13 Mart 2016 Pazar

Olay Rusya’da geçiyordu

.
Dostoyevski’yle metruk bir odadaydık.  Mütevazı mobilyaların üzerinde üç karış toz, Dostoyevski’nin üzerindeyse uzun bir entari vardı. Niye böyle giyindin abi dedim, dedi çağımızın gereği. Hangi çağda olduğumuzu çıkaramadıysam da üstünde durmadım.  Sonra, yere kadar uzamış sakalıyla döşemeyi süpürmeye başladı. Sakalım yok ki yardım edeyim. Abi napıyorsun kurban olayım bırak temizlikçi halleder dedim. Vakit geçiriyorum ilişşmeeğ dedi. Böyle Vahi Öz üslubuyla söyledi bunu. Kalan her şey normalmiş gibi tuttum bu kısma şaşırdım. Bana çeviri hatası gibi geldi bilemiyorum. Bir dahakine mevzuyu Rusça görmeye çalışacağım.

Yerden kalkan tozdan olacak, birden korkunç derecede öksürmeye başladı. Boğuluyor gibiydi, elim ayağıma dolandı. Belki de dedim sara krizi geçiriyordur. Zira rahmetlinin, babasının ölümünden sonra üstüne yapışan ve şahsi ölümüne kadar peşini bırakmayan böyle bir marazı vardı. Derhal pencerenin önündeki bir bardakta filizlenmeye başlamış kuru soğanı alıp ağzına soktum. Allahım ben ne yapıyordum? Neden bu kadar edebi bir durumun içinde, işe yaramayacağına emin olduğum böyle saçma ve arkaik yöntemlere başvuruyordum? Ayrıca Dostoyevski niye bardakta kuru soğan yetiştiriyordu? Birden öksürmeyi kesip ağzındaki soğanı çıkardı ve “Yoksulluk” diye başladı.  "Bir ülkede yoksulluk varsa onu yazmayan yazar değil, insan bile olamaz. Önce insan olmak lazım. Bugünkü dünyada yoksulluk, insanın en aşağılanmış yeridir. İnsanlar yoksul olmamalı. Çünkü insanları yoksul etmeyecek her şey var bu dünyada. Bütün insanlara yetecek kadar yiyecek ve giyecek var. Ayağına giyecek ayakkabı da var. O zaman niçin insanlar yoksul olsun? Bu en utanç verici yanıdır insanoğlunun. Yazarsa bir insan, eğer insanlara bir şey söylüyorsa, yalnızca estetik olmamalı söyleyeceği. Yoksulluğunun tepesine inmelidir yıldırım gibi. Ve o zaman insan olacak, sonra da yazar olabilirse olabilecek. Ama hiçbir insan yoksulluk yok diyemeyecek.” diye tamamladı sözlerini. Çok haklı konuşmuştu ama sanki bu sözleri başka bir yerden hatırlıyor gibiydim. “Abi bunları Yaşar Kemal söylememiş miydi?” dedim. “O da çok büyük yazar olacak ama henüz doğmadı” dedi. “Hem ne fark eder,” diye devam etti, “dünya aynı dünya, yoksulluk aynı yoksulluk. Adem’den beri böyle bu, hepimiz aynı elmayı yedik.” Sonra yeni bir öksürük ve titreme nöbetine tutuldu. Bir gayretle yatağına yatırdım ve sandalyenin üstünde duran paltoyu üzerine örttüm. Gözlerini aralayıp mütebessim bir ifadeyle paltoyu okşadı ve anlaşılır anlaşılmaz bir sesle “Hepimiz bundan çıktık.” deyip derin bir uykuya daldı.

