyi de bırakın.’ demişti doktor. Bir doktor öldürmediğime hala hayret ederim mesela. Elinizde kalan son şeye bile göz koyan insanların iyi kimseler olduğunu iddia edemezsiniz sanırım. En azından benim için durum böyle.

Babama, ‘Onu özlemeyi kes artık,’ dedim, ‘ağbim bizimle kalacak.’ Babama daha önce hiç böyle sert çıkışmamıştım. Onca senedir ilk defa, konuşmayı bıraktığı için değil verecek bir cevabı olmadığı için sustu.

Yanisi bu uyumak meselesi çok alengirli efendiler. Sonsuz olanı var, derin olanı var… Türlü türlü huyları var. Bir insanın hiç uyanmayacağına emin olduktan sonra kızılcık şerbeti görünümlü kanlar kusulabiliyor ama az denilemeyecek kadar yok bir ihtimal bile varsa ve o ihtimal bir türlü gerçekleşmiyorsa hiçbir şerbet vaziyeti kurtarmıyor.

Çok sinirleniyordum. Sinirlenmek için çok sebebim var. Ağbime yani. Bütün işleri başıma bıraktı bir kere. Hem zaman geçtikçe ona anlatmam gereken daha çok şey birikiyor ama ben hepsini hafızamda taşıyamıyorum. Gerçekten kafamın içinde yer kalmadı gibi geliyor. İyice saftirik bir şey oldum. Her neyse. Diyorum ki belki de yaşamak istediği her şeyi yaşamıştır ağbim… Belki de mutludur böyle. Bilemeyiz ki.

Artık uyanmıyor diye kızmıyorum ona.

Artık hiç

kızmıyorum

ona.
.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Tımarhane Notları #14

.
Doktor Umuz Bey, florasan lambanın ışığında büyük bir ciddiyetle beyin tomografime baktıktan sonra yakın gözlüklerini burnunun ucuna kadar itip bana döndü ve “Size 3 vakte kadar bir yol görünüyor” dedi.

‘Son Nefes Turizm, sizleri sürprizlerle dolu bir yolcuğa davet ediyor. İmamın kayığıyla öldüğünüz yerden alınıyor ve yol boyu elinizi kefeninizin cebine sokmuyorsunuz.’ türünden cümleler kafamın içinde dolaşmaya başladı. Takdir edersiniz ki, bir doktor bir yoldan bahsediyorsa kesinlikle iyi bir şey söylemiyordur.

Esasen Doktor Umuz da birçoğumuz gibi kritik durumlarda esprili görünmek adına saçmalayanlardan biri. Bunun bir de kontrolsüzce yapılanı var. Mesela bir arkadaşım, aşık olduğu adamdan hiç beklemediği bir anda evlilik teklifi alınca oldukça belirgin bir biçimde osurmuş. Bana kalırsa götüyle cevap vermiş. Tabi evet mi hayır mı dediğini bilemiyoruz. O dili henüz çözemedik. Neyse, şimdi mutlular ve bu utanç gecesini hiçbir ortamda anmayarak unutmaya çalışıyorlar. Oysa bir şeyi anmamak, onu unutmak anlamına gelmiyor.

Umuz Bey, çok yaratıcı bulduğu bu esprisine gülmediğimi fark edince koridordaki görevliye 47 numarada yatan nörolog Muharrem Hanım’ı çağırmasını söyledi. Bir kadın için talihsiz bir isim. Ama Muharrem Hanım’ın talihsizlikleri bununla bitmiyor. Tıp fakültesindeyken tanışıp sevişerek evlendiği kocasını, erken biten bir iş gününün ardından döndüğü evinde yatakta biriyle yakalamış. Bir adamla. Üniversiteden hocaları olan, ismi Muharrem olan bir adamla. İnsan, isminin kaderini yaşar derken kastettikleri şey bu olmasa gerek. Muharrem Hanım’ın o gün itibariyle başlayan kahkahalarını hiçbir doktor durduramayınca ailesi çareyi buraya yatırmakta bulmuş. Benim için bir sakıncası yok, gülen insanları her zaman sevmişimdir.

Muharrem Hanım şen kahkahalarıyla odaya girdiğinde Umuz Bey ona halen florasan lambanın önünde duran beyin tomografimi işaret ederek ne düşündüğünü sordu. Umuz Bey, bu güleç hanımefendinin tıp bilgisine sık sık başvurur. Muharrem Hanım ise filmi biraz inceledikten sonra koşarak yanıma geldi ve ellerimi sımsıkı tutarak büyük bir mutlulukla “Tebrik ederim, anne oluyorsunuz!” diye çığlık attı. Doktor Umuz masasının altındaki zile basarak içeriye çağırdığı hasta bakıcıları Muharrem Hanım’ın ilaçlarını aksatmış olmalarıyla ilgili azarlarken ben kadından ellerimi zor kurtarıp kendimi bahçeye attım.

Aslında tomografide ne olduğunu görmek için tıp eğitimi almış olmak gerekmiyordu. Sol frontal lobumda büyük bir boşluk vardı ve yaşadıklarım beni yanıltmıyorsa, kolay kolay dolacağa da benzemiyordu.
.
.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Yok bir şey...

.
Fevkalade olağan bir gündü. Bir çocuk ellerinin ve burnunun kıpkırmızı kesilmesine aldırmadan basılmamış karlara basma telaşında değildi çünkü kar yağmıyordu. Yalnız bir kadın penceresine vuran yağmur damlalarının camdan aşağı kendilerince bir yol çizerek süzülmelerine bakarak akıp giden hayatı için kederlenmiyordu çünkü yağmur da yağmıyordu. İşe yetişmek için topukları sırtına değecek kadar hızlı koşmasına rağmen kaçırdığı vapur için hayıflanan genç adam, bir sonraki vapurda hayatının aşkıyla karşılaşmadı. Yaşlı kadının, her bir parçasını kör kandillerin kısık ışıkları altında işlediği çoktan sararmış dantel ve nakışlarla dolu çeyiz sandığından, rahmetli kocasının delikanlılık zamanlarından kalma bir fotoğrafı çıkmadığı için yüreği burkulmadı. Karnı burnunda olmasına rağmen tarlada çalışan, beceriksizce bağlanmış yazmasının altından siyah zülüfleri görünen pazen şalvarlı taze gelinin ansızın doğum sancısı tutmadı. Hiçbir adam, çocuklarını da yanına alarak başka birine kaçan karısından ve kendisini en zor zamanlarında yüzüstü bırakan dostlarından yediği darbeyi unutmak için rutubetli bir meyhanede tek başına rakısını yudumlamadı. Gecekondu mahallesinin dar sokaklarından birinde tek kale maç yapan ve tüm eğlenceleri bundan ibaret olan, kara gözleri kirli yüzlerinin ortasında iki zeytin tanesi gibi parlayan çocukların üstüne doğru hızla gelen bir arabanın artık çok geç kalınmış acı freni duyulmadı. Erkekliğiyle ilgili alaylı söylentilerden usanan ergenliğini çoktan geride bırakmış genç, cebindeki parayı denkleştirip tüm cesaretini toplayarak yaşlı ve çirkin fahişelerle dolu bir genelevin kapısından içeri, etkisinden hayatı boyunca kurtulamayacağı bir adım atmadı. Rızası alınmadan gerçekleşen bir evliliğe mahkûm olan kadın, ihtiyar kocasının, çıplak vücudu üzerinde ileri geri giderken çıkardığı hırıltıları unutmak ve bedenindeki izlerden kurtulmak için saatlerce banyoda kalarak suyun altında ağlamadı. Meydandaki kahvede tavşankanı çaylarının yanında sarma sigaralarını tüttüren köylüler arasında kulaktan kulağa herhangi bir haber dolaşmadı. Annesinin mutlaka pazarlık yap diye tembihleyerek alış verişe yolladığı kızın elindeki poşetlerin birinden fırlayan yemyeşil bir elma, yuvarlana yuvarlana giderek daha önce oralarda hiç görmediği esmer bir delikanlının ayaklarının önünde durmadı. Kulübesinde kendi halinde yaşayan, yüzü yılların yorgunluğunu gösteren kırışıklarla dolu olan yaşlı bir balıkçının can yoldaşı olan çoban köpeği, gecenin bir vakti sessizliği yırtarcasına havlamaya başlamadı. Kimse yepyeni bir hayata başlamak için terminalden kalkan ilk otobüse atlayıp, yol boyu başını cama yaslayarak düşüncelere dalmadı. Hiç kimse eski bir radyonun başına geçip şarkılardan dilek tutmadı. Kül tablasında sigarasını söndürebileceği boş bir yer arayan yazar, saatlerdir baktığı sarı saman kağıda yazacak tek bir şey bile bulamadı. Olağanüstü sıradan bir gündü. O gün anlatılmaya değer hiçbir şey olmadı.


Not: Bu yazı, bilomun aynı isimli süperkulade yazısına paralel olarak yazılmıştır.
.

25 Temmuz 2010 Pazar

Şöhret!


Her şey blogumla ilgili övgü dolu sözlerin ulusal gazetelerin birinde sürmanşet yayınlanmasıyla başladı.

Ünlü biriydim artık. Dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Tüm gözler bana çevrilmişti. Her hareketim olay olacak, her sözüm hadise yaratacaktı.

