25 Kasım 2010 Perşembe

İşin içi

.
Bazen işin içinden çıkamadığım doğru. Üstesinden gelemediğim de. Üstesi diye kelime olmaz.

Birkaç saat önce, geçmiş zamanlardan biri bugünüme canlı bağlandı. Belki farkında değilsiniz ama zaman makinesi denilen şey bize bir telefon kadar yakın. Her neyse, aradı işte. Benim için tüm gemilerini yakmaktan filan söz etti. Halbuki gemi nimettir, yakılmaz. Bir gemim olsa 3 kere öper başımın üstüne koyardım. Böyle dedim. Böyle dememek lazım tabi, daha insancıl cevaplar vermek gerek. Sorun sende değil bende demek örneğin. Çünkü sorun bende. Benimkinin üstüne sorun tanımam. Bugün kedim öldü. Bir kedim olduğunu bilmiyordum. Oldu ile öldü kelimeleri de tabiat kanunları kadar birbirine yakınmış bak, yazarken fark ettim. Yazarken kelimelere takılmaktan vazgeçmeliyim. Birçok şeyden vazgeçmeliyim. Aslında hiç benim olmamış olan ve şaşı olduğu için ismini Zekeriya koyduğum kedimin, yoldan geçen bir kamyonun sebebiyet verdiği talihsiz bir kaza sonucu iç kanama geçirerek hakkın rahmetine kavuşmasına üzülmekten vazgeçmeliyim. Geçtim gitti. Zaten kedi annemindi.

Ne diyordum, bazen üstesinden gelemediğim doğru. Altısından kalkamadığım da. Altısı diye kelime olur.

İş çıkışı biraz yürümek bana iyi gelir diye düşündüm çünkü yürümeyi hiç sevmem. Yürümeyi sevmem ama sevmediğim şeyleri yapmayı severim. Çünkü sevdiğiniz şeyleri yaparken zaman hiç geçmesin istersiniz. Oysa ben geçsin istiyorum. Mantık bu, çok alengirli bir tarafı yok yani. Neyse işte, yürüdüm, iyi gelmedi. O halde üstüme başıma bir şeyler alayım dedim, burada az evvel bahsettiğim formülle doğru orantılı bir durum var tabi. Aldım, aynı sonuç. Teorisyenlerini siktiğiminin matematiği yanılmıyor.

Birkaç gündür etrafımda konuşmaya kalkan herkesin ağzına odun sokasım geliyor. Her ağzı olana odunla yetişemiyorum tabi. Burası biraz sıkıntılı. Bir de az evvel talihsiz kaza dedim, yanlış o. Kaza denilen şey talihli olmaz çünkü. Hiç kimse, geçenlerde bir kaza yaptım kolum koptu gözüm çıktı bir iyi geldi bir iyi geldi ki sormayın demez, saçmalamayın. Bir de mesela kafası patlamış biriyle empati kurmak için kafanızın patladığını hayal etmekle kafa patlamıyor. Yani patlıyor da aynı biçimde değil. Denemeyin derim. Son olarak dişi kedilere Zekeriya ismini vermeyin.

Bazen işin içinden çıkamadığım doğru. Şu ara işin içindeyim. Birkaç güne kadar çıkmazsam Doktor Umuz'a haber verin.

Sevgiler.
.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Pisikolocilerim bozuldu aneyyy!

.
Kahramanımız iş yerinden bir arkadaş. Her boşlukta çocuğuna telefon ediyor. Ben ne güzel aney sevgisi diye düşünürken, bugün yanımda konuştu evladıyla ve ben küçük dilime göz koyacak kadar büyük bir açlığın kollarında buldum kendimi. Kadın çocuğuna her şeye dair komutlar veriyordu. Şimdi yemek yiyebilirsin, şimdi elini yıkayabilirsin, evet bebeğim şimdi su içebilirsin, canım şimdi koltuğa oturabilirsin, höt zöt diye devam ediyor bu.