Başucundaki komodinin üzerinde Gogol’ün Palto’su vardı ve şansa bakın ki kitap Türkçe idi. Açıp yüksek sesle okumaya başladım. Ev sahibesine, "Kaybedecek zaman yok," dedi. "Çam bir tabut ısmarlayın tez zamanda, ne de olsa bu zavallı adamın meşeye parası yetmez." kısmına geldiğimde içinde bulunduğum durumun ciddiyetini idrak ettim. Koskoca Dostoyevski yanımda ölüyordu ve ben başında oturmuş armut gibi kitap okuyordum. Derhal yerimden fırladım ve odanın kapısını açıp koridordaki görevliye seslendim:  “Doktor Çehov’a ivedilikle bir telgraf çekin ve mümkün olan en kısa sürede buraya gelmesini söyleyin. Bi de bi kolonya bi şey getirin adam imamın kayığına bindi binecek!” Görevli, “İmamın kayığı derken?” dedi. Uzatmak istemedim.

Kısa sürede geldi Çehov. “Çok şükür Tanrıma, yetiştiniz!” diyerek minnetle ellerini tuttum. Tam bir Rus hanımefendisi gibi davranıyordum. “Köşede babamın bakkal dükkanı var, Cuma’ya giderken bana emanet etmişti ama neyse ki çabuk döndü” dedi. “Cuma’ya derken?” dedim. Uzatmak istemedi.

Pencerenin önündeki, kuru soğandan boşalan bardağı aldı. Dostoyevski’nin üstündeki paltoyu kaldırıp göğsünü açtı ve bardağı ters çevirip kulağını dayayarak dinlemeye başladı. Hiçbir şey söylemiyor, mutlu bir ifadeyle dinliyordu. İşine karışmak istemiyordum ama muayene iyice uzayınca “Ne duyuyorsunuz Doktor yalvarırım bana da söyleyin.” deme ihtiyacı hissettim. “Deniz Üstü Köpürür çalıyor, bu adamın sesine bayılıyorum.” dedi. Her şey iyice saçma bir hal almıştı. Dayanamayıp yüksek sesle ünledim. “Tanrı aşkına, durumun vahametinin farkında değil misiniz? Bay Dostoyevski diyorum, yaşayacak mı?” Elindeki bardağı bırakmadan pencerenin önüne gitti. “Elbette ölecek kuzum. Ciğerlerinin üstü köpürmüş. Çok zamanı kalmadı.” dedi. Duruşunu hiç bozmadan devam etti. “Ama üzülmeyin, ben de yakında öleceğim. Bir yandan şakalar yapıp beri yandan bir çanağa kan tüküreceğim, hepimizin yaptığı gibi.” dedi.

Bu derin sözün üzerine, ortamdaki acıklı edebi atmosfere ayak uydurmak adına yanına gidip ben de onun gözlerini sabitlediği yere bakmaya başladım. Neredeyse ağlamaya başlayacaktım. “Sizin,” dedi baktığı yerden gözünü ayırmadan, “küçük bir köpeğiniz vardı değil mi hanımefendi?” “Ay yok neresi küçük dombili gibi oldu artık.” dedim. Bu konuyu neden açtığını kestiremedim.

Pencerenin önünde bir sinek, o klasik, saçma ve sonuçsuz hamlelerini yapıp dışarı çıkmaya çalışıyor, ve elbette her seferinde sinir bozucu vızırtılarıyla cama tosluyordu.

Çehov, bu soğukta hala yaşadığı için sinirlerini hoplatan sineğe adeta bir Laz gibi küfrederek elindeki bardağı fırlatmak üzereydi ki gözlerimi açtım.

Uyandığımda Cuma selası okunuyordu. Köpeğim Balık suratımı yalıyordu. Bu soğukta hala yaşayan bir sinek cama pıt pıt pıt vuruyor, içimden bir yerlerden Cem Karaca’nın sesi geliyordu.

Yaşar Kemal ölmüştü. Gogol, Dostoyevski  ve Çehov zaten çoktandır ölüktü. İşler böyle gitmeye devam edecek olursa ben de ani bir ciğer köpürmesi sonucu ölebilirdim.