Şamşırmış vaziyetteydim. Sıcaktan beynim büzüşmüştü. Bakkala gidip içecek soğuk bir şeyler alayım da şuurum açılsın dedim ama o da nesiydi? Artık öyle palas pandıras bakkala filan gidemezdim. İç organlarıma varana kadar fotoğraflarımı çekmek isteyecek gazetecilere makyajsız yakalanıp aleme madara olmaya niyetim yoktu. Derhal gidip kendime bir çift göz kaş çizeyim dedim. Zira kargaların bok yeme saatine kadar oturmuş ve henüz gözlerimi yumalı birkaç saat olmuşken apartman temizlikçisinin ısrarlı zil darbeleri neticesinde uyandırılmıştım. Bu da uykusunu alamamış canım yüzümün, üstünden dozer geçmiş gibi görünmesine yol açmıştı. Makyaj zımbırtılarının başına geçip doğaçlama bir teknikle elime geçeni yüzüme sürerken apartman temizlikçisini işten çıkarmaya karar verdim. Ne münasebetti canım. Belki ben orda Nobellik bir şey yazıyorum!! Benim konsantrasyonumu bozmaya ne hakkı var yani! Kadını kovacaktım. Hatta apartmandaki herkesi kovacaktım. Ben artık başka bir sınıfa mensuptum ve etrafımda bu sınıftan olmayan kimseyi görmek istemiyordum. Böyle söylene söylene makyajımı tamamladığımda korkunç neticeyle karşılaştım. Oha amına koyim bu ne lan! Bülent Ersoy’a benzemiştim. Hemen gidip tuz ruhuyla yüzümü kazıyana kadar yıkadım. Zaten bu sıcakta makyaj mı yapılır! Fakat bu haldeyken çıkamam. Aklıma harikulade bir fikir geldi. Güneş gözlükleri!! Dana kadar gözlükleri taktığımda makyajla ilgili bir problemim kalmadı. Kafamın tepesinde, her bir teli başka yöne savrulmuş saçlarımın bağımsızlıklarını ilan etme girişimlerini de bir şapkayla bastırınca kafa kamuflajımı tamamlamış oldum. Tam oldu bu iş çıkayım diyordum ki götümdeki şortun pıtırcıklanmaya başlayan selülitlerimi gizleyemeyecek kadar kısa olduğunu fark ettim. Ben yaşamaya üşeniyorum bir de kalkıp üstümü mü değiştiricem! Sikerim böyle işi deyip dışarı çıkmaktan vazgeçtim.

Sakin sakin oturdum biraz. Yakında yağacak olan kitap teklifleri için 2 satır bir şey yazdım. Gerisini de yazarım yea n’olcak, atla deve değil sonuçta. Birazdan röportaj yapmak için telefonum çalmaya başlardı. Kim bilir ne abuk sabuk şeyler yazardı o ipneler. Ben içimdeki atlardan söz ederken onlar yatak odasını işin içine karıştırırlardı. Tüm iyi niyetimle yatak odasından uyumayı kast ettiklerini düşünüp uyku vaziyetlerimin çok randımanlı olmadığını söylerdim mesela. Sonra da “Yatağında bir at olmadan uyuyamıyor!!” diye manşet. Yuh anasını satiyim, öyle manşet mi olur lan! Hiçbir gazeteye röportaj vermemeye karar verdim.

Şöhret bana gitgide ağır gelmeye başlamıştı. Hiçbir şeyden mutlu olamıyordum. Sefa pezevengi olmuştum artık. Uyuşturucuya başlarsam bu yükün biraz hafifleyeceğini düşündüm. Ancak evde bu anlamda hiçbir sikim yoktu. Ne biçim ev lan bu! Evimi de kovmayı aklıma koydum ama bu iş için bir yerlerden ödül mödül almayı beklemem gerekecekti. Fakat uyuşturucu için bekleyecek durumum yoktu. Krize girmiştim. Uyuşturucu işte böyle lanet bir şeydir. Yokluğunda çıldıracak gibi olursunuz. Buzdolabında artık hangi aklı evvel arkadaşım aldıysa bir sebzelik dolusu marul vardı. Herhangi bir yiyeceği aşırı miktarda tükettiğinde kafa yapacağına inanan bir abimin bu tezini denemek üzere marulları yemeye başladım. Ama ikinci yaprağa geldiğimde canımdan bezdim. Böylece uyuşturucu işi de mantara bağladı.

Gazeteci korkusundan dışarı çıkamıyordum ama geçenlerde beni bi temiz döven evime de sığamıyordum bir türlü. Sıkıntım iyiden iyiye kendini gösteriyordu artık. Birkaç arkadaşımı aramayı düşündüm ama onlar benim halimi nerden anlayacaklardı sanki. Hepsi sahteydi. Sırf şöhretimden faydalanmak için yanımdaydılar. Dost bildiklerim iki dakkada yalan olmuştu. Vay yavşaklar. Arkadaşlarıma çok sinirlenip hepsini kovmaya karar verdim. Doyumsuzluktan mütevellit bir ara lezbiyen filan mı olsam diye de düşündüm fakat kadın memesi ellemeyi yüreğim kaldırmayacağı için o işten anında vazgeçtim. Herkes beni musmutlu sanıyordu ama ben o gösterişli hayatımda herkese gülücükler saçarken içimde hep ağlayan bir palyaço vardı, ya da her ne bokumsa işte. Yalnızdım. Yapyalnızdım. Kimseye güvenemiyordum. Evden çıkamıyordum. Hiçbir şeyde teselli bulamıyordum. Bu şöhreti kaldıramıyordum...
.

11 Temmuz 2010 Pazar

Sütten ağzı yanan kadınla yoğurdu üfleyerek yiyen adamın maceraları!

.
Sıkıntıdan kendimi dişlemek üzereydim. Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Günlerdir bende kalıp da sırtımdan sopayı, karnımdan sıpayı eksik etmeyen arkadaşım gitmişti. Şaka la çok iyi bakıyordu bana. Nepnefis yemekler yapıyordu. Bulaşıkları yıkıyordu. Bakkala çakkala gidiyordu. Canım arkadaşım yaa, keşke gitmeseydi :( Ama gitmişti. Herkes gitmişti. İstanbul’da bir ben bir de mahalledeki piçler kalmıştı sanki ve mına goduğumun evlatları gerçekten çok ses çıkarıyorlardı. Birkaç tanesini kessem belki biraz rahatlarım dedim ama bu kadar küçük bireyler için elimi kana bulamak istemedim.

İnternetlere girip biraz dolanayım dedim. Millet Facebook’ta çoktan summer of holiday albümleri paylaşmaya başlamıştı. İpneler. Sanki ben istesem gidemem! Bastı tabi bana sinir. Tatildeki herkesi arkadaş listemden çıkardım. Sonra parmağım uyuşana kadar bicivilıd oynadım. Sıkıntım geçmek bilmiyordu. Çin’ce mi Japonca mı olduğunu anlayamadığım birkaç blog bulup onlara paylaşım için teşekkürler zart zurt şeklinde yorumlar yazdım. Ne cevap verdiler anlayamadım tabi de bir tanesi cevabının sonuna gülücük koydu. İsmi Takeru. O kadar iyi bir insan ki. Bundan sonra en kıral arkadaşım Takeru. Ama işte iletişemeyince Takeru’dan da sıkılıp bilgisayarı kapattım.

Ne kadar yalağuz olduğumu düşünüp depresyona girmeye çalıştım önce. Olmadı. Kısmet değilmiş. Sonra midemden ses geldi. Meğer ben kahvaltı etmemişim ya la! Hemen sevgili mideme mükellef bir sofra hazırlamak için ayaklandım. Acaba börek mi yapsaydım? Ya da şöyle İtalyan usulü bir omlet? Çok şükür elimden her iş gelir sdsfs. Aman zeytin peynir gibisi var mı yea. Kendime minimalist bir tepsi hazırlayarak kahvaltımı yatağıma getirdim. Gerçekten çok romantiktim. Yedim işte bir şeyler, midem sustu en azından. Tepsi kucağımda öyle yattım bir süre. Bi zahmet kalkıp tepsiyi mutfağa götürürken ayağım kabloya takılmasın mı? Tepsi kucağımdan fırlamasın mı? Bardaklar tabaklar şangır şungur kırılmasın mı? Kırıldı. Kalçamın yerle kavuşması da oldukça törenseldi doğrusu. Ayağım dana kadar şişti. Şalterler indi tabi benim. Düştüğüm yerde, tam kırılmamış olanlarını da ben kırıp her şeyi öylece bıraktım.

Salona giderken duvara tosladım. Buzdolabının kapağına dirseğin hani tam böyle sinir olan yeri var ya, hah işte orayı çarptım. Banyo yaparken sıcak sudan haşlandım. Dışarıdaki piçlerin sesini duymamak için pencereyi kapatayım derken kafamı gömçürttüm. Tepsinin devrildiği olay mahallinden geçerken ayağıma cam battı. Onca zamandır gül gibi geçindiğim evim bugün beni dövdü :/

Yediğim bunca dayağın ve can sıkıntımı gidermek için yaptığım bir dünya şeyin bir hayrını görmeyince oturup bunları yazdım. Siz de okudunuz. Peki elimize ne geçti derseniz, bi sikim geçtiği yok. Tohumunuza para mı saydım lan!! Ayrıca başlığın konuyla ilgisi olmayabilir ama şu haldeyken benden mucizeler beklemiyorsunuz herhalde. Adiler. Hepinizden nefret ediyorum :(((((

Taam be taam etmiyorum. Öbüyorum mıncırıklarınızı.
Si yuu.
.

4 Temmuz 2010 Pazar

Tımarhane Notları #12

.
Güneşli bir İstanbul sabahıydı ve Boğaz Köprüsünde geliş yönünde trafik akıcıydı.