Hayatı boyunca kimseden komut almamış, vermeye kalkanları da estetik hareketlerle karşıya şutlamış biri olarak, zavallıcık çocukceğizin psikolocisini düşündüm. Neden böyle yaptım peki? Çünkü psikoloci çok mühimdi. Her eyleme şık bir kılıf idi. Aslında hiç kimse kötü değildi, olsa olsa psikolocileri bozuk idi. Yarın öbür gün bu çocuk manyak olduğunda hepimiz onu anlayışla karşılayacak idik. Karşılarız, orası mevzu değil de ben asıl bu kadının psikolocilerini düşünmeye doğru inceden yol aldım.

Sevgili Marakeşli hemşehrilerim.

Şu geçmişi boklu dünyada, bildiğimiz en samimi sevgi biçimi aney babey sevgisi değil midir?
O mübarekler ki hiçbir çıkar gözetmeden, kayıtsız şartsız severler bizi. Samimiyet dediğimiz meret nedir peki? İçinden geldiği gibi davranmak, içi dışı bir olmak, rol kesmemek, artistlik yapmamak ve saire. Ve fakat böyle manzaralar neticesinde bu konuda da artık bütünüyle kuşkudayım.

Her şeyden önce bi kere bu kadın dünyaya kazık çakmış, zinhar ölmez! Hadi ölümü geçtim, ‘herhangi bir sebeple evladımın yanında olamazsam’ ihtimalini düşünmüyor bile.
Oysa kendisinin olmaması durumunda o çocuk sürahiyi bulamaz, bulsa suyu bardağa koyamaz, koysa ağzına götüremez, götürse yutamaz! Ne oldu şimdi?
Susuzluktan öldü yavrucak!

Bir de olayın sevgi arsızlığı boyutu var. Kadın tarafında tabii. Çocuğun hayatını kolaylaştırmak adı altında, onun eli, ayağı, böbreği ve dalağı olarak kendisine muhtaç bir sakata dönüştürüyor, karşılığında da minnet dolu bir sevgiden nasipleniyor böylece. Çocuğun beynine doğuştan yerleştirilmiş olan karar verme mekanizması ise, “kullanılmayan organlar zaman içinde küçülür” tezine göre, beynin diğer işlevleriyle beraber kişisel tarihin tozlu sayfalarına gömülmeye mahkum oluyor.

Ama ben biliyorum bunların sebebini. Hepsi, o 100 maddede hayatın katakullilerini öğretelim kitapları yüzünden oluyor. 100 maddede aşık oluyoruz, 100 maddede sevgilimizin bizi sevip sevmediğini, aldatıp aldatmadığını anlıyoruz, 100 maddede kariyer yapıyoruz ve 100 maddede daha neler neler yapıyoruz. Bu kadın da kuvvetle muhtemel 100 maddede çocuk yetiştirmeye kalkıyor. “Mantar bile yetişmez hanııımm” diyorum lakin anlaşamıyoruz.

Bir bardak su uzatıyorum:
-Susamışsındır, yutmayı unutma! diyorum.

Endişeli bir tebessümle bana bakarken ben olay mahallini hızlıca terk ediyorum.

Böyle işte sevgili Bolivyalı din kardeşlerim. Bunları düşündükçe içim dışıma çıkıyor. Çok samimiyim anlayacağınız.

Aklınıza mukayyed olun lan :/
.

5 Kasım 2010 Cuma

Osman

.
Bu sabah Osman beni öperek uyandırdı.

Her zamanki gibi gecikmiş ve birkaç dakikanın bile önemli olduğu bir sabahın köründe merdivenleri koşarak inmeme rağmen metroyu kaçırmıştım. İçimden küfürler savura savura bir banka oturup diğerinin gelmesini beklemeye başladım. “Yine geç kaldın” dedi biri. Boş gözlerle sesin geldiği tarafa baktım. Gülümsüyordu. Yanıma ne zaman oturduğunun farkında değildim. “Yine” kelimesini neye istinaden kullandığını anlamış değildim. “Kıl payı” diye devam etti. Kıl payı, benim için önemli bir sözdü. Hayatım, kıl payı yetişmek ve kıl payı kaçırmak üzerine kuruluydu. Son dakika insanıydım. Kader denilen şeyle köşe kapmaca oynuyordum sürekli. Her şey o kıl payı yüzünden değişip duruyordu. Ve yine o kıl payı yüzünden hiçbir şey olması gerektiği gibi olmuyordu. Bu sözü söylemesi garipti. Yok canım, nereden bilecekti. Herhangi bir şey söylemedim. Ama etkilenmiştim. O ara metro geldi. Ben önden bindim ancak kalabalıkta onu gözden kaybettim. Toplam 4 dakika kadar süren bu süre zarfının içine, sadece “seni özleyeceğim” yazan bir mektup yerleştirip kafamın içinde bilinmeyen bir adrese gönderdim. Hayatımın aşkını da kıl payı kaçırdığımı düşünerek saçma sapan bir günü daha, kişisel tarihimin tozlu yaprakları arasına, kaydetmeye değer bir şey bulamadan gömmek üzere işe gittim. Ama itiraf etmeliyim ki gün içerisinde birkaç kez kendimi onu düşünürken yakaladım.