Kalktım. Mutfağa gittim. Dolaptan bir soğan çıkarıp pencerenin önündeki bardağın içine yerleştirdim.
.
Not: Bu yazı KAFA dergi Şubat 2016 sayısında yayımlanmıştır.
.

24 Şubat 2016 Çarşamba

Zevk Alamıyorum

.
Yıllar önce Rize’ye, bir arkadaşımın ailesini ziyarete gitmiştim. Kendi ailem gibi severim onları, öyle can insanlar. Biz, arkadaşım ve kardeşleriyle, serendere çıkıp manzaraya karşı epey alkol tüketmiştik. Gündüz vakti niye o kadar içmiştik hiç hatırlamıyorum. Ebeveynler de bu alkol işinden pek hazzetmiyorlar. Çaktırmayalım ve bir kenarda oturup ayılmayı bekleyelim diye salona geçip televizyonu açtık. Anneyle teyzeler yemek hazırlığındalar. Konuşmaz, dikkat çekmezsek yakalanmayacağımızı umarak başladık sessizce televizyon izlemeye. Bir müzik kanalı açık kalmıştı ve siyah-beyaz bir Paris Hilton klibi dönüyordu. Kilitlenmiş vaziyette izlemeye koyulduk. Hadise bir plajda vuku buluyordu. Sanatçımız, artık derdi her neyse, sürekli kendini elliyor, kumlarda sürükleniyor, şarkının tempolu yerlerindeyse, yanında beliren beyefendiye doğru kerkinip duruyordu.  Büyük bir dikkatle neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Büyülenmiş gibiydik. Klibin bitmesine yakın, ekranın alt kısmında şarkının adı yazdı. Hepimiz çift gören gözlerle okumaya uğraşırken Yunus,  sanki orada yazan şey gerçekten buymuş gibi heceleyerek “Zevk a-la-mı-yo-rum” dedi.

***
Gözümü açtığımda aklımda bu hatıra vardı. Sabahın körüydü ve sabahın körleri asabımı bozuyordu. Sigarayı bıraktığımdan beri daha çok. Çünkü bilirsiniz, yeni bir günün ne anlamı var.
Yatağın içinde Gregor Samsa misali debelendim ama doğrulamadım. Bir sabah bunaltıcı düşlerimden uyandığımda, kendimi sigarayı bırakmış biri olarak buluşumun üzerinden iki hafta geçmişti ve bu benim için devcileyin bir sorundu. Ben de artık Paris Hanım gibi hiçbir şeyden zevk alamıyordum. O yönetmenler gelsinlerdi de asıl benim klibimi çeksinlerdi.

Ardımda, çile gibi geçen bir yarım ay bırakmıştım ve işler hala hiç kolaylaşmamıştı. Herkesi dövmek, yangınlar çıkarmak, bombalar patlatmak istiyordum. Sanki eskiden az varmış gibi, bırakınca daha da çok sinir geldi bana. İnternet araştırmalarım krizleri azaltmak için bol bol su için diyordu mesela. İçtim. Dünya kadar su içtim. Damacanaya fortum bağladım adeta. Fakat bu sefer de çok afedersiniz insan tuvaletten çıkamıyor. Bu yöntem pek hoşuma gitmedi.

Bir başka yol olarak da kriz geldikçe sıcak suyun altına girmeyi öneriyorlardı. Fakat benim durumumu kriz gelmesi olarak ifade etmek yanlış olurdu. Benden kriz gitmiyordu. Böylece duştan çıkamaz oldum. Elim ayağım büzüşene kadar suyun altında kalıyor, acıkınca bir şeyler yemek için çıkıyor, sonra tekrar banyoya koşuyordum. Ülkede bir kuraklığa mahal vermemek için bu yöntemle de yollarımı ayırmak zorunda kaldım.

Yüksek bağımlılık durumu varsa takviye alınabileceğini söyleyen doktorun sözüyle kendimi eczanede buldum. Nikotin sakızlarını komple ağzıma doluşturup nikotin bantlarıyla her yerimi bantladım. Ağzımda yumruk kadar sakızla, kargoya verilmek üzere bekleyen bir koliye dönüşmüştüm. Böyle de olacak gibi değildi.