Bahçedeydik. “Bugün Pazar” diye sevinç ve kederle bağırıyordu rahmetli Nazım Bey, “Bugün Pazar!” Heyecanı nedensiz değil, bugün onu ilk defa güneşe çıkardılar. Bay Kafka havuzun başında kucağındaki boş kafese sımsıkı sarılmış vaziyette oturuyordu. Doktor Umuz Bey onunla ilgili olarak, kafesine bir kuş mu arıyor yoksa kendine bir kafes mi arıyor asla bilemeyeceğiz diyor. Bandini için de söylemişti. Ne kuş ne de balık demişti. Bazen bilmemek en büyük özgürlük.

Hemşire Nimet, Akaki Akakiyeviç’i bu sıcakta palto giymemesi gerektiğine ikna etmeye çalışıyordu. Kâtip Bartleby kendisine ne söylenirse söylensin yapmamayı tercih ediyordu. Werther ile Raskolnikov koruluktaki ceviz ağacının altında rus ruleti oynuyor, Gregor Samsa toprağı kazıyarak kendine bir yuva yapmaya çalışıyor ve Hikmet Benol… Hikmet benim sevgilim ama kendisinin henüz bundan haberi yok.

Her tarafımdan yazarlar ve roman kahramanları fırlıyordu. Bu kalabalığın ortasında kendimi birkaç yüzyıl geç doğmuş gibi hissediyordum. Dünyanın bütün lokomotifleri aynı anda düdük çalsalar belki... Neresinden bakarsam bakayım zor bir gündü ve ben arkasından itmediğim sürece geçeceğe benzemiyordu.

Doktor Umuz, yanıma gelip neden saatlerdir yapayalnız oturduğumu sordu. Dağ gibi adam gözümün önünde gözleri olmayan üniformalı bir klozete dönüştü.

Güneşli bir İstanbul sabahıydı ve Boğaz Köprüsünde gidiş yönünde trafik yıkıcıydı.

Sifonu çektim.
.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Tımarhane Notları #11

.
Koridora çıktığımda karşımda Kaşgarlı Mahmut, Banu Alkan, Cemil Meriç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Aristoteles ve bana göre arkadaşlar, Umuz Bey'e göre hastalar vardı. Ferruh, hararetli hararetli iç açılarını hesaplamaya çalışıyordu. Açıölçer yerine akımölçer kullanıyordu ama ses etmedim. Zaten kim bilir içinden neler akıyordu...

Benim iç acılarımın toplamı ise 180 derece hız sınırını çoktan aşmıştı.
Bir daha alkollüyken kendimi sürmemeye karar verdim.
.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Tımarhane Notları #10

.
Doktor Umuz Bey, “Çok klasik olacak ama başka çarem kalmadı, bana çocukluğunuzdan bahseder misiniz?” dedi.

Bahsederim.

İlk cinnetim doğumumdan öncesine dayanır. Benim bir ikiz kardeşim vardı aslında. Daha annemin karnındayken onu yedim. Yer darlığı bana iyi gelmiyor, klostrofobi marazı da tuz biber. Pek lezzetli olduğunu söyleyemem, insan eti sonuçta. Bu yüzden bir türlü sindiremedim zaten. Rahmimde ve hala yaşıyor, biliyorum. Yani ben rahmimde kendi kardeşimi taşıyorum. Doğurmayı düşünüyor musunuz? Hayır düşünmüyorum. Şu lanet dünyaya bir kardeş getirmek istemiyorum da diyebiliriz. Ailem bu gerçeği başından beri reddediyor. Onlara göre bu tamamen benim hayal gücümün abuk bir mahsulü. Kimse evladının böyle bir şey yaptığını kabullenmek istemez tabi, onları da anlıyorum. Ama inkâr neyi değiştirir ki, ben onun orada olduğunu biliyorum. İşte bakın, yine tekmeledi.

4 aylıkken diş çıkardım, belki bilmiyorsunuz ama diş çıkarmak için erken bir dönem. Annem “Dişli olacağın o zamandan belliydi” diyor. Annem her zaman böyle kötü espriler yapmaz. Yoğun baskılara dayanamayıp 9 aylıkken konuştum. Konuşmak, bebeklik örgütüne ilk ihanettir. Çözülmektir yani. O andan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Aslında hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını anladığım gün tam olarak 22 yaşımın 9 Eylül’üne denk gelir ama çocukluğumdan bahsediyoruz, geçiyorum. Babam, ilk olarak “baba” dediğimi iddia ediyor. Oysa ben “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” dedim. Ama içimden. Ebeveynlerin her şeyi bilmesi gerekmez.

Yıllar boyu periyodik olmayan aralıklarla sokakta bulduğum bütün hayvanları eve getirdim. Bizimkiler, bakımlarını üstlendiğim sürece böyle şeylere hiç ses çıkarmaz. Çıkarmazdılar yani. O ineği niye istemediler anlamıyorum. Bu olay biraz hırçınlaşmama neden olmuş olabilir. Doktor olan sizsiniz, psikanalizinize karışmak istemem. İnek vakasından yaklaşık 2 ay sonra erkek kaçırdım. Şöyle oldu; bir gün kampa bir çocuk geldi, ailesiyle tabi. 5 yaşlarında filanım. Çocuk da olsun olsun 6. Ama nasıl yakışıklı, nasıl yeşil gözlü anlatamam. Aşık oldum ben buna, tuttum eve getirdim. Baba peki bu bizimle kalabilir mi? Babam kısa süreli bir kilitlenme sendromu yaşadı. O ara çocuğun ailesi kapıya dayandı, olay büyüklerin yargısına intikal etti. Hukuk her yerde işte. Akabinde çocuk ailesine teslim edildi. Sevenleri ayırdılar. Böyle bir başlangıçtan sonra aşk hayatımın bok gibi olmasına şaşmamalı.

6 yaşımdayken askere gitmeye karar verdim. Vatan borcu namus borcu nihayetinde. Okul başlamadan ödeyeyim de kurtulayım istedim, geciktikçe faize girer neme lazım. Çantama birkaç donla babamın traş takımlarını yerleştirip ben gidiyorum dedim. İşin aslı traş takımlarını ne yapacağımı bilmiyordum. Neyse işte annemle babamın elini öpüp helallik istedim ben. Nereye gidiyorsun dediler. Şimdilik en yakın askeriyeye dedim, dağıtım olunca ben size haber veririm. Annem dehşete kapıldı, babam yine kilitlendi, abilerim gülme krizine girdi, ablam ağlamaya başladı, kardeşim hiç oralı olmadı filan. Aile fertlerimin olaylar karşısındaki duygu durumları biraz enteresan, herkes farklı tepki veriyor. Bu yüzden neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyorum. Herkesin aynı tepkiyi verdiği durumlar da yaşadık sonrasında, defalarca. Ama çocukluğumdan bahsettiğimiz için geçiyorum. Nihayetinde beni askere göndermediler, kız olmamı mı yoksa yaşımı mı bu kadar sorun ettiler bilmiyorum.

Birkaç kez evden kaçtım ama akşam olunca sıkılıp geri döndüm. Şimdi de sıkıldım Doktor. Çocukluğumda aranacak bir şey yok. Bir gün uyandım ve hayatım bombok oldu, hepsi bu.
.

8 Haziran 2010 Salı

Düğün!


"Canım hayırlı olsun, 2 ay sonra da seni evlendiriyormuşuz?” dedi. Anaç ruhlu iş arkadaşlarımdan biriydi bu. Başka bir arkadaşımın düğün müsameresindeydik. Normalde bu şekil organizasyonlara iştirak etmem ama o esnada damat traşını sergilemekle meşgul olan arkadaşım, davetiyeyi verirken “Gelmezsen ölümü ye” diyerek iğrençleştiği için karşı koyamamıştım. Ölü yemek tarzım değildi.

Bizim anaç, söylediği şeyi onaylamamı bekleyen gözlerle bana bakıyordu. Cümlesi havada asılı kalmıştı ve ben bir cevap vermediğim sürece o cümle öylece kalacağa benziyordu. Benimse şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Evlilik gibi bir kelimeyi, üstelik 2 ay gibi belirgin bir süreyle karşıma çıkaran bu kadının muazzam kurgusu karşısında ne diyeceğimi bilemiyordum. Zaten halay çekenleri izlemekten kafam yanmıştı. Tam “Ya yok” diyerek söze girmiştim ki başka bir arkadaş “Hadi hadiiiii” diye i’leri alabildiğine uzatarak ve ağzını alabildiğine yamuşturarak omzuma vurdu. Ben tam omzumla temas etme cüretinde bulunan o eli nasıl yapsam da kendisinin münasip bir yerine soksam diye düşünürken başka bir tanesi yanaşıp “Aaa, aşk olsun ama, bizden de mi saklıyorsun?” dedi. Olum n’oluyordu lan! Tezgah mı açıyordu bunlar bana? Nasıl bir komplonun içine düşmüştüm böyle?