Akşam eve dönerken, bizim sokağın köşesinden aniden karşıma çıktı. Tedirgin oldum. “Korkma” dedi. Gözlerimin içine bakıyordu. En içime bakıyordu sanki. Kendimi çırılçıplak hissediyordum. İkimiz de hiç kıpırdamıyorduk. Bu durum ne kadar böyle sürdü bilmiyorum. Sessizliği bozan o oldu. “Hadi gel benimle” dedi, “şurada güzel bir yer biliyorum, biraz konuşalım.” Gitmemem gerekiyordu, artık kimseye güvenmemem gerekiyordu. Ama gittim. Biraz konuştuk. Sonraki günlerde, birazdan biraz daha fazla konuşur olduk.

Gittiğimiz her yerde insanlar bize bakıyordu. Hiçbir bakışı umursamıyorduk. Sürekli konuşuyorduk. Onun anlattığı şeyleri çok seviyordum. İlişkimiz başlayalı sadece birkaç ay olmasına rağmen sanki doğduğumdan beri onu tanıyormuş gibi hissediyorum. Aynı şeyleri seviyor, aynı şeylere sövüyorduk. Üstelik hiç de sıkıcı olmuyordu bu aynılık. Çünkü benim anlattıklarım onu, onun anlattıkları da beni fişekliyordu adeta. Daha önce hiç geçmediğim yollardan havalı kornaya basa basa geçiyordum sanki. Aklımın içinde binlerce otoban... Zemin kaygan. Kayıp duruyordum…

Telefon kullanmıyordu ama istediğim her zaman ulaşabiliyordum ona. İki eli kanda da olsa geliyordu. Gel dediğimde geliyordu. İki elim kanlı olduğunda da gidiyordu. Git dediğimde gidiyordu. Hiç sitem etmiyor, hiç ikiletmiyordu. Bir keresinde “Hadi birlikte faili meçhul bir cinayet olalım.” dedim. “Katil kim olacak?” dedi. “Ben ölürüm, sen ol.” dedim. “Sen ölürsen ben olamam.” dedi. Kafam karıştı.

Sanıyorum bu bitmeyen kafa karışıklığımın başlangıcı o konuşma oldu. Ondan sonra her şey garip bir hal almaya başladı çünkü…

Osman bu sabah beni öperek uyandırdı ve ben uyku sersemliğimi üstümden atamadan da gitti.

Son zamanlarda hep telaşlı, bir şeylerden kaçıyor gibi. Ailemin, bir süre burada kalmamı uygun görmesi canını çok sıkıyor. İşin aslı bundan ben de hoşlanmıyorum. Çünkü bu doktoru hiç sevmiyorum. Çünkü doktor ısrarla “Osman diye biri yok!” diyor ve verdiği ilaçları kullanmazsam her şeyin çok daha kötü olacağını söylüyor.

23 gündür buradayım. Tırnaklarımı kesmiyorum. Saçlarımı taramıyorum. Yıkanmıyorum. Yeteri kadar kötü kokarsam beni burada tutmazlar diye düşünüyorum. Çünkü bu duvarlardan çok korkuyorum. Çünkü olan biteni bir türlü anlayamıyorum. Çünkü bazen gizlice…

Tanrım…
Lütfen bugün yağmur yağmasın.
“Ve eksilsin artık odamdan doktorun getirdiği Osman’sız sabahlar…”
.