Huysuzluklarıma tahammül edemeyen bazı dost bildiklerim, bana “bu kadar zorlama istersen, başka zaman denersin” gibi şeyler söylüyorlardı. Allahım ne güzel konuşuyorlardı, ağızlarını öpesim geliyordu. Fakat geri vites yapamazdım. Her şeyle baş etmişim, bi sigarayla mı baş edemeyeceğim. Kim lan o sigara, ne sanıyor kendini! Yiyorsa karşıma çıksın! İt!

Böyle böyle kendimi gaza getiriyor, kısa süreliğine de olsa içme isteğimi öldürüyordum. Sonsuza kadar sigara içmeme düşüncesine katlanamasam da pes etmeyi kendime yakıştıramıyordum. Hem ben ortamlarda herkese sigarayı bıraktım demiştim artık, ağızdan çıkmış bir laf vardı sonuçta.
Sabahın körüydü ve sabahın körleri asabımı çok bozuyordu. Yetmezmiş gibi bir de kalkıp işe gitmem gerekiyordu. Lanetler okuyarak evden çıktım. Kapıcıyla karşılaştım, bana günaydın dedi. Sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi.

Yürürken bir yandan da İtalyanca mutlu yıllar nasıl deniliyordu diye düşünüyordum. Tüm Romalılara mutlu yıllar demeyi planlıyordum sanırım emin değilim. Son sigaramla birlikte aklımı da kül tablasına söndürdüğüm için hâl ve gidişatımda bir mantık aramıyordum artık. Tam o esnada koluma bir kuş sıçtı. Coşkuyla sıçtı. Böyle bir sıçışla nadiren karşılaşılır yani öyle acayip sıçtı. Bu duruma bir mânâ yükleyecek kadar eksik zekâlı değildim elbette. Derhal kolumu temizledim ve yürümeye devam ettim.

Herkes için sıradan bir sabahtı. Sigarasız hayat ne bileyim böyle bir tuhaftı. Hayat kısaydı. Kuşlar sıçıyordu.
.
Not: Bu yazı KAFA dergi Ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.
.

10 Ocak 2016 Pazar

Dağın Yükü

.
“T.C. hükümetinin bu şartları ile yaşamama imkan kalmamıştır. Kendime bir vatan bulup bana yaşatılan bu hayatın tazminatını aldıracağım. Mevcut evrakım olan lise diplomamı, askerlik teskeremi ve nüfus cüzdanımı iptal ederek Türkiye’yi terk pasaportumun verilmesini rica ederim.”

R.T.B., bu mektubu 1956’da yazıp dönemin cumhurbaşkanına göndermiş. Cevap alamayınca öfkelenip Türkiye’nin hem iç, hem dış siyasetinin bozuk taraflarını gazetelerin yazamadığı bir lisanla mektuplar halinde yazarak meşhurlara, gazetelere, resmi zevahire göndermeye başlamış. Bu mektuplar nedeniyle 3 defa tutuklanmış. 1959 senesinde de, bir polisin imzasıyla Bakırköy Akıl Hastanesi’ne kapatılmış. Orada kaldığı yıllar boyunca, ne yaptığını, karşısındakinin kim, kendisinin kim olduğunu unutana kadar “tedavi” edilmiş. Sonra da ölüp gitmiş işte.

R.T.B.’nin hikayesine, psikiyatrist Cemal Dindar’ın hazırladığı Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri isimli kitapta rastladım. Aynı kitapta, yine hastalardan biri olan Mustafa K.’nın yazdığı metin şöyle başlıyor:

“Karşımda duran bu dağın üzerime serpiştirdiği hüzünleri, çıkışsızlıkları ne yapacağım. Onları biriktirmek, biriken yığında boğulmaktan öte ne işe yarar?”