Ben masadaki bu heyecanlı kalabalığı teskin ve ikna etmeye çalışırken az evvel halayda muhtemelen kurtlarıyla birlikte bir takım akli melekelerini de döken kalabalık üstüme üşüşmeye başladı. Çorap söküğü gibiydiler. Halaydan kopan yanımda bitiyordu. Hepsinin yüzünde manasız bir sırıtış vardı. Etrafım kuşatılmıştı. Koltuk altları terden ıslanmış erkeklerle, makyajları birbirine karışmış kadınlar, “ooooo” diye diye alıcı kuşlar gibi başımın üstünde dönüp duruyorlardı. Hepsinden aynı eksen etrafında farklı sesler çıkıyordu. Düğünü nerde yapacaktım, ayakkabımın altına kimlerin isimlerini yazacaktım, onları damat beyle ne zaman tanıştıracaktım, kınayı nereme yakacaktım gibi sorularla saldırıyorlardı. Terminolojik ve psikolojik bir baskıya maruzdum. Ağzımı açacak fırsat bulamıyordum. Adımdan gayrısını bilmiyordum. :/

O ara gözüm kararmış. Kafa bi gitti-geldi yani. Tekrar mevzuya döndüğümde şuurum yerinde değildi. Etrafımdakiler aynı meraklı gözlerle bana bakıyorlardı. Tabi ya, evleniyordum! Bu kadar kişi söylediğine göre bir bildikleri vardı herhalde. Onları yalancı mı çıkaracaktım! 2 ay içinde kesin görkemli bir düğün yapacaktım. Bir an önce hazırlıklara başlamalıydım. Mesela geçenlerde hayvan gibi bir çamaşır makinesi almıştım. Demek bilinçlerimin altında hep bu fikir vardı. Zaten oldum olası evimin kadını olmak isterdim. Evlilik tam bana göre bir şeydi. Şimdiye kadar evlenmemiş olmam delilikti. Reçel yapabilirdim, turşu kurabilirdim, evdeki malzemelerle sofrada harikalar yaratabilirdim. Tamam yapamazdım belki ama öğrenirdim lan n’olcak, atla deve değil sonuçta. Kimse anasının karnından evli çıkmıyordu ya! Hem bazı özellikler insana evlendikten sonra otomatik olarak yükleniyordu bence. Ver.0.2 gibi bir şey. Evet evet, nikahta bir “evet” diyerek bastıracaktım kodu. Biri bana hasbelkader asılacak olsa “Üzgünüm ben kodluyum” diyecektim. Hem belki memelerim de büyürdü. Bir de adet sancılarının azalması var tabi. Allahım daha önce niye düşünememiştim! "Evlenince anlarsın" denilen her şeyi anlayacaktım işte. Kocam beyle saadet dolu bir yuva kuracak, ona milyonlarca çocuk yavrulayacaktım. Sıfatının başında “kayın” olan yeni akrabalarım olacaktı. Hafta sonları alış veriş merkezlerine gidecektik. Hava güzel olursa belki piknik bile olurdu. Komşularımız olacaktı. Her dakka birileri evimizde belirecekti. Onlara çeşit çeşit ikramlarda bulunacaktım. Çok değişecektim, böyle teptemiz bi sayfa açacaktım kendime. Artık öyle fazla düşünmeyecektim, her şeyin en iyisini ve en güzelini kocam düşünürdü nasılsa. Canım kocam yea, şimdiden sevmiştim keratayı. Kocam beyin iş seyahatlerine gıkımı çıkarmayacaktım. Aldatırsa zaten hak etmişimdir. Öyle gezmece tozmaca işlerini de bitirecektim artık, dizimi kırıp evimde oturacaktım. Aile gelirine katkıda bulunmak için ev ekonomisi filan öğrenecektim. Evde iki çatal varsa birini kıracak, diğerini de kocamın götüne sokacaktım! Olmaz olsun lan öyle koca! Hayatımın içine sıçtı! :(

Desibeli biraz fazla yüksek bir tondan "Evlenmiyorum!" dedim. Herkesin şaşkın bakışları arasında, benzerlerine çok uzun bir zaman uğramamaya ant içerek düğün salonunu terk ettim.

Bitti.


Not: Bu yazı, beni cebren ve hile ile yazmaya zorlayan dostum Godsy'ye gelsin.
.

4 Haziran 2010 Cuma

Anılarım! Vol 1

.
Bir gün Olimpos sahildeyim, su görmüş malak misali yayılmışım böyle. Bir yandan da doğa kafası var tabi. "Abi aslında şehir hayatı çok ziyan bir şey, şurda küçük bir yer alıp domadiz filan yetiştirsem benden kralı olmaz aslında" demeye başlamışım düşünün. Oksijen çarpması :/ Tam böyle belgesel atmosferini yakalamışken kadının teki geldi plaj şemsiyesini garç diye soktu kuma. Ben bir celallen, bir delir, fırladım yerimden hemen. O şemsiyeyi aldığım gibi kadının... Yok lan saçmalamayın, medeni medeni konuştum. Bak deyze dedim, orda dedim, caretta carettalar yumurta yavruladılar dedim. Yazık değil mi dedim, ne biçim insansın lan sen dedim, vicdansız orospu dedim, şimdi sigdirgit gözüm görmesin seni dedim.

Sonra arkadaşlar suya soktular beni işte. Bu şekil.
.

28 Mayıs 2010 Cuma

Houston, bir sorunumuz var!


O sıralar, yarı zamanlı olarak astronotluk yapıyordum. Kolay iş değil. Her gün binlerce fit yol git gel, ssk yok bir şey yok. Kıyafet desen kıyafet değil. Çişin gelse hayatın bitik. Hele bir de regl olduğunda... Yaşattığı Sabiha Gökçen gönenci de olmasa çekilecek kahır değildi. Ama iyi kötü idare ediyordum işte. Mekiğim kız gibiydi. Bazen teybe bir Cengiz Kurdoğlu kaseti koyup galaksiler arasında slalom yapıyor, bazen de Ankaralı Namık'la neşemi buluyordum. Uzayda trafik olmaması büyük avantaj ama karanlık insanı çok efkarlandırıyor. Başını camdan uzatsan zaten anında sarhoşsun. Uzay kafası çok acayip. "Adaletin bu mu ulan dünya!" sözünü dünyaya karşı söylemişliğim var mesela. Bir gün kafam yine güzel, dedim "durdurun dünyayı binecek var" Kimse gülmedi. Kimse yok ki amına koyim kim gülecek! Zaten komik değil. Ama işte kuyruklu yıldızlardı asteroitlerdi yok efendim süpernovalardı filan derken yanıyor devreler tabi. Bana diyorlar ki işte git orda Drake denklemini çöz. Kolaysa gel sen çöz it!! Zaten uzaylıyla karşılaşıcam diye aklımın yarısı çıkmış! Neyse işte çözmedim ben tabi. Yevmiyeli iş zaten, mesaimi doldurur ekmeğime bakarım ben hacı. Gel zaman git zaman girmediğim karadelik kalmadı. Uzayın kompedanı oldum adeta.

Ya ben bunu daha şekilli ve uzun yazardım ama çok işim var ulanlar. Beni bir süre mazur görün. Ya da görmezseniz görmeyin lan! Tohumunuza para mı saydım sanki!!!

3. gezegendeyim.

Öbdüm.

Entel.
.

16 Mayıs 2010 Pazar

İçim ürperiyor, ya evde yoksam?

.
Alarm çalıyordu. Alarm sesi, şu hayatta duymaktan nefret ettiğim seslerin en başında gelir. Kafamı yastığın altına gömüp ses giriş ünitelerimi kapatmaya çalıştım. Devekuşlarını düşünün. Çok düşünülecek tarafları yok kabul, şimdi tekrar konuya dönün. Alarm diyorduk. Nasılsa birazdan kapatır ve osura osura uyumaya devam ederdi, hep yaptığı şey. Ama alarm ısrarla çalıyor ve beklediğim hamle bir türlü gelmiyordu. Sinirle dönüp yatağın diğer tarafına baktım. Zaten bütün dönüşlerim sinirledir ancak konumuz bu değil. Sabahın köründe yerimden fişek gibi kalkmama neden olan şey başkaydı. Kendimi bildim bileli aynı yastığa baş koyduğum, her gece koynuna girip her sabah kollarında uyandığım kendim, bu sabah yanımda değildim!

Önce derin derin nefes alıp sakin olmaya çalıştım. Kim bilir, belki de henüz uyanmamıştım. Bütün gün saçma sapan ve karmakarışık şeyler düşünmekten bitap düşen zihnim, böylesi korkunç bir rüyayla benden intikam alıyordu belki de. Korkunç rüyalara kâbus denir diyecek olanlar, rica ederim çenenizi kapatın. Kâbuslar gerçektir. Yazı yazıyorum şurada, sizinle tartışamam. Neyse işte uyanmamış olma ihtimalim üzerinde biraz daha düşündüm ve bunu test etmeye karar verdim. Saçmalamayın lan sayın okurlar, elbette filmlerdeki gibi kendimi tokatlayacak değildim. Hemen işimi düşündüm ve akabinde koca bir hassiktir çektim. İşim aklıma geldiğinde sövüyorsam her şey normal ve aklım açık demekti. Ama hayır, her şey normal değildi. Ben yoktum lan! Kaşla göz arasında dana kadar kadını kaybetmiştim!

Acaba tuvalete filan mı gitmiştim? Tabi ya, kim çişine karşı koyabilir ki? Hemen yerimden fırladım ancak tuvaletin kapısı ardına kadar açık ve içi sonuna kadar boştu. Salona baktım ama nafile. Zaten evde mutfak dışında bakılabilecek bir yer de kalmamıştı ama orada olmam söz konusu bile değildi. Ev ararken 'Nasıl bir şey bakmıştınız' diye soran emlakçıya, 'Mutfak olmasa da olur' demiş bir insandım nihayetinde. Kendimi koltuğa bırakıp bir sigara yaktım ve kafamı toparlamaya çalıştım. Acaba polisi mi arasaydım? Zaten nicedir eşkâlimi veresim vardı. Gerçi geçenlerde bunu anneme söylediğimde terliğini çıkarıp 'Orospu mu olacaksın başıma' diye başlayıp devamında bir kamyon sövmüştü. Allah var, iyi söver. Kadıncağız ne anladıysa artık… Ana yüreği tabi bi yerde. Her neyse işte, sonuç olarak anam aklıma gelince polisi bu meseleye bulaştırmamaya karar verdim.