Mustafa K., dağları, denizleri, ağaçları, irili ufaklı tüm canlıları, insanları, okyanusları, yani dünyayı, yani koca bir dağın yükünü taşıdığını gösterebilmek için cebinde bir taş taşıyormuş hep. Dünyanın tüm dertlerini temsilen taşıdığı bu taş yüzünden deli demişler ona. Metnine şöyle devam ediyor:

“Sabah olunca doktorun karşısına çıkıp, dağı taşımaktan vazgeçtiğimi, yıprandığımı, yorulduğumu söyleyeceğim. Ama bunu da anlamayacak. Her zamanki gibi ruhumun elbisesini çıkarmaya yeltenen bakışlarıyla aynı şekilde nefes alıp nefesini verirken aynı ses tonuyla konuşacak.

Ona ilk kez dağın yükünü söylediğimde bir babanın oğluna nasihat etmesi gibi “O avucunuzda tuttuğunuz bir taş, dağ değil” demişti. Avucumdaki taşın taş olduğunu bilmediğimi sanıyordu. Ve böylece bir kat daha artmıştı taşıdığım ağırlık.”

***

Dedi ki ben iyiyim ama dedi, insanların dedi, parçaları dedi, hala üstümde dedi. İnsanların dedi, parçaları dedi. Bu gözlerim neler görüyor, bu kulaklarım neler duyuyor?

Önce evin her duvarına ayrı ayrı ağladım. Arkadaşlarım geldiler, onlar da köşelere çekilip çekilip ağladılar. Gözyaşlarımızı birbirimizin üstüne akıtmamaya özen gösterdik. Sanki hep beraber ağlarsak durum çok korkunç olurmuş, bir daha düzelmezmiş, mahvolurmuşuz sandık. Sonra her kaynaktan farklı açıklanan sayılar duyduk. Kime inanacağımızı şaşırdık. Sonra sayılar surat, suratlar hikaye olmaya başladılar. Olayın matematiksel bir hadise olmadığını tam olarak idrak etmemiz işte aşağı yukarı bu anlara denk geliyor. İnsan zihni gerçekten acayip. Yüzünü görmediği birinin ölü olduğuna inanamıyor. Mesela hoca bana demişti ki tabutu açma. Niye demiştim, işte bakma günah demişti. Yaa babam o benim nereye bakma? Açtım baktım tabii. Gerçekten ölüp ölmediğini kontrol ettim. Ölmüştü, herkes haklı çıkmıştı ama olsun, ancak bakınca inandım. Şimdi yani diyorum ki bakamadılar mı ölülerine diyorum, nasıl inanacaklar diyorum, düşünmekten aklım rutubetleniyor. Sizin aklınız kuru mu? Ben burada kendi kendime mi çürüyorum?

Birkaç gün sonra sokağa çıktım işte. Öyle katliamlar oluyor ki, insanın sokağa çıkabilmek için en az birkaç güne ihtiyacı oluyor. Çıktım. Uyuşmuş bedenimin, şişmiş gözlerimin refakatçisi olarak, görünüşte parçalanmamış organlarıma eşlik ettim diyelim. Sokaktaki insanlar sanki kimse parçalanmamış, sanki parçaları arkadaşlarının üstüne sıçramamış gibi gülüp eğleniyorlardı. Hiçbir şey anlamadım. Acaba dedim acaba bütün bunları ben mi kafamda yarattım? Delirdim mi acaba ne yaptım? O arkadaşımı tekrar aradım. Dedi ki böyle dedi çok yüksek bir ses duydum önce dedi, kulaklarım sağır gibi oldu dedi, sonra dedi üstümde parçalar vardı, bir baktım, az ötede arkadaşlarım! Oh dedim içimden, ben delirmemişim, o delirmiş!

Biraz daha yürüdüm yol bitti. Bir baktım karşımda deniz. Denize gireyim o zaman dedim ama ıslanmak da istemedim. Böyle durumlarda en mantıklı hareket vapura binmek. Bindim. Sonuçta mantıklı biriydim ve parçalanmış insanlar gördüğünü iddia eden arkadaşım gibi delirmemiştim.