Ben, bütün akşamdan kalmalığımla kendimi nerde kaybetmiş olabileceğimi düşünürken telefon çaldı. İş yerinden bir arkadaş. Normalde kimse beni hafta sonu erken bir saatte aramaya cesaret edemez. Yani belli ki bir şey olmuş. Panikle ‘Nerdesin?’ diye sordu. Kara haber nasıl da tez yayılıyordu. Ağzım çemçük bir vaziyette ‘Bilmiyorum’ dedim. ‘Uyanamadın yine di mi?’ dedi. O ‘yine’ kelimesindeki kinayeyi normalde uç uca ekleyip kendisinin götüne sokardım ama neyse ki acım vardı. ‘Çabuk gel, çalışıyoruz bugün unuttun mu?’ dedi. Ya ben kendimi unutmuşum adamın bana dediği lafa bak! Tam söylenmeye hazırlanırken benden önce işe gitmiş olabilme ihtimalim beni tarifsiz sevinçlere sürükledi. ‘Tamam be tamam öf!’ diyerek telefonu kapatıp hemen giyindim. Ha yeri gelmişken, sapık olanlarınızı şenlendirecekse söyleyeyim, bütün bunlar olurken son derece soyunuk vaziyetteydim.

İş yerinde beni tam bir hezimet bekliyordu. Hezimet kelimesini burada sırf artistlik olsun diye kullanıyorum. Yoktum yani, işe de gelmemiştim. Zaten mesai saatlerinde bile işe gitmeyen biri için bu şaşılacak şey değildi ama bir umuttu yaşatan insanı işte, n’apıcaksın. Hazır ordayken hayvan gibi çalıştırdılar beni. ‘Kendimi kaybettim, bırakın gideyim’ dedim ama dinletemedim. Anıra anıra güldüler bana. Aman da çok komik!!

Çıktığımda gün akşama dönmüş, ağaçlar yapraklarını dökmüş, kuşlar gökyüzüne küsmüştü. Havada bulut vardı ve bu da dumanın sebebini açıklıyordu. Sonra birden vakitsiz bir yağmur başladı. Arkamdan tüm şehir ağlıyordu adeta. Meteorolojik durumu yeteri kadar dramatize edebildiysem geçiyorum. Sokaklarda başıboş dolaştım öyle. Her köşe başından karşıma çıkacakmışım gibi umutla baktım dünyaya. Sonra canım dondurma çekti, hep hüzünden oluyor bunlar. Aldım yedim tabi, hayat devam ediyor sonuçta. Dondurmamı yerken bile gözüm hep kendimi arıyordu. Ama sokaklar zalım, sokaklar hayındı. Hiçbir yerde yoktum. Zaten yorulmuştum. Bunlar da insan bacağı sonuçta, o kadar yürünür mü! Sikerim böyle işi deyip bir taksiye atladığım gibi eve geldim. Arama kurtarma çalışmalarıma sonra devam edecektim...
.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Tımarhane Notları #9

.
Doktor Umuz Bey, önündeki sürahiden bardağa bir miktar su doldurduktan sonra masaya koydu ve "Dikkatlice bakın, bardağın neresini görüyorsunuz?" dedi.

Dikkatlice baktım. İtiraf etmeliyim, suyun renginin olmaması ilk bakışta biraz kafa karışıklığına neden oluyor. Kokla deseydi de aynı gerilimi yaşardım çünkü su kokmaz. Bir de mesela Hidrojen çok delikanlı bir elementtir. Sırf su olsun diye her zaman kendinden 2 verir de 1 veren Oksijene gıkını çıkarmaz. O değil de 2'nin 1 olduğu her yerde kutsal bir şey vardır. Bu mühim. Ama mevzu bu değil.

Babaannem çok sert mizaçlı bir kadındı ve meşhur klişenin aksine içinde pamuk gibi bir kalp filan da yoktu. Yüzündeki çizgiler sanki doğduğundan beri oradaymış gibi görünürdü. Ona bakan bir bilim adamı, Kızılderililerin aslen Karadenizli olduğunun ateşli savunucularından biri olabilirdi, hem de içinden. Bel kemiğinde, dedemin onu bırakıp eşkıyalığa heves ettiği 10 sene boyunca taşıdığı 14’lünün izi vardı. Belki de o silah onu böyle kötüleştirdi, bilemiyorum. Her neyse işte. Bir gün bahçede maaile oturuyoruz. Babaannemin yetiştirdiği süt mısırlar kocaman bir tencerede kaynıyor, büyükler muhabbet ediyor, biz kardeşler kuzenler sağa sola koşup duruyoruz filan. Çocukların vazifesi budur, büyükler muhabbet ederken salak salak koşarlar. Vazifemizi en iyi biçimde ifa ediyoruz yani. Sonra mısırlar pişti, hepimiz aldık birer tane yiyoruz. Sonra babaannem yüzünü ekşitip elini ağzına götürdü ve az ısırılmış bir arı çıkardı. Sonra öldü. İnsanın bir şeye karşı alerjisi olup olmadığını öğrenmesinin bedelinin canı olması enteresan. Kaldı ki bunu öğrendiğinde yaşının 80 olması da ayrıca enteresan. Ölüm, kendini gerçekleştirmek için bazen ciddi bahane sıkıntısı çekiyor. İşte biz o zaman, ölü babaannemin arı sokmasına karşı alerjisi olduğu bilgisini nereye koyacağımızı bilemedik. Dikkatlice baktım, babam daha çok bilemedi.

1 naaşla 2 naaş arasında matematiksel olarak ifade edilemeyecek farklar vardır. Toplu ölümler şehadet hissi verir. Kapınızın önündeki bir tabut, çoğu zaman sadece bir ölüye yardım ve yataklık ederken, 2 tabut adeta bir kahramanlık hikâyesinin beşiği gibi görünür. Ağbimin eşiyle oğlu şehit düşmüş gibi hissetmiştim bu yüzden. Oysa sadece pazardan dönüyorlardı. Domateslere karşı verdikleri onurlu mücadeleyi kaybettiler demeyi tercih ederim. Kaza yerinde, ezilmiş sebzeleri gördüğümde biraz rahatlamıştım. Biz yenilmiştik ama karşı tarafın da kaybı büyüktü. Genç ölümleri insanda ilk olarak, acıdan ziyade şaşkınlığa ve dolayısıyla saçmalamaya sebep olur. 24 yaşıma geldiğimde yengem gibi ölebilirim sandım. 3 buçuk yaşında ölmeyi öğrenen yeğenimi ise hiç anlayamadım. Dikkatlice baktım, ağbim daha çok anlayamadı.

Halam öldüğünde kızına dikkatlice baktım. Amcam öldüğünde oğluna dikkatlice baktım. Depremin ertesi günü dünyaya dikkatlice baktım. Sevgilimi terk ederken yüzüne dikkatlice baktım. Ağbim komaya girdiğinde herkese dikkatlice baktım. Babam ölürken bana dikkatlice baktılar… Her zaman dikkatlice bakacak bir şeyler oldu. Peki ne gördün, derseniz, bunu anlatabilmem zor. Ama dikkatlice bakmanın ne demek olduğunu biliyorum. Bu yüzden insanlar gözlerini üstüme sapladıklarında ters giden bir şeyler olduğunu düşünüyorum.

Doktor sorusunu yineledi. Bardağın neresini görüyormuşum. Eğer hâlâ bir bardak varsa, dolu ya da boş olması kimin umurunda.

"Kendisini" dedim.

Suyu içtim.
.

27 Nisan 2010 Salı

Tımarhane Notları / Atlarla Dans!


Koşuyorum. 4 ayağım var ve ikisi nalsız. Nalsız ayaklarım koşarken çok acıyor çünkü çünkü taşlar battıkça ah.. Bilemezsin. Ayak seslerimin, koşarkenki ayak seslerimin bir ritmi var ve bazen bir ritmi yok. Eğer seslerin bir ritmi yoksa yani her şey birbirine karışıyorsa yani mesela koşuyorsan ama sanki kayık gıcırdıyor gibi oluyorsa ve bazen de motor sesi ama boğulan motor sesi yani birazdan duracak ama bir türlü durmuyor ve keşke dursa Allah kahretsin dursa! Ve eğer durmuyorsa!

Hala koşuyorsan, nallarının ikisi yoksa ama beri yandan da iki nalın varsa ve etrafın hiç nalı olan insanlarla doluysa… Koşuyorsan… Nalları olmayan insanlara nalların yokmuş gibi davranıyorsan ama bazen umumi bir tuvalete girip nallarından özür diliyorsan ve böyle olsun istemezdim diyorsan çünkü sahiden böyle olsun istemiyorsan... Koşuyorsan… Gövdenin içinde hangi organlarının kaldığını bilmiyorsan ve aslında bunu bilmediğini bile bilmiyorsan ama sonra biri gelip sana bir kalbin olduğunu hatırlatıyorsa ve hatırladığın anda kalbin çarpıyorsa ve o öyle çarpıyor diye sen korkuyorsan… Korkmuyorsan! Başka şeylerden çok fazla korkmuşsan ve artık sadece bundan korkmak istiyorsan yani korkmamak gibi bir lüksünün olmadığının farkındaysan ama artık korkularının ismi değişsin diye yalvarıyorsan ve kime yalvardığını bile bilmiyorsan ve bunu umursamıyorsan çünkü hiçbir yalvarışın işe yaramadığını görmüşsen ve görmez olsaydım demişsen ve artık gözlerinden vazgeçmişsen…

İnatla koşuyorsan… Hiçbir sesin sana yetişemeyeceği hızda koşmaya çalışıyorsan ama sesler de koşuyorsa ve sesler çok hızlıysa ve sen ışığın sesten daha hızlı olduğu bilgisine sahipsen ama ışık değilsen! Işık değilsen çünkü kulakların varsa ve kulakların koşarken de duyuyorsa ve kulakların keşke ayaklarının altında olsa ve böylece aklından en uzakta tutulsa! Ama tutulmuyorsa!

Yani sesler bu kadar yakınsa ve sen duymamak için daha da hızlı koşuyorsan ve koştukça ağırlaşıp kendini taşıyamıyorsan ama durmuyorsan çünkü durursan ne olacağını bilmiyorsan ve bilmemek karanlıksa… Ve bilmemek karanlıksa ve etrafın karanlıksa ve sen körsen ve kör gözlerinle ve karanlıkta ve aslında orda olmayan kapkara bir atı arıyorsan… Elbette bulamıyorsan ama ya bulursan!

Yani ya bulursan diye ısrarla koşuyorsan… Koşmaya devam edebilmek için kendi kendini kamçılıyorsan ve kamçıların yalandansa ve artık daha fazla yalana ihtiyacın varsa ve aslında hiçbir yalan seni ikna etmiyorsa! Hiçbir yalan seni ikna etmiyorsa ve seni ikna edecek bir yalan bulmak için canını vermeye hazırsan ve yani sen de bir can taşıyorsan ama bunu bir türlü ispatlayamıyorsan ve zaten artık ispatlamaya da çalışmıyorsan çünkü yorulmuşsan ve faydası olmadığını anlamışsan…

Ama yine de bile bile koşuyorsan… İçinde atlar varsa... Yeleleri boynuna dolanıyorsa ve o yeleler dolandığı yeri alabildiğine sıkıyorsa ve ayaklarının altından tozlar yükseliyorsa ve göz gözü görmüyorsa ve ağzın köpürüyor ve nefesin kesilecek gibi oluyorsa… Ve nefesin kesilecek gibi oluyorsa ve bacakların titriyorsa ve karnın çatlıyorsa ve kanın damarlarına sığmıyorsa ve ellerin yoksa çünkü 4 ayağın varsa ve patlayacak kadar şişen damarların o yelelerin dolandığı boynundaysa ve dişlerin boynunun yakınlarındaysa ve koşman lazımsa ve sen artık koşamayacaksan o kan o damardan akmadıkça!!



Boynumdaki diş izleri bu yüzden Doktor.

------------------------------------------------------
Not: Bu yazı, İran asıllı şair Haşim Hüsrevşahi tarafından Farsçaya çevrilip şurada yayınlanmıştır.
.

16 Nisan 2010 Cuma

Bazen böyle

.
Seni merak ettim, dedi. Şaşılacak şey değil. Sizi seven bir adam, sizi merak eder. Uzun zamandır görüşmüyorduk. İzimi kaybettirmeyi becerebiliyorum hâlâ. Bu adil değil, haklısınız. İnsanları tedirgin etmek doğru değil. Ama ben yalnız ölmeyi seviyorum. Yapacak bir şey yok.

Yemek yiyor musun, dedi. Sizi seven bir adamla sevmeyen bir adamın soruları arasında fark vardır. Bu soruyu en son ne zaman duydum? Hatırlayamamak ne fena. İçimden ağlamak geldi ama paketimi bitirdiğim günden sonra ağlamayı bıraktığım için vazgeçtim. Yiyorum, dedim, köpek gibiyim endişelenme. Köpek gibi olduğum doğru.

Bahçesindeki çiçekleri anlattı bana. Benim için diktiği armut ağacının nasıl serpildiğini filan. “Armut biraz ironik değil mi?” dedim. Öyle düşünmediğini söyledi. Öyle düşünmez zaten. Ben olsam düşünürüm belki ama o düşünmez. Onunla aramızda şöyle bir fark var:

O, iyi biri.

Ben, kötü biri değilim.

Sormasa anlatmam. Sordu, yine de anlatmadım. Kaybettiklerimi duyunca kendini kötü hisseder çünkü. Sizi seven bir adamın başka bir farkı da budur. Siz kaybettikçe o eksilir. Eksilmesini istemedim, gerek yok. Yakın bir zaman önce babasını kaybetmiş meğer. Duyunca eksilmedim. Baş etmenin bir yolunu bulacak nasılsa, herkes bulur.

Beni özlediğini söyledi. Biri bana bunu söylediğinde taş kesiliyorum, kim olursa… Çünkü ben kimseyi özlemiyorum. Hayatta veya kendinde olmayanlar hariç. Böyle olduğu için üzülmeli miyim? Böyle olduğu için üzülmedim. Ama “Üzgünüm” dedim. Bu beni kötü bir yalancı yapmaz. Üzgündüm çünkü beni özlüyordu. Aslında üzgün de değildim. Belki de bu beni kötü bir yalancı yapar.

“Saçların uzadı mı?” dedi. Sizi seven bir adam saçlarınızı…

Saçlarım uzadı. O elbiseyi yine giyiyorum bazen. Hâlâ bağıra çağıra şarkı söylüyorum, sabah kalkmamak için yüzlerce bahane buluyorum, yeri gelince ağız dolusu küfrediyorum filan. Artık kimsede eskisi kadar iz bırakmıyorum ama. Bırakırsam kaybettiriyorum. Kaybettiremediysem cinayet mahalline dönüp yaptığım şeye bakıyorum. Eserimle gurur duymuyorum ama başka bir şey de hissetmiyorum. Bir sigara yakıp yürümeye devam ediyorum. Çünkü umurumda değil. Çünkü üzgünüm, ama umurumda değil.
.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Yedik bir bok!

.
Şimdi şöyle oldu. Biri benim na şu yan tarafta gördüğünüz mail adresime "2010 Blog Ödülleri" zımbırtısına katılmam falan filanla ilgili bir davet gönderdi. Gördüğünüz gibi aranızda insan olanlar da var. O mail adresini haybeden vermedik size di mi!! Bir günden bir güne de gelip Entel'im moralmanların nasıl, bir şeye ihtiyacın var mı, istersen gelip ütü yapalım, evi temizleyelim ya da ne bileyim, yemek filan yapalım, hadi bunları da geçtim, tanıdığım çok yakışıklı arkadaşlar var filan diyeniniz yok! "ahuahauhauha" diye mail atmış geçen biri. "ahuahauhauha" diye mail mi olur lan! Siz hayvan gibi gülesiniz diye mi yazıyorum ben bunları!

Her neyse işte. Biri mail atmış ve o kişinin ismi D.T. değil. Çünkü neden? Çünkü D.T. azılı bir hırsız ve bilomun, benim bir de T&T Durden biraderlerin bloglardan araklayıp Facebook'ta şurda burda dana kadar reklamlarını yapıp kendi yazmış gibi artizlik yapıyor. D.T.'ye karşı çok kinliyim. D.T.'nin ağzını burnunu gömçürtesim geliyor. Kendisini 6 ay içinde aleme rezil rüsva etmeyi düşünüyorum. Bilom 1 yıl içinde hallederim ben o işi dedi. Çünkü o tembel. "Sen çok tez canlısın bilom" dedi bana. Bence haklı. Hülasası maili D.T. göndermedi. Siz şimdi bu maili R.Ç. gönderdi filan da sanırsınız hee, çok safsınız olum. R.Ç. gönderir mi hiç? R.Ç. gönderse kendisini ifşa etmiş olur. Nasıl desin insancık? "Entel hanım blog ödüllerine aday olun, hayır siz olmazsanız ben olucam çünkü sizin blogun aynısından bi tane de ben yaptım" mı desin? Diyemez. O yüzden başka biri dedi ve onun kim olduğundan size ne kahrolasıcalar!!!

Kıvama geldiyseniz sonuca bağlıyorum. Nihayetinde ben bu blog ödülleri işine aday oldum, yedim bi bok yani. Oysa şimdi çok pişmanım. Zaten bence hakem taraf tutuyordur kesin. O değilse politik molitik bi durumlar vardır. O da değilse hamili kart yakinidir birilerinin. O da değilse siz ibnesinizdir ve bana oy vermemişsinizdir!! Niye oy vermiyorsunuz olum bana! Okurken iyi ama di mi!! İnsan değil misiniz!! Böyle mi olduk şimdi! :/

Bakın buraya yazıyorum, eğer o dangadungadan ödül alamazsam blogu yakarım! Komple yok ederim buraları. Bir daha da ok, pls, tsk, kib dışında bir şey yazmam!! Şaka la yazarım. Ama olsun, siz yine de oy verin. Beynime kan sıçratmayın benim!

Aha da adres şu: İnsan okusun diye yazıyoruz bunları!

Öbüyorum parmak uçlarınızı. Ya saçmalamayın niye öbeyim sizin pis parmak uçlarınızı! Canlarım :)))))

İstanbul hanfendisiyim.

Sevgilerimle...

Entel...
.

9 Nisan 2010 Cuma

Nasılsın?