Vapurda millet tost yiyor, çay içiyor ve bıt bıt bıt telefonlarını bızıklayıp gülümsüyordu. Bak dedim kendime kendimin öğretmeni gibi, bak işte her şey aynı geri zekalılıkta sürüp gidiyor, korkacak üzülecek ağlayacak bir şey yok! Sevindim bir an, amipler gibi şuursuzlaştım.

Denize bakayım da vapurun tadını çıkarayım diye kafamı sola bir çevirdim ki ne göreyim. Bir kadın, birazı dışına, çoğu içine içine, içini çeke çeke, sessiz sessiz, garip garip ağlıyor. “Neyiniz var iyi misiniz?” dedim. İnsanlar öldü dedi, çok insan öldü dedi, dayanamıyorum dedi. Elini tutup ben de ağlamaya başladım. Tutamadım kendimi bilmiyorum. Bir yandan da bu da delirmiş diye geçirdim içimden. Acaba böyle delirmiş kaç kişi var diye düşündüm. Hepsini bulsam, el ele tutuşup bir tımarhaneye gitsek, doktora desek ki biz parçalanmış insanlar var sanıyoruz ama galiba yoklar, bizim aklımızı böyle ilaç kapsüllerine koyup uzaya mı fırlatsanız? Yani tabii, doktor olan sizsiniz, işinize karışmak istemeyiz ama ne bok yiyeceğimizi gerçekten bilmiyoruz desek. Bir hasta varmış ya hani eskiden, şey diyormuş işte, bu şartlarda yaşamamın imkanı kalmadı diyormuş, kendime bir vatan bulup bana yaşatılan bu hayatın tazminatını aldıracağım diyormuş, onun gibi olduk biz, iyice deli gibi olduk desek. Tazminat filan da istemiyoruz, birkaç çarşaf verseniz, uç uca ekleyip ülkenin duvarlarından aşağı sarkıtıp kaçsak diyoruz, ne biçim şeyler düşünüyoruz biz doktor bey desek.

Ne yapsak bilmiyorum. Dağın yükünü taşımaktan yoruldum. Artık kaldıramıyorum.



.
Not: Bu yazı Kafa-Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.
.

Köpüksüz Zamanlar


Üniversiteden mezun olur olmaz Doğu hizmeti için Dersim’e çalışmaya gitmiştim. Mecburiyetten. Hayatta kalmanın bir yolunu bulmam lazımdı ve o zamanki şartlarımda bu, şahsi trajedilerimden kaçmak için hiç fena bir yol gibi görünmemişti. Kaçarak kurtulunabileceğini sanacak kadar küçüktüm henüz. Uğur benden de küçüktü.

“12 yaşında 13 kurşunla.” Günlerce kulaklarımda çınladı bu cümle. 12 yaşında 13 kurşunla. Çünkü tüm devletler korkaktır.

Size Uğur Kaymaz’ın hikayesini ben anlatmayacağım, çünkü onun hikayesini bilmiyorsanız gerçekten utanmanız gerekir. Bilince de başka türlü utanıyor insan. Zaten bir kalbiniz varsa her gününüz utanarak geçer.

Küçücük sobalı bir evde yaşıyordum. Başlarda, tepelerden gelen silah sesleri sizi korkutuyor ama sonra alışıyorsunuz. Her şeye alışıyoruz çünkü aşağılık bir mekanizmamız var. Akşamları sobamı yakıyor, o sesleri duymayayım, içimdeki sesleri duymayayım diye “büyük şehir”den getirdiğim CD’lerden birini açıyor ve saatlerce tavana bakıyordum. İki yılın neredeyse tamamı böyle geçti.