.
Nasıl mıyım? İyiyim galiba. Bu konu hakkında çok düşünmüyorum. Aslında hiçbir şey hakkında çok düşünmüyorum. Düşününce delirebilir insan. Akıl sağlığını korumak lazım, bunu biliyorum. Çalışıyorum işte. Çalışmaktan nefret ediyorum ama ne kadar çok çalışırsam o kadar uzaklaşıyorum. Uzak kalmak iyi. Yaklaşınca delirebilir insan. Ne diyorduk? Akıl sağlığını korumak lazım. Bazen paralel evrende yolculuğa çıkıyorum. Başka türlü olsaydı ne olurdu? Bir sürü alternatif var. Birkaç çocuk doğurmuş olabilirdim. Çoktan intihar etmiş olabilirdim. Alıp başımı gitmiş olabilirdim. Yapabilirdim. Yapmadım! Hiçbir kutsal amaç uğruna değil. Hani bazen bir film izlersiniz, çok saçmadır, çok abartılıdır, bu kadar da olmaz bariz taşak geçiyorlar dersiniz ama sonuna kadar beklemekten de geri duramazsınız ya, öyle işte. Bekliyorum. Yönetmenin bunu ilginç bir sona bağlamasını bekliyorum. Çok umudum yok. Yani muhtemelen bi sikime benzemeyecek. Ama umudumu tamamen kaybettiğimde de çıldıracak gibi oluyorum. Ne diyorduk? Akıl sağlığını korumak lazım. Genelde duruyorum. En çok duruyorum. Durabilmek önemli. Durabilmek mühim. Ve zor. Çünkü biliyorsunuz, içimde atlar var. Atlar durmayı bilmez. Duran atlara at denmez. Ama bunlar at ve kimse inkar edemez! Onu diyorum işte, akıl sağlığını korumak lazım. Ev güvenli. Ev, insan olmaya en çok yaklaştığım yer. Manzara güzel. Birkaç fotoğraf. Birkaç kitap. Ve saat hep 9.25! Çünkü zaman acayip. Nereye doğru gittiğini kimse izah edemez. Bir yere gittiğini kimse iddia edemez! Daha önce söylemiştim, kısa namlulu bir silah gibi. Ateş ediyor ama vurmuyor. Yalan! Bazen vuruyor ama hiç öldürmüyor! Yani akıl sağlığını korumak lazım. Dedi ki “Bir türlü alışamıyorum.” Dedim “Alışırsın.” Bunu dediğime hayret ettim. Demek ki ben alışmışım. Demek alışılacağına inanmışım. Yahut yalan söylüyorum. Bazı yalanlar hayatta tutuyor insanı. Hayatta kalmak şart! Çünkü akıl sağlığı… Malum, korumak lazım. Büyüdükçe ikna olmak güçleşiyor. Bir şeyler söylüyorlar. İçimden tekrar ediyorum. Çünkü artık iki kere söylenmeyen hiçbir şeye inanmıyorum. İkiden az söylediğim şeylere kimsenin inanmasını beklemiyorum.

Nasıl mıyım? İyiyim iyiyim.
.

Tek soru

-Yamak Ali kendini asmış.
-Baharda mı?
-Baharda.
-...

30 Mart 2010 Salı

Kişisel!!

.
Baktım bakındım benim blogu kategorize etmeye kalktığında "kişisel"den başka bir şeye uymuyor, ben de kişisel kişisel yazıcam şimdi ve siz kahrolası pislikler bütün bunları okuyacaksınız!!

Çalıştım işte bugün yine. Akşamın kör vakitlerine kadar çalıştım. Hayvanlar gibi çalıştım böyle. Mamutlar, bufalolar, dinozorlar gibi çalıştım. Sofranızdaki yerim öküzünüzden sonra gelecek şekilde çalıştım. O sebeple sinirlerim bozuk. Üstüme varmayın!

25 tane herif var, bayaa bildiğin herif bunlar. Kıl sahibi insanlar yani. Bu ara böyle bir kitleyle muhatabım ve bana tecavüz etmelerinden çok korkuyorum. Herhangi bir tahrik vaziyeti oluşmasın diye de bütün kışlıklarımı üst üste giyip gidiyorum işe :/ Zor durumdayım.

Sonra işte akşam dedim ki biber dolması yapayım dedim ben şimdi tamam mı. Ama evde münasip dencere yok. Neyse gittim bi dencereciye. Oha amına koyim niye o kadar pahalı lan! 90 liraya dencere mi olur!! Olmaz olsun öyle dencere! Nalet gelesi :/ Neyse işte almadım tabi. Sonra eve geldim bi baktım salçanın içinden mavi mi desem gri mi desem bi şeyler fışkırmış. Aman ya salçasız olsun n'olcak atla deve değil sonuçta dedim. Sonra işte pirinç yıkadım çünkü biber dolmasına pirinç konur. Bir süre pirinçlerle birbirimize baktık. Sonra bir de baktım meğer ben biber dolması yapmayı bilmiyormuşum ya la! İyi ki de almamışım o dencereyi hee, valla bazen kafam çok çalışıyor. Buradan, bana anamdan daha iyi bakan yemeksepeti üye iş yerlerine çok teşekkür ediyorum.

Neyse işte geçen kuzenim geldi. Kendisi genetik menetik işler peşinde bir insan. Başladık bunla kromozom muhabbetine. Kromozom deyince orada duracaksın aga! Kromozom mühim. X idi Y idi derken Demet Akalın'ın birazı erkek çıkmasın mı? Şimdi testiküler feminizasyon diyeceğim de hiçbir şey anlamayacaksınız siz cahil ipneler! Bilim bunlar hep. Açıp da bir şeyler okuyayım yok! Anca gidin Tuna Kiremitçi'yle İclal Aydın birbirlerine nasıl laf geydirmiş onları okuyun di mi!! ahuahau. O da çok bomba la. Hatun gitmiş Jaklin'den kıskanmış herifi. Jaklin dediğim de gayet rahmetli bir insan. Yazık. Ülkemiz işte hep bu yüzden şey oluyor :/Durun la konudan uzaklaştım. Demet Akalın!!! Neyse işte bu insancağızda testiküler feminizasyon sendromu varmış. Yani kromozom dizilimi XXY mi neymiş işte öyle bir şey. Ya işte içinde taşakları varmış kadının ulan! Seviyesiz pislikler :((( Beni nasıl konuşturduğunuza bir bakın, mutlu musunuz şimdi!!

Tamam sakin. Bugün iş yerinden bir arkadaşın metresini aldım. Ne deniliyor ona lan? Hani böyle ölçmeye yarayan şey işte. Yemin olsun az önce yazdığım şeyi metres olarak okuyanlarınız vardır hee, bak şimdi farkettim. Ne pislik okurlarsınız olum siz!! Sapık mısınız nesiniz anlamadım ki! Neyse işte aldım ben metreyi. Çünkü neden? Çünkü eve kitaplık yaptırıcam ve onun için mobilyacıya ölçü vermem gerek. Çünkü o kadar çok kitabım var ki sığmıyorlar hiçbir yere :( Bunun ne kadar acı bir şey olduğunu tahmin bile edemezsiniz :( Ya öf tamam saçmalamayın. Alamadım işte ölçü filan, onu diyecektim.

Sonra bir de taşındığımdan beri ütülenmeyi bekleyen bir takım tayyörler ve döpiyesler var. Şu çağda insan evlatlarının hala ütü yapmak zorunda kalması kabullenilecek gibi değil. :/ Ülkemizin kalkınabilmesi için kendi kendine ütü yapan bir makinenin geliştirilmesi şart. Benim kalkınabilmem için de çok şart. Ütü yapmamak için sürekli yeni bir şeyler almak zorunda kalıyorum :/ Sevgili arkadaşlarım, bu mesajım size. Hayır yani elinize mi yapışacak!

Offf. Canım çok sıkılıyor tam da şu vakit. Sigaradan da boğazım acıdı zaten. Erkek gibi hönkürdüyorum. O değil de dün akşam bir arkadaşımla oturup televizyon izlerken pornolar konusundaki eksiğimizi farkettik. Niye öyle birdenbire farkettik onu hatırlamıyorum ama epey açığımız var yani. Sonra birkaç siteye girdik işte, olum çok acayip şeyler var lan. Valla. İzleyemedik ama, üyelik müyelik istiyo ipneler. Korkarım ben üye filan olamam öyle yerlere de zaten cevher başka yerdeymiş; videolara buldukları isimler. Ben böyle yaratıcılık görmedim arkadaş! Birkaç örnek yazardım buraya ama osbircileri bu elit mekana doluşturmak istemiyorum.

Bir de diyorum ki saçlarımı mı boyatsam? Şöyle fışılı fışılı bi şeyler. Sağ tarafa saçlarımı ne renge boyatayım diye bir anket koyayım bari, hıhııımm.

Bitmedi!! Yok la bitti galiba. Kişiselmiş. Alın size kişisel!!

O değil de, ütü yapsam iyiydi.
.

28 Mart 2010 Pazar

İfade!

.
Onu diyorum işte hakim bey. Yaptığım bir şey yok halbuki, kimsenin öküzüne höst dememişim. Ama sürekli tehdit felaketleri alıyorum. Ulan bu ne! Deme öyle diyorlar. Sabır diyorlar… Sabırsa sabır, amenna. Meydana çıkmışız bir kere, dövüşe soyunmuşuz. Yalnız fena dövüyorlar hakim bey. Na şu gözümü açamadım senelerdir. Benim surat evvelden böyle değildi, öyle bir giriştiler ki ne olduğunu anlamadım. Çok afedersin götümden kan getirdiler. Yauv bir yere gittiğimiz yok, az vicdanlı vurun di mi? Ama yok, Allah ne verdiyse vermedi demiyorlar. Azrail’e bir osuruk borcumuz var altı üstü, onu da sike sike alacaklar bu gidişle. Merhamete ihtiyacımız var hakim bey.

Ha bir de tevekkül diyorlar, iyi eyvallah. Zaten başka hal çare de kalmamış. Kurbanlık sığır gibi bağlamışlar kolumuzu bacağımızı, yatırmışlar boylu boyunca. Ama bilemezsin hakim bey! O bıçağı sürekli boynunun dibinde hissetmenin ne demek olduğunu bilemezsin. Keseceksen kes ulan diye bağırasım geliyor anam avradım olsun. Sus diyorlar, Allah diyorlar, inan diyorlar. Yauv inanırız inanmak mevzu değil ki. Ne dedilerse inanmışım ben zaten şimdiye kadar. Hem onca insan, bir bildikleri vardır di mi? Ama nasıl güveneyim artık hakim bey? Vaziyet ortada. Kaç kere aynı yerde çelme yemişiz. Herkes gözümün içine bakıyor, ulan ben nereye bakayım? Bir çiçeğin rengine, bir kelebeğin kanadına mı bakıp ikna olayım? Geçsinler bu işleri hakim bey.