Hapishane duvarlarına mahkumların neden sürekli bir şeyler astığını anlamıştım orada. Delirmemek için yapıyorsunuz. Size ait olmadığını düşündüğünüz bir hayatın içinde debelenirken, aslında size ait olan hayatta neler varsa onları duvarlara asıp hatırlamaya çalışıyorsunuz. Benim evimin duvarı da böyle alakalı alakasız bir sürü şeyle doluydu ve her geçen gün yenilerini ekliyordum. Kendi küçük tımarhanemde öyle ya da böyle yaşayıp gidiyordum.

Uğur’u Kasım 2004’te öldürdüler. Yıldırım Türker, Radikal gazetesinde konuyla ilgili içimi çok kıyan bir yazı yazmıştı. Kesip duvara asmıştım onu da. Uğur, babasıyla beraber evinin önünde devlet tarafından “karanlıkta büyük adam gibi görünüyordu” gibi korkunç bir gerekçeyle öldürüldüğünde ayağında terlikleri varmış. Ayağında terlikleri. 11 yıl oldu. Uğur, hala bazı geceler ayağında terliklerle rüyalarıma gelip göğsümü eze eze yürür.

Bir gün bir arkadaşım geldi eve. Yazı dikkatini çekti, niye astın bunu dedi. İyi niyetle sordu sandım, öyle değilmiş. “Buna mı üzülüyorsun” dedi, “çocuk teröristmiş işte.” Çocuk teröristmiş. Çocukla terörü aynı cümle içinde nasıl kullanabildiğine inanamadım. Bir kalbiniz varsa her gün utanırsınız, yoksa kolay.

Olmasa kolay. Kimse ölmüyormuş, öldürülmüyormuş gibi yaşamakta ne var, mis gibi yaşar gideriz. Yaşayıp gidenler görüyorum, içim çekiyor, özeniyorum. Ama olmuyor. Kafamı nereye çevirsem ceset fotoğrafları görüyorum. Burada cesetlerin çocuk ya da büyük ya da asker ya da gerilla ya da mülteci olmasından bahsetmiyorum, ölü olmalarından bahsediyorum. Ölü insanlar görmekten yoruldum, yorgunluktan ölecekmiş gibi hissediyorum.

Tam bu noktada, aslında ters bir manevra yapıp neşeli şeylerden bahsetmek isterdim. Eğlenip sevinebileceğimiz şeylerden.  Ama hafızamın dolaplarını çekmecelerini ne kadar karıştırsam da bu ara öyle hikayeler bulamıyorum.

Arkadaşlarımla buluşuyorum mesela, gülüyoruz ediyoruz. Herkesin, her gülüşün sonunda farkında olmadan iç çektiğini görüyorum. Uzun zamandır insanları iç çekişlerinden tanıyorum.

Yeni ilgi alanları edinirsem belki iyi gelir diyorum . Gidiyorum çizgi roman dükkanlarında saatler geçiriyorum. Ya da sağdan soldan tohumlar fideler bulup çiçekler ekiyorum.  Düpedüz korkaklık yapıp, haberleri takip etmeyip, bütün bunlar yokmuş gibi yaşamaya çalışıyorum. Olsa kolay. Olmuyor. Gün sonu bakiyesini aldığımda en üstte hep o iç çekiş kalıyor.

Kafamızı nereye çevirirsek çevirelim o kurşunlar içimizden geçiyor. Kevgire dönmüş ruhlarımızla daha ne kadar idare edebiliriz? Hiç bilmiyorum.

Siz bu satırları okurken, ülke ne halde olacak kestiremiyorum. Kimseye akıl vermek haddim değil. Kim haklı kim haksız artık umurumda da değil. Sadece hayatım boyunca içinden kurşunlar geçen herhangi bir savaşın herhangi bir tarafında olmayacağımı biliyor, bunu size de tavsiye ediyorum.


Ağzı köpürerek konuşan insanlardan çok bıktım. Hepimize köpüksüz zamanlar diliyorum.
.
Not: Bu yazı KAFA dergisinin Ekim 2015 sayısında yayımlanmıştır.
.