Hayatın gerçekleri diyorlar… Herkes hikmet sıçıyor anasını satiyim. Bilmiyor muyum! Düşünmekten aklım rutubetlendi. Ama sikiyim ben o gerçekleri çok afedersin. Hiçbir işe yaramıyor. Bizim inanabileceğimiz yalanlara ihtiyacımız var hakim bey.

Şeytan diyor al bıçağı çık sokağa önüne geleni doğra! Uymuyorum şeytana hakim bey, herif mantıklı konuşmuyor zaten. Niye doğrayayım milleti di mi? Ama içiyorum bazen. Çünkü içmeyince buzlarım çözülmüyor artık. Öyle kazık gibi duruyorum. Birileri gelip bir şeyler anlatıyor, he diyorum, hı diyorum. Ne diyeyim? Kafam sürekli su alan bin tonluk bir gemi gibi. Batsa kurtulucam. Ama batmıyor dinine yandığım. Ya onu diyorum işte, delirmeye ihtiyacımız var hakim bey.
.

27 Mart 2010 Cumartesi

Çiş

.
Çişim geldi. O haberi alır almaz.

Hızlı hareket etmeliydim. Öyle olur çünkü, hızlı hareket etmek gerekir. Oturduğum yerden kalkmalı ve sanıyorum önce hastaneye gitmeliydim. Ama bacaklarım odun gibi olmuştu ve çişim vardı. Durmadan telefon çalıyordu. Kara haber telekomünikasyonu. Bilenler bilmeyenlere anlatsın hali. Biliyordum. Olmadan önce de biliyordum aslında ama olana kadar olacağına ihtimal vermiyor insan yine de. Her neyse. Açmadım telefonları. Çişim vardı. İdrak ile idrar arasında bu kadar organik bir bağ olabileceğini o zamana kadar düşünmemişim. Belki de düşünmüşümdür, unutuyor insan tabi. İş yerindeydim. Biri gelip “İyi misin?” dedi. “İyiyim” dedim, “çok çişim var.” Garip garip baktı suratıma. Biri çay getirdi, başka biri sigara. Normalde sigara içilen bir alan değil. Ama çişi gelenlere karşı duyulan enteresan bir merhamet anlayışı var galiba. Bir de şey var tabi, bu tip durumlarda, sizin için bir şeyler yapmak isteyen insanların sizin için bir şeyler yapmasına izin vermelisinizdir. Aksi şımarıklık olur çünkü ve şımarıklığa sadece ilk tecrübenizde hakkınız vardır. İlk tecrübem değil nihayetinde. Kafamdaki vidalar daha önce aynı yerden defalarca söküldüğü için bir çeşit yalama durumu oluşmuş. Yaktım sigarayı, şımarıklık etmedim. Yarım ağız söylenen şeyler var ya, bir de yarım göz bakmak var mesela. Bakmıyorlar gibi ama bakıyorlar da bir yandan. Olası bir cinnete karşı tetikte bulunma bakışı bu. Ortada cinnet filan yok. Çiş var sadece, o da mesanemde. Ortalığı dağıtmıyorum yani. Bir yandan da telefon çalmaya devam ediyor. Denk gele açıyorum. Bir arkadaşım. “İyi misin, geleyim mi?” diyor. “Yok”, diyorum, “gelme iyiyim. Çişim var sadece.” Benim için endişelendiğini söylüyor. Endişelenecek bir şey yok hâlbuki. Çişimi yapsam geçecek. Fakat bacaklar odun olmuş. Kalkıp tuvalete gidemiyorum. O ara etrafım kalabalıklaşıyor. Suratlardaki ifade aynı. Soru aynı: “İyi misin?” Cevabım da belli: “İyiyim işte, çişim var.” Dünyadaki herkesin çişimden haberdar olmasını istiyorum. Kal-u beladan beri çişim varmış gibi hissediyorum. Böbreğimin, sair bütün organlarımı ele geçirdiğini düşünüyorum. Kuzenim arıyor sonra. Açmam gerek. Ona iyi bir şeyler söylemem gerek. Çünkü bu durum en çok onu ilgilendiriyor. Motorları maviliklere filan. Sikeyim. Bunu kimse yemiyor artık. Öyle bir şey yok çünkü. “Aylin” diyor, “n’apıcaz biz şimdi?” Bilmiyorum ki. Keşke bilsem. İşeyeceğiz desem olmaz. Ama çişim var. Ağlıyor tabi, ağlamaz mı insan… “Hastaneye mi geleyim?” diyorum. “Yok” diyor, “çıkarıyoruz şimdi, sen direkt eve gel.” Birinin bana ne yapacağımı söylemesi iyi. Yoksa hareket edemem o şartlarda. Bir panik çıkıp otobüse atlıyorum. Odunlarımın hareket edebilmesine şaşıyorum. Çişimi yapmayı unutuyorum. Neyse diyorum, varınca artık…

Yol zor. Kafamı pencereye yaslayıp dalıyorum öyle, ambiyans olması gerektiği gibi yani. İçimden hüzünlü bir şarkı da tutturursam tam olacak. Ama olmuyor, çişim var zira.

Geçen demişti ki… Ah bir işesem. Öyle bakmıştı yüzüme… Çişten zehirlenir mi insan acaba? Tıpkı onun gibi… Bacaklarımı şöyle yapınca daha mı az hissediyorum ne? Hele o balkonda oturduğumuz gün… Elimle bastırsam gören olur mu ki? Şimdi yani gittiğimde… O çayı içmeseydim keşke. Yani aynı bahçeden kaçıncıya?

Uyumuşum biraz. Aklım uykuya kaçmaya bayılıyor. Rüyamda hep tuvaletler filan. İnsanız sonuçta. Sonra eve yakın bir yerde indim. Bulduğum ilk tuvalete girdim tabi, dayanacak takatim kalmamış. İşedim işte, malum hal.

Sonra yürüdüm biraz. Sonra evin önüne geldim. Sonra bir sürü insan… Sonra… Ya neyse işte.
.

15 Mart 2010 Pazartesi

Sonra...

.
Sonra öyle durdum biraz. Bir süre Afrika kıtası yokmuş gibi davrandım. Tekerlek icat edilmemiş, ıspanak bir sebze değilmiş gibi… Yok sayınca yok oluyor çok şey, her şey değil. Gözümü kapatınca kör olabiliyorum aslında. Ama karanlığı gördüğümü varsayıyorum bu sefer de, görmemeyi gururuma yediremiyorum. Tuhaf yani.

Durdum sonra biraz öyle. Komik şeyler düşünmeye çalıştım. Düşününce buluyor insan. Güldüm biraz işte. Kendi kendine gülenlere deli diyenler insan değiller. Belki de insandırlar, emin değilim. Ama gülmeyen insanlardan çok korkuyorum. Bu gerçek. “Hayata katlanamadığımız için espri yapıyoruz” demiş… Kim demiş? Mühim değil, doğru demiş nihayetinde. Bu yüzden mi bu kadar gülüyorum yoksa güldüğüm için mi bu yüze varıyorum kuşkuluyum. Kaotik bir sebep-sonuç sarmalı bu. Yanisi gülünecek hiçbir durumu boş geçmiyorum. Böylece katlanıyorum. Görseniz, her tarafım kat izi…

Biraz durdum sonra öyle. İçimdeki bu anlatma isteğiyle kavga ettim. İsteğim beni dövdü. Bu aralar çok asabi. Asabiyetinden aldığı bir gücü var. Fazla ilişmemeye özen gösteriyorum. Ama birinin ona, anlatacaklarının hiçbir işe yaramayacağını söylemesi gerek.

Sonra durdum öyle biraz. Kırmızı koltuk eskiyene kadar oturdum. Ademoğlu ahir ömründe en çok oturuyor galiba. İnsanların hafızamdaki fotoğrafları genelde otururken çekilmiş. “Oturmaya da kalsaydı” dediklerim de var “keşke biraz daha öyle otursaydı” dediklerim de… En çok da bunlar oturmuş içime. Oturmak da ne acayip kelime…

Biraz öyle durdum sonra. Sekerat denilen bir şey var. İnsanın ağzı köpürüyor böyle, nefes alamıyor. Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyor. Ona demek istiyorum ki “son nefesini benim için harcama, ben buna değmem.” Diyemiyorum. Kalas yutmuş gibi oluyorum çünkü. Tam yutamamışım da boğazımda kalmış gibi daha doğrusu… Hep aynı şey. Birine benziyor. Allahım nasıl da ona benziyor! Zaman, zeminden çekiliyor. En başa gidiyorum. Onu buluyorum. Dönerken kaç yere daha uğruyorum? Sayabilsem de bereketi kaçsa. Ama sayamıyorum. Hepsi ona benziyor. Hepsi öyle…

Öyle durdum sonra biraz. Orta Asya’da kutsal sayılan bitkiler ve hayvanlara dair bir şeyler okudum. Bir ağacı kesmeden evvel ondan özür dileyen adamlara dair konuşmak istemiyorum, çok duygusal olduğum düşünülüyor sonra. Sırf bu yüzden vücudumda kırılmadık kemik kalmadığını da anlatmıyorum kimseye. Bir film vardı. Kadının teki bir binanın en yüksek yerine… Her neyse.
.